Aydınlanmanın insanlığı, bu derece kör bir karanlığa iteceği kimin aklına gelirdi. Aklın ampulü öyle yüksek bir wattla çalışıyorduki, birgün insanlığın modernizm cehenneminde hem ışıksız hem de çaresiz kalacağını elbette kimse öngöremezdi. Bütün safların belirginleştiği, kavramların tanımlandığı, kulvarların sınıflara ayrıldığı ve meta-fizik algının 'hastalıklı' kabul edilmeye karar verildiği aydınlanma döneminde, darbenin en büyüğünü, aklın bir türlü kabul etmeye yanaşmadığı alan aldı: metafizik.
Bu darbenin öyle çabuk geçer yanı yoktu, asırlarca sürdü ve halihazırda sürüyor. Belki de sırf bu nedenden dolayı evrenin en 'bozguncu girişimi' diyebiliriz aydınlanma için. Dayattığı ve boyun eğmeye mecbur bıraktığı mantalite, metafizik ile asırlarca bağlantı kurulamamasına neden oldu. Kutsalın referansı olan metafizik yalnızca teolojinin bir konusu olarak görülmeye başlandı. Ne edebiyatın ne de diğer alanların bu sözcük ile bir bağının olmamasının 'olağan' kabul edilmesi, bağ kurulması halinde de 'olağandışı' olarak görülmesi düşüncesi palazlandı.
O zamana kadar gelen ve özellikle sözlü kültürün katkısıyla yayılan söylence edebiyatının, aydınlama ile alaya alındığını biliyoruz. Fakat yalnızca alaya alınma bile sözlü edebiyatın gücünü engelleyemedi. Özellikle romantiklerin direnişleri olmasa, aydınlanmanın kurduğu mantığın, bir saat gibi işleyişi hızlanacak ve hiç bir muhalefetle karşılaşmadan yollarına devam edeceklerdi. Bu bakımdan romantiklere çok şey borçlu olduğumuz söyleyebiliriz. Teolojiyle bağı direkt kurulmasa da romantikler, kurgularıyla metafiziğin diri tutulmasına ve uzun süre olmasa da ayakta durmasına sebep oldular.
Ama bir süre sonra romantiklerin de sesinin kısıldığını görüyoruz. Realist katı anlayışın, metafiziğe referanslar sunduğu kurgu alanında, çalışmalar yaparak 'tanım' cehenemini yaratmaya çabaladığı dönemlerde bu alana yani metafizik kurgulara da okkalı tokat gibi bir tanım buldular. Metafizik kurgular 'aklın hastalıklı durumları'ndan başka bir şey değildi, anlatılanlar 'sadece imgelem dünyasında varolan' kurgulardan ibaretti. Bu tür kurguları kaleme alan yazarlar 'hastalıklı ruh sayıklamaları' içinde vakit geçiriyorlardı. O halde bu alandaki kurgulara bir tanım yapılmalı ve kenarı köşesi çerçeve içine alınmalıydı: 'fantazi olan kurgular' yani, fantastik!
Bu kurguların başına gelen en talihsiz serüven, şüphesizki ona 'fantastik' denmesiydi. O dönemde bu tanıma şiddetle karşı çıkışlar olsa da, aydınlanmanın ışığı(!) gözleri kör edecek kadar şiddetli ve büyüleyiciydi.
SORULAR SORULAR...
Aradan asırlar geçti, hala metafizik alanın bu konudaki birikimi hakkında cesaretli şeyler söyleyemiyoruz...
Bu durum, fantastik sözcüğünün içeriğini kabul ettiğimizden mi yoksa metafizik sözcüğünün karşıladığı anlam tümcelerinden ürktüğümüzden midir? Ya da şöyle sorabiliriz: Edebiyatın gerçeklik duygusunda oluşturduğu 'yırtılma'ya, kurgulanmış fanteziler gözüyle bakmak bizi, bir başka gerçeklik alanının, 'diyar'ının ya da varlıklar dünyasının olabileceği fikrinden, bu ihtimalden ne kadar azad eder? Üstelik bu fikirle ruhumuzu ne kadar teskin edebiliriz.?
Muhayyile sözcüğünün fantezi sözcüğü karşısında takındığı ağır endamlı tavır, fantezinin uçuşan eteklerine takılan hayal dünyasının kurgularını bir rüzgar gibi savurur mu? Bu savuruştan elimizde bir kaç hayal mi kalır bir fantezileri demeti mi? Muhayyile ile fantastik, medeniyetler çatışmasında birer piyon mudurlar yoksa vezir kadar şaha yakın ve bir o kadar da oyunun kaderini belirleyen bir konumda mıdır? Yoksa, medeniyetler çatışmasına çanak tutan aydınlanmanın, satrançtaki piyonların basit ama önemli görevlerinde haberi yok muydu? diye de sorabiliriz ve iddia edebilirizki bu soru, fantastiğin gidişatıyla son derece alakalıdır.
Fantastik sözcüğüne 'büyülü gerçekçilik' penceresinden baktığımızda 'gerçeğin yırtılması'nın daha net göründüğünü söyleyebiliriz. Hal böyle iken yani bir edebi tür, edebiyatın üzerinde oturduğu gerçeklik algısına bu denli müdahale ederken ve mitlerin de etkisi ile kendine sağlam bir yer açarken, bu türe hala 'imgelem dünyasında varlık bulan' kimliği ile mi bakacağız? Edebiyata vurduğu damgayı görmezden gelerek, metinlerarası ilişkinin de ötesine taşan bir miras yükü ile 'gerçeği yırtan' örneklere hala 'hayalin varlık alanı' mı diyeceğiz? Israrla popüler örnekler üzerinden hareket ederek bu ağır sorumluluğu taşımadığına mı kanaat getireceğiz?
Bu sorular, fantastiğin ontolojisi ile alakalı göründüğü kadar, edebiyatın hayata müdahil olduğu alanlarda ne kadar 'üç maymun' u oynayıp oynamadığını da gösterecek cevaplarla bizleri şaşırtmalıdır.
Eğer bu sorulara cevaplar üretemiyorsak, fantastiğin daha ürkütücü ve bizi çaresiz bırakacak despotizmine hazırlıklı olalım...
(edebistan 2011 haziran)