Selam filmi, Batı sömürgeciliğinin yaraladığı insanlığı tedavi etmek üzere yol alan bir avuç insanın filmi. Film sanatsal yönden eleştirilebilir. Oyunculuk, müzik, 25 yıl önceki havaalanı, Afganistan’da topuklu ayakkabı ve benzeri teknik hatalar. Fakat bunlar, beyaz perdeden tüm insanlığa ulaştırılmak istenen insanlık mesajını gölgeleyecek çapta değil. Selam, insanlığın acılarına yara bandı, amaçsız hedefsiz insanımıza ışık olabilir mi? Bu imkan, evrensel bir proje olarak sinemayı yeniden diriltebilir ve bizi hayali ‘kardeşlik’lerden uyandırabilir mi?
Batı’nın en iyi kullandığı dildir sinema. Etkisi keşfedildiğinden bu yana hem siyasi-politik hem de kültürel sömürge aracı olarak sık sık kendisine başvuruldu. Sinemanın dili, bugüne kadar hep mesaj içerikli olageldi. Çünkü gücü, verdiği mesajla birlikte, o mesajın kitleler üzerinde ne kadar etkili olduğuyla ilgiliydi. Topun tüfeğin gemilerin yapamadığını beyazperde pekala yapabiliyordu.
Bunun birçok örneği var. Rambo filmlerinin, James Bond serilerinin verdiği mesaj, güçlü olanın her zaman kazandığı üzerineydi. Bu dikkat, üçüncü ülke halkları üzerinde o kadar etkili oldu ki, bu halklar sinemanın yaydığı hakim dil sayesinde, kendilerine olan güveni kaybetmekle kalmadılar, kendi topraklarında köleler olarak Batılı efendilerine derin tazimler sundular. Bir haksızlık karşısında susarak zarar görmemeyi öğrendiler. Hakları ellerinden alındığında manipüle edilmiş dini duygularını ‘sabretmek’ üzerinden yapılandırdılar. Kendi gemisini yürütmenin kodlarını ezberlediler. Aksiyon filmleri ile başdöndürücü şiddetin yıkıcı üslubunu takındılar ve agresifleştiler. Agresifleştikçe şefkat ve merhamet duygularını körelttiler.
Sinema uzun bir dönem, sömürge mantığının kültürel kodlarını taşıdı üçüncü dünyaya. 1930’ların 40’ların filmleri 70-80’lerde büyük izleyici kitlelerini uyuşturmaya devam ediyordu.
Bir dönem, kadın-erkek beden sömürüsünün reyting yaptığı keşfedilince bu alanda filmler yapıldı. Bunlar, gençlerin ruhsal dünyasını altüst ederken erişkinlerin birbirlerine olan güven ve saygılarını yitirmelerine neden oldu. Aile yapısı sarsıldı, kadın erkek rolleri mutasyona uğradı. Çocuklar bu tür filmlerden önceleri +18 kuralıyla uzak tutulmaya çalışıldaysa da sonraları, bu sömürünün onların yaş düzeyine hitabeden çizgi filmlere dahi girdiğine şahit olduk. Annenin gözetiminden çıkan çocuk artık çokuluslu dev prodüksiyon şirketlerinin evlatlıkları haline geldi. Yıllar sonra anne, kaybolmuş çocuğunu uyuşturucu satıcılarının elinde, tekinsiz bar köşelerinde, insan onuruna yakışmayan yerlerde bulamadıysa, kimlik buhranı yaşayan, amaçsız hedefsiz, depresif ne vatana ne millete hayrı olan bencil bir erişkin olarak buldu. Toplumun temel ahlaki değerlerine dinamit koyan bu filmler için muhafazakar kesimler sadece genel seyirci içinde kayboldular. Cılız tepkiler ise pasif izleyici kitlesi arasında eridi gitti. Oluşturulan alternatifler ‘vaaz hocalığı’ndan ileri gidemedi. Kayda değer bir tepki, hiçbir zaman sonucu değiştirecek kadar güçlü olamadı.
90’lara gelindiğinde siber ağların kuşattığı bir dünya karşısında birey artık savunmasızdı. Savunmasız bireyin gönlünü almak, onun kendisini iyi hissetmesine yardımcı olmak için görev üstlenenlerden biri yine sinema oldu. Bilgisayarların, laptop ve tabletlerin hayatımıza girdiği dönemlerde bu yalnızlık duygusu yapay ve amorf bir ‘yüzük kardeşliği’ düşüncesi ile bertaraf edilebilir ve ekran başındaki her birey yalnızlığını büyük bir kahramana dönüşerek yatıştırabilirdi. Bu kaybolmuş nesil bir süre sonra toplumdan soyutlanmış gönüllü köleler olarak siber alemin askerleri haline geldiler. Bilgisayar oyunları ise, benliğini yitirmiş neslin önüne bonus olarak sürüldü.
ENFORMATİK SAVAŞ
Sinemanın mesaj kaygısı her zaman oldu. Sanat, zaten öteden beri ‘bir mesajı olmalı mı olmamalı mı?’ ikilemindeydi.
Fakat bugün insanlık, kendi adına artık hiçbir şey söyleyemez, hareket edemez köleler haline dönüştürülmüşse, sanatın mesaj kaygısının olup olmadığı ya da gerekip gerekmediği üzerine yeniden konuşmak gerekir.
İnsanlığın; güven, sadakat, yardım, acıma, merhamet, gözetme, koruma, değer verme, acıyı-sevinci paylaşma gibi ortak evrensel değerlerinin bugün artık hiçbir öneminin kalmadığını görmekteyiz. Peki bu nasıl oldu? Habil-Kabil’den bu yana bir didişmenin olduğu gerçeği ile insanoğlu, yeryüzünü bu denli bir cehenneme çevirme cüretini ne zaman nasıl gösterdi.? Yerkürenin bir tarafı bütün medeni imkanları kullanıyor iken diğer tarafıyla ilgili küçük bir bilgiye dahi sahip olamamamız acaba yalnızca kardeş didişmesiyle mi alakalıydı.? Yoksa bilinçli bir enformatik savaş ile dünyanın geri kalanı yok mu sayılmıştı.? Bu savaştan sinema ne kadar sorumluydu?
Sinemanın sorumluluğu, yarattığı nesle bakılarak saptanabilir kanaatindeyim. Fantazyanın uçlarında örneklerle, animasyon devlerinin teknolojik üstünlüklerini pekiştirdikleri yapımlar, insanlığa ne verdi.? Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı Tolkien, bir söyleşide kendisine sorulan ‘fantastik bir kaçış edebiyatı mıdır?’ sorusuna verdiği cevapta bu gerçeği dramatik bir şekilde ortaya koyar. Der ki: ‘Kendini hapiste bulduğunda, dışarı çıkıp evine gitmeye çalışan bir insanın neden cezalandırılması gereksin?’ Kaçışın ‘insanın kendi evine’ olduğuna değinen Tolkien, yalnızlaşan insanın kendi evine/kendine/benliğine sığındığında neyi bulacağı ile ilgili ipucu vermez.
Ve biz sorumuzu yeniden sorarız: ‘Sahte yüzük kardeşlikleri insanlığa ne verdi? Neyi inşa etti, hangi yarayı sağalttı?’
SELAM FİLMİ VE ÇAĞRIŞIMLAR
Bütün bu düşünceler, izlediğim Selam filmi sonrasında zihnimde yoğunlaştı. Selam filmi üç idealist öğretmenin, Batı sömürgeciliğinin yakıp yıktığı bütün değerleri, yeniden inşa etmek üzere farklı coğrafyalardaki insanlara eğitim temelinde uzattıkları eli temsil ediyor. Bu öğretmenler Türk. Türk olmaları dışında en temel ortak özellikleri açtıkları kolları/okulları ile kim olursa olsun bütün insanlığı kucaklama, bağırlarına basma ideallerinin olması.
Pratikte örneklerini gördüğümüz bu öğretmenler en iyi eğitimi almış, yüksek mevkilerde görev yapacak donanıma sahipken, adını dahi bilmedikleri çok uzak coğrafyaları gidip orada neredeyse karın tokluğuna öğretmenlik yapıyorlar. Öğretmen dediğimiz, şimdinin mesai kıskacında kendini evine zor atan atanmış memurları kastetmiyoruz. Evinde içecek suyundan, hastane masrafına, edindiği arkadaşlarından gördüğü rüyasına kadar, ilgilendiği çocukların sahip olduğu öğretmenlerden bahsediyoruz. Ve en önemlisi bunların bir hayal değil bizzat yaşanmış hayat deneyimleri olduğunu öğrendiğimizde işin yüzü değişiyor. Bu noktada gerçekçi bir filmin idealist bir vizyon ile kitlelere bir şey söylemesi bekleniyor. O ses, Bosna’da öğretmenlik yapan Adem hoca ile bütün coğrafyalarda yankılanıyor: ‘Irmak olma, köprü ol!’
Film henüz fizyonda olduğundan, izleyicinin merakını minimize etmemek adına filmin kurgusunu detaylandırmayalım. Fakat izlerken, sanatın neyi kaygı halinde önümüze sürdüğünü, sinemanın yıllarca bunu nasıl ihlal ederek zihinleri manipüle ettiğini hatırlayalım. Klişeleşmiş, parodileşmiş, nefret dilini kuşanmış, görmezden gelme alışkanlığına kurban gitmiş yargılarımızla değil, salt insanlık ve çözüm odaklı bakarak izleyelim. Film bize çok şey anlatacak ve birşeyler yapmak için harekete geçirecektir.
Bugün ne dersek diyelim, bu film ile sinema, en güçlü evrensel dili insanlığa sunmak üzerine bir milat olmalıdır. O dil, köprü olan insanın, insanlığı yaşatma idealidir.
(Edebistan-2013 nisan)