bismillahirrahmanirrahim
anlatan: şehrazad
yazan: kamil doruk
FİRUZ AĞA (5)
(Geyiklinin Hikâyesi)
şu gördüğünüz ayağı zincirli geyik, aslında, çocukluk arkadaşım ve hanımımdır. evlerimiz pek yakındı. beraber büyüdük denebilir. yaşımız elverince, bizi evlendirdiler.
evlendiğimizin ilk senelerinde, mutlu ve huzurluyduk. ancak, uzun süre geçmesine rağmen, mutluluğumuzu perçinleyecek bir çocuğumuz doğmadı. bu hal, benim kadar hanımımı da üzüyordu. takdir edersiniz ki, bir yuvanın mutluluğu ne kadar sağlamsa da, çocuk filizi ile tazelenip yeşermeyince, yeşillenmeyince, git-gide parlaklığını, ışıltısını kaybediyor, meyvasız bir güz ağacına dönüşmeğe yüz tutuyor. uzun seneler sabretmemize ve türlü tedavi yolları denememize rağmen, netice vermeyince, hanımımla oturup başbaşa konuştuk.
işten anlayanların teşhisine göre, hanımım kısırdı. bu durumda, çocuk için bir hanımla daha evlenmekden başka ihtimal görünmüyordu. nihayet hanımımım rızasıyle bir cariye alıp nikahladım. bu ikinci hanımımdan, nur topu gibi oğul geldi. ilk hanımım, oğlumuz büyüyene kadar, evimizde bir şefkat ve merhamet âbidesi gibiydi. oğluma, kendi öz çocuğuymuş gibi özen ve sevgi gösteriyordu. ikinci hanımım da kardeşi gibiydi. meselenin özü ve özeti, oğlum doğdukdan sonra, onbeş sene boyunca, yuvamız güllük-gülistanlık idi. onbeş yaşına giren oğlum, kişiliğinin farkına varmağa başladığı bu yaşlarında, yakın ilgi istiyordu. veya ben bizzat, hayata hazırlanması çağındaki oğlumun yakın ilgi, gözetim, eğitim ve korunmağa ihtiyacı bulunduğuna kani idim. bundan dolayı vaktimin çoğunu oğluma ayırıyor, üzerine titriyor, bir şeyden yoksun bırakmamağa gayret ediyordum. lâkin ilk hanımım, içden içe bana ve bu duruma kızmağa başlamış. onu, artık yaşlandığı için unuttuğuma, sevmediğime, bütün sevgimi oğlum ve annesine ayırdığıma inanıp içerlemiş. içerlemesi de hasetlik ve kıskançlığa karmış. alınganlığı, hınçlanıp intikam almağa kadar varınca, halini benden gizleyip içten pazarlıklılığa başlamış. içindeki intikama varan öfke ateşinin önüne geçilemez şiddetini, neden sonra farkedebildim.
günlerden bir gün, bir alışveriş dolayısıyle, oturduğumuz şehirden başka bir şehre gitmem gerekmişdi. ticaretle uğraştığımdan, ayda birkaç kere şehir dışına çıkardım. amma, sadece birkaç gün için. bu sefer on-onbeş gün kadar dönemeyecekdim. bunu söyleyip, vedalaşdım.
on küsur gün sonra işlerimi bitirip döndüğümde, biricik oğlumu ve anasını, ya’ni ikinci hanımımı ortalıkda göremedim. ilk hanımım beni son derece neşveli, işveli ve güleryüzlü karşıladı. oğlumu ve anasını sorunca, bana şöyle cevap verdi:
«ah efendim! sen gitdikden birkaç gün sonraydı. benim de pek sevdiğim, kardeşim kabul etdiğim ikinci karın hastalanıp yatağa düşdü. önceleri pek mühimsemedi. tabib çağırma teklifimi lüzumsuz buldu. üç gün: yorgunlukdan olacak.. yatıp istirahat edeyim, yarına kalmaz iyileşirim, dedi. ama, üçüncü günün gecesi, ağırlaştı ve dördüncü günün güneşini göremeden bu dünya hayatına veda etdi. başucunda bir yasin tilavetine ancak vakit bulabildim. gelmene daha on gün kadar vardı. haber vermem ve yetişmen muhal göründüğünden, o gün can kardeşimin naaşını defnetdik. mekanı cennet olsun… allah, geride kalan sevenlerine ve dostlarına sabır versin…
«biricik oğluna, daha doğrusu pek kıymetli oğlumuza gelince.. ki onu kendi oğlum kabul etdiğimi ve böyle sevdiğimi bilirsin.. zavallı yavru, sevgili anneciğinin defninden sonra, ben artık bu acıyle buralarda yaşayamam, deyip, aldı başını gitdi. ne kadar teskin etmeğe çalışsam, kararını iyi düşünmesini, en azından senin dönmeni beklemesini söylediysem de, bütün dil dökmelerimi dinlemeyip gitdi. giderken, hiç olmazsa nereye, hangi taraflara gitmeğe niyetlendiğini sordum; baban gelince merak eder, seni görmek ister, belki ardından yollara düşer, dedim. amma o, nereye gideceğini kararlaştırmaksızın, bilmeksizin yola koyulacağını söylemekle yetindi. başka bir şey demedi. gidiş o gidiş, bir haber gelmedi. ben de merak içindeyim! ah yavrucuk; nerelerde, ne hallerdedir şimdi acaba?!»
bunları söylerken son derece üzgün görünüyordu. anlattıkları, ya’ni duyduğum bu iki acı haberle öylesine sarsılmıştım ki, üzüntüsünün sahteliğini farkedebilecek hâl ve şuurum kalmamışdı. bana oğul veren gencecik hanımım öldüğü gibi, biricik hazinem, varlığımın meyvesi de yokolmuşdu. bundan daha büyük, daha yıkıcı bir felaket gelebilir miydi bir insanın başına! hayatımın bütün renkleri solmuş, ışığı kararmışdı. üzüntümden soluğum kesildi ve kendimi kaybedip bayıldım. bir hafta kendimi bilmeden, şuursuzca yatdım. ateşler içinde kıvranıp inledim. gecelerim kâbuslarla doluydu. kâbus görmemek için uyumamağa çalışıyor, bu sefer bitkinlikden bîtab düşüyordum. gündüzleri, ziyaretime gelen eş-dostun teselliye yönelik sözleri ciğerimin yanmasını, yüreğimin kanamasını azaltmıyordu…
nihayet ayağa kalkacak hale geldiğimde, adım atmağa çalışan, sarsak bir iskelete dönmüş idim. ayakda durmağı becerir-becermez, ilk karımdan, beni, oğlumun annesinin mezarına götürmesini istedim. götürdü. tazece bir kabartının başında, benden daha fazla inleyip göz yaşı dökdü…
biz insanlar, nasıl da, dayanamam, diye-diye, dayanılmaz acılara, alışarak dayanıyoruz… alışarak dayanıklılık kazanıyoruz. alışkanlık hem kazandırıyor, hem kaybettiriyor. dayanıklılık kazanıyor, acımızı kaybediyoruz… acı çekmeğe alışmak, acımızı azaltıyor mu, yoksa bize dayanma gücü mü sağlıyor? bir tek kendi ölümümüze mi alışamıyoruz ne? belki ölümüne alışanlar, ölümü aşanlar, aşıp ölümsüzlüğü kazananlar. ölümüne alışmak, ölümsüzlüğü kazanmak. ölümümüze alışmak, ölümümüzü kaybedip, ölümsüzlüğü kazanmak…
ölüme baktıkça, bunun gibi düşüncelere dalıp gidiyordum o günler. sonra hayata bakıp, biricik oğlumun babasını özleyeceğini, bir gün çıkıp geleceğini hayâl ederek, bu hayâlî umud ile teselli bulmağa alıştım.
mâdemâ ki ölmemişdi biricik oğlum…
yaşıyordu hiç olmazsa…
oğlumun ölmediğini bilmek, yaşadığını bilmekdi.
yaşadığını bilmek, gitgide, avuntudan öte, neşve kaynağına dönüşeyazmışdı.
ne de olsa, şu yeryüzünde bir oğlum vardı, yaşıyordu ve, bir ihtimal, bir gün gelecek, babasına dönecekdi.
…hiç olmazsa, bir haberi gelecekdi…
…bir haber gönderecek, veya, bir haberi gelecekdi…
hâdisenin üzerinden hayli süre geçmiş, ilk hanımımla, mutad yaşantımıza dönmüş idik. bu süre boyunca, her aklıma geldikçe ve her namazda-niyazda, allah’ımıza, biricik oğluma kavuşturması için yalvarıp yakarmayı ihmal etmedim, bırakmadım…
günün birinde, bir münasebetle, dostlarıma ziyafet çekmek icab etdi. hısım-akrabayı, iş ve sohbet arkadaşlarımı davet etdim. böyle bir kalabalığa, inek kesmek gerekirdi. evimizin avlusundaki ahırda, sütünden istifade maksadıyle üç-beş inek besliyordum. ziyafet tertibine dair konuşurken, birinci hanımım, ben iş seyahatindeyken satın aldığı danalı ineğin kesilmesini teklif etdi. ben de, çobanı çağırıp, yarınki ziyafet için kesmek üzere, o ineği getirmesini söyledim. çoban ineği getirmeğe gidince, yeterince büyüklükdeki bıçağı alıp biledim. çoban yularından tuttuğu inekle görününce, elimde keskin bıçakla bekliyordum. inek daha uzakdan, beni görünce canlanıp neşvelenmiş, yanıma gelmek için ileri atılmışdı. fakat, zavallıcık, yaklaşıp elimdeki kocaman, yeni bilenmiş bıçağı farkedince, birden durgunlaşıp öyle melûl, mahzûn bir hâl aldı ki, gözlerinden yaşlar yuvarlanmağa başladı. san ki niyetimi anlamış, bana sitemde bulunuyordu. bunun hakikatinin tam böyle olduğunu, yazık ki, iş işten geçince öğrendim. ineğin bu hâli beni pek etkilemişdi. âdetâ utançla, elimdeki bıçağı görünmeyecek bir yere bıraktım. hayvana elimi uzatıp okşamağa başladım. gözlerinin yaşını elimle silip, öpdüm. bunun üzerine yeniden canlanıp neşvelendi. teşekkür kabîlinden elimi yaladı. bunun üzerine çobana dönüp, dedim ki:
«bu garibimi ahıra götürüp danasının yanına bağla. öbür ineklerden birini, bana göstermeden kesip hazırla. benim şu an hayvan kesecek ve kesildiğini görecek takadim kalmadı.»
çoban daha, pekâlâ, deyip yürümeğe başlamadan, yakınımızda bulunan ilk hanımım atıldı:
«efendi, bu dediğin olmaz! dostlarına iyi et yedirmek istemez misin? çünki, inekler içinde en körpe ve semizi bu. diğerleri yaşlı; etleri sertdir. güç pişer ve leziz olmaz. ağız tadıyle yenmez. hele sinirli yeri denk gelirse, koparacağım derken insanın dişlerini söker. onları satıp yerine gençlerinden almak akıl kârıdır.»
bu kadınla bir inek yüzünden tartışmağı gereksiz gördüm. haklıydı da, inekler arasında en iyisi oydu. dostlarıma ağız tadıyle et yedirmek için, uygun olanıydı.
böyle düşününce, bekleyen çobana şöyle dedim:
«bıçağı al ve bu ineği avlunun kuytu bir yerine götürüp kes, parçala. işin bitince, danasını getir, sevmek istiyorum zavallı yavruyu.»
çoban ineği kesip, yüzüp, parçalayıp mutfağa götürdükden sonra, akşam üzeri danayı alıp getirdi. yavrucuk beni görünce, sevinçle zıplayıp çobanın elindeki yularını kurtardı ve koşarak gelip bana sokuldu, sürtünmeğe başladı. başını, kulaklarını okşayıp sırtını sıvazladım, gözlerinden öpdüm. zavallı, sevincini nasıl belli edeceğini bilemez halde, kıpır-kıpırdı. onunla böyle yarım saat kadar eğleşip seviştikden sonra, çobana alıp götürmesini söyledim.
devrisi akşamki ziyafetde ineğin eti yendi. tabii, yemek süresince, zavallı ineğin beni gördüğündeki hâli, hüzünle karışık sevincinin belli etmek, âdetâ söylemek istercesine çırıpınışı.. ve, habersiz yavrusunun beni görünce neşveyle hoplayıp sıçrayışları.. gözümün önünde canlanıp durdu.
devrisi sabah, kahvaltımı etmiş, dükkânımı açmak üzere evden ve avludan çıkmışdım ki, herhalde yolumu gözlemiş çoban koşarak yetişdi ve nefes-nefese şöyle dedi:
«müjde efendim, müjde! pek sevineceğin bir şeyi haber vermek istiyorum…»
şaşkınlıkla:
«hayrola?!» dedim.
çoban:
«hayr, efendim, hayr; hem nasıl bir hayr! ancak, gözlerden uzak, kuytu bir yere gitsek iyi olur. anlatacağım, uzunca ve senin için biraz karışık…» diye cevab verdi.
beraber bir kenara çekilip oturduk. anlatmağa başladı:
«ziyafet için kesilen ineğin danasını sevip okşaman bana da dokundu, merhametim kabardı. anasız geçireceği ilk geceyi ahırda, anasını arayıp, bulamayıp, amma hep hatırlayıp tedirgin geçirmesin diye, kendi evime götürmüşdüm. bağçemizin en hoş köşesine bağlayacak, önüne de en sevdiği taze otları, yemleri yığacakdım. dananın yuları elimde, bağçeye girdiğimde, akşam sofrası hazırlığı için bağçedeki ocakda bir şey pişiren kızım, omuzlarına kaymış baş örtüsüne el atıp başını iyice bağladı. sonra bana: “babacığım; yanında yabancı bir genç erkek bulunduğu halde, bağçe kapısından girmeden niye haber etmiyorsun?” demez mi?! nasıl şaşırdığımı, bu çıkışmadan bir şey anlamayıp donakaldığımı tahmin edersin elbet, efendim. ilk şaşkınlığım geçer-geçmez, kızımın yabancı, namahrem bir erkekden sözettiğini farkedince, ben farkına varmadan, şaka için samimi bir dostumuz arkamdan sessizce girdi mi acaba, diye düşünüp, etrafıma bakındım. tabii ki, bağçede, kızım, ben ve yularından tutup getirdiğim danadan başkası yokdu. etrafda kimseyi göremeyince, kızıma dönüp: “neden sözediyorsun? şaka mı ediyorsun?» deyip itirazımı sürdürdüm: “hayal mi görüyorsun? evhamlandın mı? hani nerede erkek?! burada senden ve benden başka kimse yok!”
«bunun üzerine, kızım, yanımdaki danayı işaret edip: “işte” dedi “seninle gelen, dana sûretindeki bu hayvanın, aslı insandır, genç bir erkek. üstelik, evet.. evet, efendimizin oğlu bu…”
«kızımın bu sözleri beni onun aklından şüpheye ve onun için ye’se düşürdü. eyvah, dedim, kızım aklını oynatmış!..
«ben böyle telaşa kapılayazayım, o konuşmasını şöyle sürdürdü: “telaşa kapılıp üzülmene gerek yok babacığım; aklını kaçırmış filan değilim. âlemlerin rabbine hamdolsun, aklım fikrim ve her bakımdan sağlığım, sıhhatim yerinde ve afiyet üzereyim… herhalde unutmuşsun, hani, geçmiş zamanın behrinde, sihir/büyü mevzuuna merak sarmışdım. o günlerde kazandığım meleke sa’yesinde, sûretlerin aslını görebiliyorum. hatta, muhayyel diyebileceğimiz, amma, muhâl olmayan bir usûl ile sûretin altındaki aslın hikâyesine de, istersem gidebiliyorum... işte bu dana, biraz önce dediğim gibi, efendimizin, annesinin kaybından sonra alıp başını gittiği söylenen oğludur… demek, zavallı alıp başını gitmemiş, büyü ile bir danaya dönüştürülmüş!”
«aklım, asıl, kızımdan bunları duyunca gitdi. ne diyeceğimi bilemiyor, şaşkın ve üzgün, kızımın, kayıp oğlunuzdur, dediği danacığa bakıp duruyordum. acaba konuştuğumuzu duyup anlıyor mu, diye bir soru aklıma düşünce, içim ürperip dalgalandı ve hemen yuları münasib bir yere bağladım. şimdi bu öksüz danacığa, dana muamelesi mi, insan muamelesi mi göstermek gerekirdi? hatta, önüne yem mi koymalıydım, yemek mi?..
«daldığım bu düşünceler çıkmaz sokağının tereddüt kaldırımında kargışlanırken, kızımı kolundan çekip uzak bir köşeye götürüp, fısıltıyle sordum: “kızcağızım, bu dana, aslen bir insansa, bizi duyup ne konuştuğumuzu anlar mı?”
«kızım, telaşıma ve bu sorduğum suale gülümseyip, şu cevabı verdi: “hayır baba; ne konuştuğumuzu duysa da, mantıken ve manaen anlayamaz, idrak edemez. eğer anlasaydı, cevab veremeyeceğinden, aklen ve fikren zarar görür, çatlardı. ya’ni, açık bir zulüm yaşanırdı. adl-i ilahi ve hadd-i ilahi bu kadarına, kimse için cevaz vermez. ancak, diğer pek çok hayvan gibi, içgüdüsel seviyede, ona bakışımız ve ona karşı hareketimizden, kendisi hakkında iyi mi kötü mü, ödüllendirici mi cezalandırıcı mı yaklaştığımızı hissedebilir. şu an diğer hayvanlardan, sözedilebilir en önemli farkı, çözüldüğünde, büyüyle bağlanmış dana suretinden kurtulması, çıkabilmesi, insanlığına dönebilmesidir… insanlığa döndüğünde, hayvan sûretindeyken gördüklerini hatırlayabilmesi, kesindir diyemesem de, muhtemeldir.”
«kızımın sözünü kesip, kafamda dönüp duran diğer suali de sordum: “pekala kızım; şimdi buna yem mi vermeli, yemek mi?”
«bu soruma kızım, kahkaha atmakdan kendini alamadıkdan sonra, cevab verdi: “ey baba, pes ya’ni! gerçekden senin aklın hâlâ başına gelmemiş. panik halinden kurtulabilsen, akledebilirsin ki: o şimdi bir dana; ya’ni bu sûretin tabiatını, bu tabiatın niteliklerini taşıyıp özelliklerini serdediyor. ya’ni hayvan hükmündedir ve bu hüküm ona yem verilmesini tecviz eder. ya’ni mucibdir. ya’ni yemek değil, yem verile. insana dönünce, hüküm döner ve yemi yemeğe döndürür. her bir nesnenin hükmü, ol dem halinin kademinin tahtındadır. ya’ni, o anda arza bastığı ayağının altındadır. ayağının türüne göredir… şu an danadır, dana yemi ihtiyacındadır.”
«işte böyle efendim; bunları anlatmak için dünden beri heyecanla yolunu gözleyip durdum.»
bu duyduklarımdan şaşkın, sarsılmış, sonra katılaşmış, taş gibi oturuyordum. çobanın sustuğunun neden sonra farkına vardım. daha doğrusu, beni omuzumdan tutup sarsmasıyle… etrafıma manasız, her şeyi yeni görüyormuş gibi bakınıyordum. ağzımı açamıyordum. o esnada aklımdan neler geçiyordu; bir şey geçiyor muydu, daha sonra asla hatırlayamadım. beynim buzlaşmış veya yanıp kül olmuşdu. etrafımda, kimisi kımıldayan, kurşuni şekiller görüyordum sadece. onlar da ne kadar uzak, ne kadar manasızdı. bin yıl öncesinin silik rüya paçavraları veya bin yıl sonrasının seyyaleleri…
çobanım dayanamayıp, çok uzak ve çok yakından seslendi:
«efendim; bizim eve gelip, henüz dana sûretindeki oğlunu görmek ister misin?»
bu sesi, gayr–i ihtiyarî uyulması gereken bir çağrı kabul etdim. mihanikî ayağa kalkdım. çobanla yürümeğe başladım. adım atdıkça, damarlarım gevşedi, kan akmağa başladı gibi hissetdim. ciğerlerime giren havadan, beynim oksijen tedarik etmişdi…
bağçeye girdikde, çoban evine doğru seslendi. muhtemel ki pencerede bizi bekleyeduran kızı ve hanımı, uygun dışarı kıyafetle çıkıp yanımıza geldi. bana acıma karışımı saygı ile hoş geldin dediler. selamlarını, baş ve dudak ucuyla karşılayıp, bağçenin bir köşesinde bağlı dana sûretindeki biricik oğlumun yanına gitdim. hasretle ve ıstırap ile okşamağa koyuldum. gözlerimden yaş akıtmamağa çalıştığım zavallı oğlum, beni görünce canlandı ve ellerimi yalamağa çalışdı. bir süre oğlumla hasret giderdikden sonra, bir köşede oturmuş, yere bakıp beni bekleyen çoban, hanımı ve kızının yanına gidip, oturdum.
mutlu görünmeğe çabaladım. ne de olsa oğluma kavuşmuş idim. onlar da bana uymağı münasib gördü. hepimiz bu güzel kavuşmadan nâşi mutlu görünüyor, gülümsüyorduk… konuşmayı başlatmam bekleniyordu.
yerime iyice yerleşip, iyice sakinleştiğime ve aklımın aklandığına kanaat getirince, çobanın kızına döndüm:
«sevgli kızcağızım; biraz önce baban gelip bana birtakım şeyler anlatdı. şu köşedeki, benim oğlum imiş ve büyü ile danaya dönüştürülmüş. sen söylemişsin. bana da anlatır mısın?»
«evet efendim, doğru, babama öyle söyledim… bir vakit sihir/büyü işlerine merak sarmış idim. hayli ta’limler ile, kimi melekeler kesbedip geliştirdikden sonra, bunları bugüne kadar muhafaza etdim. işte, buna binaen, bu dananın aslen insan ve oğlun olduğu bana gizli değil. bilindiği gibi onunla çocukluğumuz beraber geçdi. yanılmama ihtimal vermeyin. kuvvetli bir büyüyle, gördüğünüz bu sûrete döndürülmüş.»
«büyüyü bozmak, te’sirini kaldırıp, onu bu suretinden kurtarmak, eski haline, insan haline getirmek mümkin mi?»
«evet efendim, mümkin.»
«halledebilir misin? onu bana geri getirebilir misin?»
«bağlanan büyü bağını, tertîb edilen sihir tuzağını biliyorum. bozma, çözme usûlünü de biliyorum. eğer allah izin verirse, takdir-i ilahî münasibse, rahmanî yardım ve rahim’in ihsan ve inayeti yetişir ise, başarabilirim; inşaallahu teala başarabilirim.»
«eğer onun, oğlumun bana geri gelmesine vesile olursan, onu bana kazandırırsan, biribirimize kavuşmamıza yardım edersen, bütün servetim senindir. dile benden ne dilersen…»
«efendim, malda-mülkde gözüm yok. buzdur ve alevin diline dayanamaz. ağlar ve ağlatır. alevi söndürecek nur peşinde koşmak akıllılıkdır. ağlamamakdır… onun insan kılığına dönmesi ve efendimizin mutluluğu bizim için ne saadet… amma, muhakkak bir şey vermeden rahat edemeyeceksen, iç rahatlığın için.. bir şey dilememde ısrar sürerse…»
çobanın kızı son kelimeleri biraz zorlanmayla söylemiş ve yüzünde penbelik belirmişdi. cümlesini yarıda bırakıp:
«ah, unutmuşum! ateşin üstüne çay koymuşdum. demlenmişdir herhalde. gidip getireyim» diyerek gitdi.
eve girdikden az sonra, elinde tepsi ile çıkıp geldi. tepsideki iki bardağa çay doldururken:
«efendim, annemle beklerken, bir demlik bitirmişdik. bunu sizin için hazırladık. lûtfen bizi mazur görün. size afiyet olsun» dedi.
bardaklarken önümüze koyulurken, annesi kızını tasdik etdi:
«evet, siz gelmeden çokca içdik. afiyet olsun. kızımın hazırladığı çayımızı, umarım beğenirsiniz.»
teşekkür etdikden sonra, birkaç yudum çay içip, konuştum:
«eline sağlık kızım, çayın pek güzel, pek nefis. hazırladığın bu hoş çayı içerken, benden dileğini dinlemek isterim.»
bu isteğim, kızın yüzünü yine penbeleştirdi. başını eğip, bakışlarını yere dikerek, kısa bir süre suskun kaldı. üçümüz merakla bakıyor, bekliyorduk. üzerinde hissettiği bakışlarımızın ağırlığına fazla dayanamayıp, derin bir nefes alarak konuşmağa başladı:
«efendim; mühim ve ciddi bir hadise karşısındayız. utansam, zorlansam da, mazur görün, kendimce bir nedenle, söylemek zorundayım. oğlunuzu bağlayan büyüyü bozabilmeyi başarmama, sizi biribirinize kavuşturmama karşılık, münasib görürseniz, ben de onunla kavuşmak isterim.»
başını daha önüne eğip, gözlerini gizledi. söyleyip rahatlamışdı.
gülerek, bekletmeden hemen cevapladım:
«sevgili yavrum; ne diye münasib görmeyecek mişim?! elimizde büyüdün. huyunun-suyunun güzelliğini, küçüklüğünden takdir ediyoruz. senden daha iyi gelin, oğluma daha münasib eş düşünemem. benden yana merak etme. oğlum da, yedi iklimi gezse, senden güzelini bulacak değildir elbet… hemân şimdi, ana-babandan, allah’ın emri peygamberimizin kavliyle, senin nikahını, oğluma istedim, işte!»
bunları söylerken, nikah kelimesini duyar-duymaz, ana-baba başını öne eğmiş idi.
onlara dönüp:
«ne diyorsunuz; kızınızı oğluma nikahlamağa ne diyorsunuz» dedim.
kızın babası:
«ne diyelim efendim; hayırlısı neyse o olsun.»
«annesi ne diyor bakalım bu işe?»
kadın, başı önünde:
«hayırlısı ne ise o olsun efendim.»
bundan sonra daha neşveli bir ses ile:
«dünürlerim ve sevgili gelinim; böylece, huzur-i ilahide, kendi adımıza sözleşdik. allah hayırlısını nasib etsin. şimdi utanıp sıkılmanın vakti ve yeri değil. zavallı oğlum bizden istimdat bekliyor. şimdi işimiz, biiznillah, onu kurtarmak...»
bunun üzerine kız ayağa kalkdı:
«haklısınız efendim… içeriden bir tas su getirmeliyim.»
ayağa kalkıp, oğlumun buzağı sûretinde bağlı bulunduğu yere gitdim. yaklaştığımı görünce, yavrucuk sevinçle hoplayıp zıplamağa başladı. bu arada çoban ve hanımı da yaklaşmışdı.
kısa bir müddet sonra kız, ya’ni müstakbel gelinim, elinde bir tas su ve babasına aid giysilerle çıkıp geldi. giysileri bana uzatıp:
«oğlunuz insan haline dönünce, bunları hemen giydirirsiniz efendim. çünki bir müddet şaşkın kalacakdır» deyip, biraz geri çekilmemizi istedi.
biz gerileyince, elindeki su dolu tasa mırıldanmağa başladı. mırıldanmasını sürdürürken, elini ıslatıp buzağı sûretindeki oğluma serpmeğe başladı. su damlalarını serperken, nedense elini kuvvetle açıp kapatıyor, mırıldanmaları yükselip alçalıyor, gözlerini kâh sımsıkı kapatıyor, kâh sonuna kadar açıyordu…
bu ne kadar sürdü, asla bilemem. bana uzun mu geldi, kısa mı, merakdan buna dair de bir şey diyemem…
sonunda biricik oğlum yeniden aslî hal ve sûretine dönüp, insan kılığında belirdi. mırıldanma ve su serpmeyi bırakan kızcağız son derece bitkinleşmiş, ayakda duracak takadi kalmamışdı. anne-babası hemen kollarına girip, bahçenin, bir müddet önce oturup konuştuğumuz tarafına götürdüler. ben de, şaşkın-şaşkın etrafına bakınaduran oğlumu aceleyle giydirdim. doğrusu, oğlumun şaşkınlığı ile benim heyecanım yarışıyordu… sonunda, ne kadar müddet sonunda ise, aklı başına gelince, oğlumla biribirimize sarılıp, gözyaşına boğulduk; hüzün ve sevinç hamulesini gözyaşlarımızla yoğurduk.
yarım veya bir, veya iki saat kadar sonra kendimize gelip, çobanın hanımının yeniden demlediği çaydan içmeğe başladık. oğluma, kendisini, buzağı sûretinden kurtarıp insan haline döndüren çobanımızın kızına verdiğim sözden bahsedince, ancak memnunluk duyabileceğini, daha münasib, hayırlı ve güzel bir eş bulunamayacağını belirtdi. ve şunu ekledi:
«ancak, babacığım, benim gibi anneciğimi de, ilk hanımın, büyü ile inek sûretine sokturmuşdu…»
hemen atılıp sözünü kesdim:
«vay hain, alçak karı! öyle ya, başka kim olabilir?! annenin öldüğünü söyleyip bana taze bir mezar göstermişdi. senin de annenin acısına dayanamayıp, bir bilgi vermeden başını alıp gittiğin yalanını uydurmuşdu! demek anneni de inek sûretine dönüştürdü, ha?!..»
«evet babacığım. şimdi, mâdemâ ki evleneceğim, kayınananın düğünde bulunmaması görülmüş şey mi! şimdi hemen ahıra gidip, inekler arasındaki en genç ve güzelini kayınana sûretine döndürelim, daha doğrusu, bunu müstakbel gelininden, hanımımdan rica edelim… amma.. amma ne oldu?! neden böyle birden sarardın babacığım!..
oğlum neşve içinde “inekler arasındaki en genç ve güzelini” deyince, çoban ile sapsarı kesilip, dizlerimizi dövmeğe başlamışdık… “galiba.. acaba.. o mu.. inşaallah değildir.. akşam ziyafet için kesilen inşaallah o değildir!!!” gevelemelerinden başka bir şey anlatamadık. durumu kavrar gibi olan oğlum, her şeye rağmen, ahıra gidip, annesinin yaşayıp yaşamadığını bizzat görmek, anlamak istedi. içimizde zerreden daha küçük bir ihtimal, bir umut kıvılcımıyle, kalkıp ahıra gitdik…
evet.. yokdu… ziyafet için, ilk ilk hanımım olacak insafsız câni tabiatlı kadının işaret ve ısrarıyle kesilen, oğlumun annesiydi. kara büyücülerin kölesi cadoloz karı, gayesine ulaşmışdı…
gerçekde ulaşmış mıydı?! benim kendine kaldığımı mı sanmışdı?!
bir müddet, oğlumun annesi genç hanımım için ağlaşdık. ruhuna okuyup dua ile rahmetler gönderdikden sonra, ilk karım olacak katil karıyı nasıl cezalandıracağımızı düşünüp konuşduk. insan sûretinde kaldıkça, bize rahatın yüzünü göstermeyeceği muhakkakdı. şu halde, önleyici ceza gerekliydi ve de cezası işlediği suça benzer ve uygun düşmeliydi.
oğlumun düğününden sonra, yaşlılık bahanesi ile, her şeyimi yeni evlilere bırakarak, avunmak için dünya seyahatine çıkıp, merakımı celbedecek meşhur yerleri ziyaret niyetindeydim. bunu îmâ etdikden sonra, şu teklifi ileri sürdüm:
«o mel’un karının lâyıkı, uyuz bir köpeğe dönüşmekdir. boynuna tasma ile ip bağlayıp, yanımda sürüye sürüye, cümle âlemin ibretliği için gezdirip anlatırım. herkes iğrensin, tükürüp tepmelesin…»
yumuşak yürekli müstakbel gelinim, teklifimi şöyle değiştirmemi istedi:
«muhterem müstakbel babacığım; muhtemeldir ki, yabancılar tükürüp tepmeledikçe, zamanla rahatsızlık duyabilirsin. ne de olsa geçmişinin, çocukluğunun, hatıralarının ankadaşı, kimi hallerinizin sırdaşı… nefret ateşi sönmese de, zamanla, yakıcılık şiddeti düşebilir. bu yüzden, en iyisi, geyik sûretine sokmalı.»
benim pamuk yürekli, merhameti ve aklı uzun gelinim… dünyada, işte böyle kadınlar da, öyle kadınlar da yaşıyor… nefretimin hafifleyeceğine pek inanmasam da, gelinimin güzel hatırı için, kabul etdim…
işte, şu gördüğünüz geyik, çocukluk arkadaşım ve beni bu hallere, bu yollara düşüren, bu anlattıklarımın sebebi ilk karımdır; cadoloz aklını büyüye kaptırıp kaybetmiş ahmak karımdır.
(geyikli garip yolcu, derin bir nefes alıp, cinnî krala, söz verdiği hikâyesini anlatıp sözünü yerine getirdiğini, ve, sözünü hatırlama sırasının ona geldiğini hatırlatdı:)
«ey cinnî taifesinin kralı; başımdan geçenlerin hikâyesi işte böyle. acayip ve ilginç bulup beğendiysen, söz verdiğin üzere, yeryüzünde rastlanması akla gelmeyecek kadar dürüst, canı pahasına sözüne sadık şu âdemoğlunun cezasının üçde birini bana bağışlamanı bekliyorum.»
cinnî:
«tamam; anlatdığın hikâye pek acayip ve ilginçdi. verdiğim sözü tutmakda bir âdemoğlundan aşağı kalacak değilim ya! cezasının üçde birini sana bağışladım.»
cinnî kralı susar susmaz, yanında tasmalı iki köpekle gezen garip yolcu kalkıp şöyle dedi:
(geyiklinin sevinci mi? diyecek yokdu elbet!)
«ey cinnî kral! yanımdaki şu iki köpekle ilgili başımdan geçenler öyle acayip ve ibretlikdir ki, bunun hikayesini dinlemek istersen, anlatabilirim. ancak, hikâyemi beğenirsen, eşine ender rastlanacak dürüstlükdeki şu âdemoğlunun cezasının üçde birini bana bağışlamanı isterim. ne dersin?»
cinnî kral, köpekli yolcuya bakıp başına salladı:
«kabul. anlat bakalım. beğenirsem cezanın üçde birini de sana bağışlarım. neymiş şu iki köpekle ilgili acayiplikler, merak etdim.»
bunun üzerine köpekli garip yolcu, hikâyesini anlatmağa koşuldu.