Kalbin kapısı, Rahman’a açılır. Oraya girerken temiz olmak icap eder. Kirlenmiş bir insanın gönül rahatlığıyla o kapıdan içeri girip konuk olması mümkün değildir. Kir, kalbi perdeler, öldürür. Ölü kalpler bu yüzden mecalsizdir. İbn Arabi’nin dediği gibi ‘günahların en büyüğü, kalpleri öldüren günahtır. Kalpler Allah Teala hakkındaki bilgiden yoksun kalınca ölür ki, bilgisizlik denilen hal budur.’ Bu yüzden en fazla ihtimam gösterilmesi gereken yerdir orası.
Hakkın rızasından nasibi kesilmiş bahtsız insanların rahmet kapısına ulaşmaları çok zordur. Hayatları boyunca barış ve esenlik yurdunun sakinleriyle mücadele ederek kalbin kapısına kilit vuranlarda hayır yoktur. Nice sonra açmak istediklerinde karşılarına paslanmış bir kilidin çıkacağını bilmezler; sahibini karanlığın kucağına iten derin bir körlük ile karşı karşıya geliştir bu. Yollarının haramilerce kesildiği bir zamanda uyanmanın bir faydası da yoktur, zira hazırlıksız yakalandıkları için kendilerini savunacakları kudretleri kalmaz.
Kalbin kapısı açılarak barış ve esenlik yurduna girilir. Başı ve sonu rahmet olan bir dünyaya açılan mübarek kapı: kalbin kapısı. Yüce Allah’ın konuk olduğu evdir burası. Kutsi bir hadiste şöyle buyuruyor Cenab-ı Mevla’mız: “Ben yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım”.İnsanın kendini güvende hissettiği bir evinin olması ne güzeldir! Edep sahibi insanların bu makamlara yükledikleri anlam bu yüzden çok anlamlıdır. Tıpkı Şair Nabî’nin Hz. Peygamber’in beldesine girenlere seslendiği gibi: ‘Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu!/ Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu./ Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergâha,/ Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu.’
Kalbini dünyanın süsleriyle tezyin etmeye çalışan insanın nasibi dünyada tattığı lezzetler kadardır. Ruhu yüceltmeyen, bedii duygular yaşatmayan lezzetler hazzı artırmaktan başka neye yarar ki! Vaktini süfli lezzetlerle tüketenlerin bedii duygular taşıması beklenemez. Onların dünyada adalet ve barış tesis etmek gibi bir dertleri yoktur.Taç ile taht ile kalbini süsleyenlerin zamanın hicranıyla yaralı gönüllerin ahlarını işitmeleri mümkün değildir. Daru’s-Selam’a özlem duyanlar Nebi’lerin kutlu yolculuklarını sürdürenlerdir. İnsanlığın zulüm ve tuğyana mahkûm edilmesi karşısında barış ve esenlik yurduna davet edenlerin yolculuğudur bu. Tarihte olduğu gibi bütün erdemli insanların yeryüzünde birlikte yaşamak istedikleri yerin adıdır Daru’s-Selam. Nebilerin, sıddıkların, ariflerin, saliklerin, mazlumların çabalarıyla yeşeren barış ve esenlik yurdu…
Kavlimiz Daru’s-Selam’ın barış ve adalet ilkesini güçlü kılmaktır. Rahman’ın bize ihsan ettiği akıl ve iman sayesinde böyle bir yükümlülüğümüzün olduğunu kavrıyoruz. Bu kavrayış sayesinde büyük bir sözün emanetini üzerimizde taşıyoruz. Yola düşen salik, son nefesine kadar bu emaneti taşımaya ahdetmiştir. Bu yolda en büyük azık sabırdır. Sabır, ezeli bilgide yazılmış olana rıza göstermenin karşılığı olarak bu dünyada Allah sevgisi gibi büyük bir mükâfata dönüşür. Allah için seven, Allah için nefret eden, Allah için yürüyenlerin yoludur bu. Bu yolun büyüklerinden Abdulkadir Geylani Hazretleri şöyle buyurmuşlardır: ‘Kulun kalbi Allah’a ait olup Onun yakınlığına erince yeryüzünün bir bölümünde hükümdarlık ve yetki verilir. Çağrıyı insanlar arasında yayma görevi ve onlardan gelecek sıkıntalara dayanma gücü verilir. Batılı ortadan kaldırıp hakkı duyurma yetkisi ile donatılır. Allah ona verir ve verdiği ile onu zengin eder. Çünkü Allah (c.c) hikmet nehirleri yaratmıştır. Bu nehirler Onun arşından ve levh-i mahfuzdan çıkar, arif ve güzel kulların kalp topraklarından akar ve Allah’ı tanımayan, Ondan yüz çeviren ölü kalplerin toprağına dökülür.’
‘Allah, imana erişenlerin durumunu sapasağlam ve dosdoğru bir sözle, hem dünya hayatında ve hem de ahirette sağlamlaştırır; haksızlık yapanları ise, Allah sapıklık içinde bırakır; çünkü Allah dilediğini yapar.’ (İbrahim; 27).
(Yolcu Dergisi Sayı: 58)