Hegel, insanın bilinç özelliklerini ele alırken tanınma arzusunun insan zihninde önemli bir yer tuttuğundan bahseder. Tanınmaarzusu insanın gösterişçi yönünü ifşa eden bir kibirlilik olarak nitelenebilirse de, herkesin gözü önünde olma halinin kimi zaman zaruretten kaynaklanabileceğini unutmamak gerekir. Birinci durumda olanların izlenmekten hoşnut kalacaklarını, ikinci durumdakilerin ise bir zaruret hali yaşadıkları için gösterişçi yaşam tarzının sağladığı hazdan uzak olduklarını söyleyebiliriz. Ayna metaforunu her iki sınıf insan için kullanabiliriz pekâlâ.
Malumunuz ayna; gösteren, yansıtan, şeffaflaştıran, kusurları ifşa eden, hafızaya depolayan bir obje olarak insan hayatında önemli bir yer tutar. Aynaya ne için baktığınız önemli! Bedeninize ait ‘kusurları’ gidermek, örtmek için de bakmış olabilirsiniz aynaya; yüz çizgilerinizin bir anlam haritasına dönüştüğünü görerek metafizik âlemde temaşa etmek için de. Birinci çeşit bakışın gösterişçi yaşam tarzıyla alakası kurulurken, ikinci bakışın mesafeleri ortadan kaldıran bir ışığa benzetilebileceğinden tamamen derunî bir anlama dönüştüğü söylenebilir.
Aynaya başkasının bakışını önemsedikleri için bakanların getirebilecekleri izahların var olacağını biliyoruz. Gündelik hayatımızda tıraş olmak, saçlarımıza taramak, elbiselerimizi giymek için devamlı olarak aynaya bakarız. Toplum karşısına çıkarken daha derli toplu olmak bakımından bütün bunları yaparız. Böyle yapmakla bedenimize ait bir kusurluluk hali karşısında duyacağımız mahcubiyeti bertaraf etmiş oluyoruz. Tam olarak bunun gibi olmasa da, kimi zaman da kendimiz için bakarız kendi yüzümüze. Alnımızı bir haritaya çeviren çizgilere bakarken, fiziki bir incelemenin ardından çocukluktan başlayan ve hayatın ilerleyen dönemlerine kadar taşıdığımız yüklerin ağırlığını düşünürüz derin derin. Bir zamanlar gür ve dolgun saçlara sahip oluşumuz gelir gözlerimizin önüne. Gençlik sivilceleriyle sık sık oynadığımız, zaman zaman kanattığımız vakitleri düşünürüz, buruşan yüzümüze bakarken.
Ayrıca kendine tapınma hastalığına yakalanan kimselerin aynayla kurdukları ilişki de ilgi çekici olmalıdır. Var olanı olduğu gibi gösteren aynayla öyle bir ilişki kurarlar ki böyleleri, kusursuz olduklarını zevkle izlerler aynaya bakarken. Kimsenin göremeyeceği uzaklığı gören gözlere, en sessiz tınıları duyabilecek hassas kulaklara, hayrette bırakacak kadar keskin koku alan buruna sahip olduklarını düşünürler. İçine girdiği dünyanın kapılarının kendisine sonsuza kadar açık olduğunu sanır. Sütunlara yansıyan kavislerin ışıltılarıyla gözleri kamaşsa da bunun kendisine sunulmuş büyük bir ikram olduğuna inanır. Öyle bir hayal âleminde gezinir ki, iflah olmaz bir akıl tutulması hali yaşar. Sezar’dan daha kudretli asker, Shakespeare’den daha büyük bir şair olduğunu vehmeder.
Toplumun sözcülüğüne soyunan yazarın da aynayla olan ilişkisi önemlidir. Var olanı olduğu gibi gösteren, eğip bükmeyen, kişisel hazlarını tatmin etmek için değil hakikatin ortaya çıkması için kalem oynatan yazarın aynayla olan ilişkisi önemlidir. Sadece yazar değil, her insan aslında bir ayna olarak ilişkide olduğu insanlara ışık tutmak, kendileriyle yüzleşmelerini sağlamak vazifesini deruhte etmelidir. Zira Efendimiz (s.a) ‘mümin mü’minin aynasıdır’ buyurmaktadır. Karşıdakine dev aynası tutarsanız, kendini güçlü, ulaşılmaz olarak görür ve bir süre sonra size de zarar verebilir. Ancak, baktığında kendini olduğu gibi görebileceği ayna tutarsanız, gözlerine yansıyan kusurları gidermek için atacağı her adımın hayırla sonuçlanacağını bilerek siz de mutluluk yaşarsınız.
Kendi kendine hayranlık duygusu yaşayanlar da aynaya bakıyor, var olanı olduğu gibi görüp kusurlarını gidermek için bakanlar da.
Biz hangisi olarak bakıyoruz acaba?