Bir zamanlar edebiyatın, toplumu değiştirici, dönüştürücü, onarıcı ve onurlandırıcı yönü vardı.
Hatta sanat bir toplumun can damarı olarak görüldüğünden yazarlar, düşünce adamları bu mekanizmanın bir damarını da ben koparmayayım endişesiyle canhıraş çaba içindeydiler.
Ustalarının dizinin dibinde, talebelerine karşı müşfik ve kendilerine karşı acımasızdılar. Şimdilerde çoğu ukbaya intikal etmiş, içimizde yaşayanları ise o güzel atlara binip gitmeyi bu dünyada yaşamaya bin kere tercih edecek kadar hüznü kuşanmış, kendi köşelerine çekilmiş bilinçli bir susuşu tercih ediyorlar.
Gözlerim, artık kitaplarından kendilerini tanıdığımız eskileri arıyor. Tek bir sözü tek bir mısrası yankılar uyandıran, politik olsun ya da olmasın, toplum içindeki misyonu işaret eden ve her daim hedefe 'sanatın sağaltıcı, onarıcı ve güzelleştirici' yönü ile bakan o samimi damardan bahsediyorum.
Düşünce adamlarının, aksiyon anıtları oldukları dönemlerden bahsediyorum.
Böyle bir döneme yetişemedim.
Kıyıda köşede kalmış temsilcileri ise o kadar azki, onları arasam bulsam, sanki sayıları azalacakmış hissine kapılıyorum. Ya da serzenişlerinden nasibimi almanın utancını yaşayacağım. Seslerindeki sitemkâr ifadeleri duymak için kahin olmaya gerek yok.
Peki ne oldu da edebiyat için insanı, insan için edebiyatı dirilten bu insanlar çoğalmadı? Eskisinden daha fiyakalı, daha popüler, daha ses getiren yazarlarımızın sayısı hayli fazla olmasına rağmen, elektronik dergi yayıncılığında çok başarılı gelişmeler görülmesine rağmen, iletişimin, dağıtımın, ulaşımın, reklam çalışmalarının bu denli kolay olduğu devirde edebiyat, işlevini yerine getiriyor mu?
Ya da soruyu şöyle soralım. Ne oldu da sanatçı kendisini misyonu olmayan dağınık renkler harmonisi içinde silikleştirdi? Edebiyat sözcüğü ile 'kalpazan, münafık, vurguncu, fırsatçı, tirübünlere oynayan' sözcükleri nasıl oldu da yanyana geldi ve birbirini besledi? Ve tam da böyle bir arenada 'yazmak' eylemi neyi 'eylemek'teydi? Yoksa yazar kalemden çok silgi mi kullanıyordu da farkında değildi?
Sanatın -özelde edebiyatın- topluma neyi borçlu olduğunu sormanın bile 'kuramsal sıkıcılık' olarak nitelendirilmesinden korkan bir 'edebiyat dünyası'na sahip olmak her topluma kolay kolay nasip olmaz. Dolayısıyla böyle bir düzlemde edebiyatın işlevinin, neye yaradığının sorulması, çarkların kurulu haliyle işleyişine tersken, böyle bir hayalin peşine düşmek de abesle iştigal olsa gerek. Bir 'şaşkınlık sanatı' olarak edebiyatın pandomim sanatçılarını andıran yazarları, sahnenin perdelerinin daha uzun süre açık olmasını hiç bir çağda bu kadar çok istememişlerdir. Çünkü reklam (ya da halklailişkiler) denilen modern zaman efsanesi tılsımlı sopasıyla harikalar yaratmaktadır.
Bu tılsımlı sopanın, has edebiyat işçilerinin tepesinde keskin bir kılıca dönüşmediğini iddia edebilir miyiz? Yazının başında sorduğumuz sorunun da cevabı burada gizlidir. Edebiyata insan için, insana edebiyat için ruh veren o güzel adamların çoğalamamasının nedenlerinden birisidir bu kılıç.
Edebiyatın bireyleri olan yazarlar, şairler düşünce adamları; bireysel buhranlarından sıyrılamamanın, egolarını her gün biraz daha şişiren ayrıcalıklardan kopamamanın, iş olsun torba dolsun hesabı didinişleri hafifletememenin, hangi yöne bakarsam politik poz vermemiş olurum endamlarının, grafiklere ve sayılara boğulmuş metin avcısı fırlamacılığının sonuçlarını 'edebiyat artık işlevsizdir' ekşi tadına dönüştürmüş durumdadırlar. Ve tam da böyle bir ortamda 'ben neden yazıyorum?' sorusu sorulamıyorsa eğer, bu işin acıya evrilen ekşi kokusu, hassas mideleri mutlaka bulandıracaktır.
Edebiyatı diri tutan ve onu vareden Söz, onu sahiplenen, işleyen, yayan, ifşa eden, sırlayan, sükûta erdiren, çığlığa boğan bir öznenin (yazar) elinde asıl işlevlerinden kopartılıyorsa, edebiyata hakim olan şey Söz değil artık bir lakırtı, mırıltı ya da sayıklamadır. 'Çağımızda insan, edebiyata karşı münafıklık etmektedir' sözü tam da bu noktada acı bir gerçek olarak suratımıza çarpılır.
Çok okumuyoruz naraları atanlar acaba içten içe edebiyatın bu hali pür melalini okurlara mı yüklemek niyet ve kastındadırlar? Bir yazarın, nitelikli okurdan bahsetmesi bir hassasiyettir. Ama çok okumayan okurdan bahsetmesi (dolayısıyla da çok satmayan kitaptan) şikayet etmesi ya da okur merkezli şikayetleri sıralaması 'edebiyat kalpazanlığı'nın en has versiyonu değil de nedir? Adama demezlermi Söz'e sahip çıktın da, onun ayağa düşmemesi için mi çabalıyorsun?
Çok okumamak bir mesele olabilir, ama asıl mesele, çok okunsun diye ana damarlarından özünden ve işlevinden sökülürcesine kopartılan Söz değil midir?
Büyük bir medeniyet birikimini, geleceğin kör kuyularında yitiren yazarlar, edebiyatı düştüğü yerden kaldırmakla sorumludurlar, vebaldedirler.
Kimse üstüne alınmazsa şu soruyu sorarak 'mesele'mizi kapatalım gitsin. Zaten bu yazı, kör kuyuya atılmış taş mesabesindedir.
Suskun ve huysuz ihtiyarların, kibirli yetişkinlerin, şaşkın ve hiperaktif gençlerin, yeni yetme metin avcılarının arzı endam ettiği bu edebiyat çiftliği kimin malı olaki?
(aralık 2010)
edebistan