İnsanın en zayıf, içli bazen de çekilmez ve tahammül edilmez dönemleri muhtemelen hastalık dönemleridir. Ağrıyan yer sanki canın tamamıdır hastalıkta. Sanki her ne olsa çevrede; bir kuş uçsa kanadının serinliği, bir taş düşse onun sesi, biri bir şey konuşsa onun tınısı ağrıyan yeri daha bir incitir. İnsanın bedenî anlamdaki zayıflığı ve rahatsızlığı zihin ve gönül dünyasının sağlıklı olarak işlemesini de engeller. Onu kendisinden başka biri yapar ki zaten bu duruma sabretmektir hastalıkta sabredilmesi gereken de.
Temelde manevî ve maddî olmak üzere ikiye ayrılabilecek olan hastalık Kur’ân’da daha ziyade manevî anlamıyla kullanılır. Buna göre Allah ile ilişkisi sağlıkla bir temele dayanmayan, şüpheci, inkarcı, ikiyüzlü kimselerin kalplerinin hastalıklı olduğu defalarca belirtilir (Bakara 2/10; Mâide 5/52; Enfâl 8/49; Tevbe 9/125; Hac 22/53; Nûr 24/50; Ahzâb 33/12, 32, 60; Muhammed 47/20, 29; Müddessir 74/31). Kalplerin hastalığı ve bunun tedavisi ile ilgili meseleler özellikle tasavvuf-ahlâk kitaplarına etraflıca tasvir edilmiştir.
Kur’ân’da hastalık bazen de fıkhî bir bağlamda zikredilir. Buna göre hastalık durumunda ibâdetlerin nasıl yapılacağı veya hasta kimsenin sorumluluk alanları gibi hususlar ilgili âyetlerde işaret edilir (Bakara 2/184, 185, 196; Nisâ 4/43, 102; Mâide 5/6; Tevbe 9/91; Nûr 24/61; Fetih 48/17). Fıkha müteallik bu konulardaki tafsilat ise özellikle fürû-u fıkıh sahasında kaleme alınan çalışmalarda ve ahkâmü’l-Kur’ân türü eserlerde bulunabilir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de maddî olarak zikredilen hastalıklar, bizzat hastalığın tabiatı ile ilgili değil, sonuçları itibariyle mükellefin yapması gerekenler ile ilgili bağlamlara sahiptir.
Bu âyet gruplarının yanı sıra hastalık olgusu bazı kıssalarda da yer almaktadır. Örneğin Kur’ân’da Hz. Eyyûb’un hastalığından bahsedilir. Burada Hz. Eyyûb kesinlikle durumundan Allah’a şikayette bulunmaz. Kendisine dokunan rahatsızlığı şeytana izâfe eder, Allah’ın ise merhametlilerin en merhametlisi olduğunu dile getirir. Bu tavır belki de hasta/lık âbâdının en önemli noktalarındandır: Kusuru Allah’a izâfe etmemek, kendinden veya şeytandan bilmek, şifâyı ise mutlak olarak Allah’tan beklemek. Ancak Allah kulunun durumunu zaten bilmektedir, dolayısıyla ona derdini açmaya dahi gerek yoktur. Aslolan bıçağın iyice kemiğe dayandığı anda Rabbin merhametine sığındığını dile getirmektir. Hz. Eyyûb bir tür su ile şifa bulur, hem yıkandığı hem de kana kana içtiği bir su ile (Enbiyâ 21/83-84; Sa‘d 38/41-42).
Hastalık ile ilgili Kur’ân’da yer alan ifadelerden biri de Hz. İbrahim’in Şuarâ sûresinde zikredilen duasıdır. Buna göre o “Beni yaratıp hidâyete ileten O’dur; beni yediren de, içiren de O’dur; hasta olduğumda bana şifâ veren O’dur (ve izâ meriddu fe huve yeşfîn); beni öldürecek, sonra diriltecek O’dur; hatalarımı kıyâmet gününde mağfireti ile örtmesini umduğum da O’dur” demektedir (Şuarâ 26/78-82). Bu âyet grubunda insan-Allah ilişkisinin temel umdeleri nazara verilmekte, iki varlık arasındaki ontolojik farklılık vurgulanmakta, âhiret inancı ve kulun mağfiret umudu dile getirilmektedir. Hastalık ile ilgili âyette ise hasta olma durumu insana, şifâ verme durumu Allah’a nispetle kullanılmıştır ki bizim açımızdan dikkat çekici olan nokta da burasıdır.
Bu kullanım, bir yandan Hz. Eyyûb’un, rahatsızlığını şeytana izâfe etmesi ile diğer taraftan da daha genel bir ilke olarak “karada ve denizde fesâd çıkmasının insan eliyle olduğu” gerçeğiyle örtüşmektedir (Rûm 30/41). Zira herhangi bir şeyin normal akışının dışına çıkması, bozulması ve fesâda uğraması ancak insanın onun üzerindeki tasarrufu ile olmaktadır. Bu irâdî olarak alınan isabetsiz kararlar için böyle olduğu gibi, kozmosu ilgilendiren her hadise için de böyledir. Hastalık da bedenin normal durumunun dışına çıkması halidir yani bir tür aksama ve bozulmadır. Bu âyet grubundan yola çıkarak hastalığın, insanın ihmalleri ve dikkatsizliklerinin sonucunda yani bizzat insan eliyle meydana geldiğini (çünkü hasta olmak fiili mutlak olarak insana izâfe edilmiştir), Allah’ın ise her durumda Şâfî ismi ile aksayan insanı yeniden sağlıklı bir hale getirmeye muktedir olduğunu anlamak mümkündür. Bu yargının ilk kısmı, yediğine-içtiğine, uykusuna-düzenine, sıcağa-soğuğa, giyimine vs. dikkat eden ve tertipli bir hayat süren insanın hasta olma riskinin azlığına; ikinci kısım ise muhtemel hastalık durumlarında kullanılan araç (istirahat, ilaç, ameliyat vb) ne olursa olsun, şifanın kaynağının sadece ve sadece Allah olduğuna dikkat çekmektedir.
Son tahlilde hastalık temelde kulun ihmallerinden kaynaklanmakta, hastalık esnasında çekilen sıkıntılar (hadislerin işaretiyle) daha önce işlenen günahlara kefaret olmakta ve hastalığı ortadan kaldırma kudreti ise sadece Allah’a ait bulunmaktadır. Zaten kulların hastalık durumlarında daha nahif, içli, dualı oldukları bilinmekte, bu durum ölüm psikolojinin insanın inanç dünyasındaki etkilerine işaret eden âyetler ile de uyum arz etmektedir (En‘âm 6/63; Yûnus 10/22). Dolayısıyla hastalığın, insanın, bedenî olarak yıpransa da, ona sabretmesi durumunda hem yeniden özüne, fıtratına dönmesine hem de geçmiş günahlarından arınmasına imkân veren bir olgu olarak anlaşılması mümkündür.