Eksik olan bir şeyler var günümüz insanında; insanın bizatihi özünde olması gereken, onu iyi kılması, iki dünyalı etmesi gereken bir şey… Kaygılı olmasını, düşünmesini, sor/gula/masını, çevresine değer katmasını gerektiren, bazen sebepsiz yere ağlatan, bazen bahar gibi güldüren, bazen sürekli dalgın eden, bazen hiç uyuyamaz eden bir şey… İnsanın, kendisini “arayan” olarak konumlandırması ile bu eksik kapanacak gibi. Çünkü insanlar “buldum”un kibrinin altında iki büklüm bir hal almış. Bulduğu şeyin neliği/niteliğini hiçbir zaman sorgulamadığı gibi, “arayan”ın arayışını mantıksız görecek kadar da erdem anlayışında yoksuz bir tip zuhur eylemiş. Hey gidi hey!
İnsan, çevresini, çevrilmişliğini, sınırlarını, kapasitesini, haddini, olurunu, hedefini tam anlamıyla kavradığı zaman kendi hakikatinin bilincine varmış olacak. Yani kendisinin kâinat içindeki durumunu ve konumunu net bir surette tayin ettiğinde hayatını anlamlandırabilecek. Sahi, bir yaratılmışın, hele de bu yaratılmış akıllı ve vicdan taşıyan bir varlıksa, kendi nefsinde/özünde, sessiz ve derinden de olsa mevcudunu tartışmaya açmaması, manen terakki etmek için herhangi bir kaygı gütmemesi, en iyiye erişmek için çabalamaması, sonsuzluk idealini içerisinde büyütmemesi, ona erişmenin yollarını aramaması nasıl izah edilebilir? Istırap sahibi olmadan bu hayat nasıl çekilir?
Aslına bakılırsa insan ıstırapsız yaşayamaz. Ama sorun şu ki, maddî/fizikî problemlerini fazlasıyla önceleyen ve bundan dolayı özünü öteleyen insan, ıstırap ihtiyacını çevresindeki kısır şeylerle gideriyor. Yani iç çekişmelerini, ontolojik soru/n/larını, ölümün/kayıpların kendisine hatırlattıklarını, yalnızlığını, anlaşılamadığını düşünüşünü, kâinatı algı ve anlamlandırma problemlerini daima kendi sosyal çevresindeki sınırlı sorunlarla örtbas ediyor. Çünkü bu çoğu zaman çok daha rahat bir hayat anlamına geliyor. Ancak bu, sonsuz eden/kılan metafizik dertlerin, hiçbir kadr u kıymeti olmayan süflî şeylerle zayi edilmesi anlamını da içerisinde barındırıyor. Bizatihi varlığın hakikatini kurcalaması gereken ve bu istidâdı hâiz olan insan, filancanın kendisi hakkındaki sözlerini, evde akşam yemeğinin ne olduğunu, terfi etmek için daha neler yapması gerektiğini, kendisini hiç ilgilendirmeyen onlarca meseleyi evirip çeviriyor kafasında. Haliyle yorgun düşüyor. Dertlenme ihtiyacını da bu şekilde halletmiş oluyor.
İnsan, tâlib olmalıdır. Özü itibariyle duruluk ve iyiliği temsil eden bir tâlib. Hikmetin tâlibi. Yitiği olduğu düşündüğü hikmeti, gönlünün yet/iş/tiği her yerde arayan bir tâlib. Aslına bakılırsa insanın tâlib olmasının gereği, kul oluşu ile yakından ilgilidir. Çünkü kul oluş hali, kendi üzerindeki bir otoritenin ilminin varlığını kabul etme anlamını içerisinde barındırır. İşte tâlib de burada yola görünürlük kazanmaktadır. Kendisinden daha iyi bilenin bilgisine ulaşmak için çabalayan ve bu işi gönüllü/iradi olarak ortaya koyan kimsedir o, yani talebeliği nimet bilen kimse. Tâlib olma hali, bilinçli bir surette aşikar bir zahmete “evet” deme durumunu net bir şekilde göğüslemek anlamına gelir. Çünkü hikmetin bilgisi, bir eğitim kurumundan veya makamdan alınabilen ya da diploma veya servet ile elde edilebilen bir şey değildir. İşte tam burada, insanın ıstırap eksenli bir hayata yani tâlib olmaya yönelişinin niteliğine değinmek gerekir. Taleb fıtrî bir ihtiyaçtır. Fıtrî olan bu ihtiyaç ise zihni alt-üst eden sorularla çevrilidir. Bu çevrilmişlik ise insan olmanın tezahürüdür. Ve insan bu iç çekişmeleri ile insandır. O yüzden “taleb-soru-insan olma” şeklindeki bu bilinçlilik, insanın dünyadaki en büyük ideali olmalıdır, çünkü insanı kendisini dinlemeye götürecek olan bu tarz bir iç-muhasebe halidir.
“Bulmak” ile “kucağında bulmak” farklı şeylerdir. Hem de kıyamet olmaksızın yan yana gelmesi mümkün olmayan vâdiler kadar farklı. Tâlib, “bulmak” için gönlünü, zihnini ve zamanını hikmet yoluna verirken, “kucağında bulan” kendisini bilen olarak konumlandırmakta ve arama ihtiyacı duymamaktadır. Tâlib, arayışının hiç bitmeyeceğini düşündüğünden daima dertli, “kucağında bulan” elindekinin her işini görecek kadar yeterli olduğunu düşündüğünden her daim metafizik dert özürlü ve bundan dolayı mutludur. Tâlib, hikmet yollarını arşınlamanın derdinde, “kucağında bulan” dünyanın dertlerini dert bilmektedir. Yani anlaşılacağı üzere tâlib yani “arayan” ve “kucağında bulan” oldukça farklı dünya algılarına sahiptirler.
Tâlibin bir diğer meziyeti, kendisini yeterli görmeme ve kendi kısır bilgisini mutlaklaştırmama erdemidir. Bu anlayış aynı zamanda, onun kendi “ben idraki”nin künhüne de vakıf olduğunu göstermektedir. Çünkü ancak kendisini iyi bir şekilde tanıyan zihinler, kendi yetersizliklerinin farkına varabilirler. Böyle bir zihnî algıyı temin eden tâlib, başkasına kendi bilgisini dayatma dar-görüşlülüğünden, gökkuşağının renklerini kendi grisine tebdîl etme sevdasından da azâde olacaktır. Çünkü hikmetin dilinin en yetkin temsili, bizatihi hakîm kimsenin hikmeti temsil edişidir. Böylece sözden arınmış dilin, arı-duru etkileyiciliği muhatabı sarma imkânı verecektir.
Tâlibin hayatının en belirgin çizgilerinden biri, yolculuk halidir. O, yolcu olduğunun bilincinde olan bir yürektir. Yolcu oluş hali, yolda çok fazla eğlenmemeyi, menzile varmak için sebatla sürekli ilerlemeyi zorunlu kılar. Yolculuk bilincinde azık, ihtiyacı görecek; yük, taşınabilecek; tefekkür ise, yolcuyu sonsuz kılacak kadardır. İşte tâlib, bu halin gereklerini nefsinde taviz vermeksizin yaşama erdemini gösteren, hâlini aşikâr etmekten çekinmeyen, utanılası yüzlerce işi yapan ancak zerre kadar utanmayan insanların içerisinde tevazu ile menzile varan yolları arşınlamayı nimet bilen kimsedir. Çünkü tâlibin anladığını sandığı İlâh, güç/iktidar/servet/bilgi sahibi iken tevazu göstermenin, gerçek tevazu olması gerektiğini sessizce vahyeden bir ilâhtır. Bu yüzden tâlibin en tiksindiği şey, kendisini, olmadığı bir meziyetle ballandıran, kendi sınırlı meziyetlerini ise tek hakikatmiş gibi dayatan kibir kumkumalarıdır. Ve tâlib, şeytandan önce kibir sahibinden sığınmaktadır “sığınılası makam”a.
Sözün özü tâlib, arayan, yolcu olduğunun bilincinde olan tevazu sahibi bir kuldur. Ve böyle olduğu için “değeri veren”in nezdinde değerlidir.