Menu
SANATIN İNŞA YOLCULUĞU
Deneme/İnceleme/Eleştiri • SANATIN İNŞA YOLCULUĞU

SANATIN İNŞA YOLCULUĞU

Sanat bir bakıma insanlık tarihi kadar kadim bir hikâyeye sahiptir. İnsanlık varolduğu günden itibaren, sahip olduğu materyaller ne kadar az ve yetersiz olsa da insanoğlu bir şekilde sanatsal ürünler ortaya koymuş, üretmiş; üretirken aslında kendi yetisini ortaya çıkartmış, bir bakıma kendini keşfe çıkmıştır. Sanat her daim insanın gelişimi ile paralel toplumdaki varoluşsal sancıları ile ilerler. “Sanat, insan doğasını, duygusal veya zihinsel anlamda estetik bir sonuca ulaştıran eylemdir” (1) diyerek anlamlı bir tanımlama yapar James A.Joyce. Bu minval üzere baktığımızda, sanat, ontolojik olarak insanoğlunu geliştirir, tekâmül durağına doğru içsel, derinlikli, soylu bir yolculuğa taşır…

Pascal’a göre insan içinde çeşitli zıtlıkları barındırır. İnsanın içindeki savaş, zıtlıkların savaşıdır ve bu bir anlamda sanat inşasının da mayasını oluşturur. İnsanın içinde varolan savaş, arayışlarla, bilme ve keşfetme arzusu ve dahi üretme ve inşa etme arzusu onu sanatsal yetiye ve üretkenliğe taşıyacaktır. Nihayetinde insanın içinde eğer savaş, mücadele, arayış yoksa o neyin mücadelesini verecek ve nasıl sanatsal yaratıcılığın peşine düşecek? İnsanın ontolojik varlığında merak, keşfetme, arayış ve hayret vardır. Bu durumu da onu sanatın inşasına taşımıştır.

Doğaya baktığımızda yaratılan varlıklar olarak hayvanlar içgüdüsel olarak ortaya şaheserler çıkarırlar. Örneğin bir örümceğin ağlarının naifliğini, ölçüsünü, perspektifini hiçbir insan inşa edemez. Yine arıların peteklerindeki geometrik uyum ve mükemmelliği insanın yakalaması olası değildir ancak taklit edebilir. Aslında her bahar açan rengârenk kurumuş bahar dalları, kokuları ile açan çiçekler, bize her daim vakti geldiğinde muhteşem bir yaratılış tablosunun varlığını haber verirler…

Sanatsal ürünler de tırnak içinde “bir yaratıcıya” ihtiyaç duyarlar. Bu ister felsefede, ister  edebiyatta olsun, ister mimaride, ister resimde olsun böyledir... Bilmek bilime aittir. İlham ile inşa etmek ise sanata aittir. 

“Sanatın üç biçemi vardır: lirik, epik ve dramatik. Sanatçının hayalini, direk kendisiyle ilintili şekilde sunduğu sanat liriktir; Sanatçının hayalini, kendisiyle başkaları arasında konumlandırdığı sanat epiktir; Sanatçının hayalini direk başkalarıyla ilinti şekilde sunduğu sanat dramatiktir.” (2) Joyce, böylesine anlamlı bir tanımlama yapar sanat hakkında. 

Tüm ortaya konulan eserlerde sanatçının üslubu, kendine ait dokunuşları ve tırnak içinde “yaratıcılığı” vardır. Edebiyatçıların, ressamların, mimarların ve tüm sanatkârların kendilerine has üslubu vardır. Ve ortaya koydukları eserlere bu üslupları yansır.

Sanat, kendi özgün sancıları ile sanatçının yeni bir şeyi inşa etmesi sonucu ortaya çıkar. Örneğin suyun kaldırma kuvvetini Arşimet bulmuştur. Bilimsel bir olaydır bu durum ve doğada keşfedilmeyi bekler. Nihayetinde Arşimet varolan bir olayı ortaya çıkarmış bilmiş ve bulmuştur. Sanat ise ilham ve arayışlar büyük çabalarla, disiplinli bir eğitimle belli bir süreç sonucunda, sanatçının ortaya çıkardığı, inşa ettiği eserdir… Örneğin; Mimar Sinan olmasa idi onun eserleri olmazdı, Tolstoy yazmasa idi onun edebiyat dünyasına damga vuran romanları olmazdı, Yunus Emre yazmasa idi onun şiirleri olmayacaktı, Michelangelo Musa Heykeli’ni yontamasa idi, Leonardo da Vinci, Mona Lisa’yı resmetmese idi bu eserlerin varlığı söz konusu olmayacaktı.

Hayvanların sanatsal, içgüdüsel olarak ortaya koydukları ürünler doğal bir halde nasıl ortaya çıkıyorsa, insanoğlunun da sanatsal üretimi içgüdüsel ama sancılı, depresif bazen bunalımlarla, bazen büyük heyecanlarla ortaya çıkar. Sanatçı içinde büyük bir savaş verir sanatını inşa ederken, eserini doğururken. Bu süreç zorlu ve o denli de yorucu bir süreçtir. 

“Bir avuç toprağı yoğurmayı bile bilmeyenler.

Duygusuz yavan insanlar. Bu benim ruhum en kutsal varlığım…

Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler.

Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım…

Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı… Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum…” Bu satırlar; Fransız heykeltıraş, şair ve diplomat aynı zaman da Rodin’e ilham kaynağı olan Camille Claudel’in dramatik ve sancılı sanat yaşantısının trajik yansımasını gösterirken aynı zaman da sanatçı duyarlılığını da eleveren mezkûr duyumsamalardır. 

Sanatçıların ortaya koydukları sanatsal ürünlerle birlikte, nihayetinde farklı zamanlarda ve kültürlerde değişen sosyal yapıya ve kültürel değişimlere ve gelişmelere paralel olarak sanatın da hikâyesi evrilmiş, büyük değişimler ve gelişmeler göstermiştir.

İçinde yaşadığı dünyayı bir bakıma kendisi, yaşantısı, rahatı ve konforu için imar ediyor insan. Eşya ile doğrudan ve dolaylı muhataplığında onu kendi dilince, anlayabileceği halde kavramsal anlamda ve eşyaya olan bağının da gereği olarak kendisi için estetik bir hale getiriyor ve adeta yeniden inşa ediyor. Ve devamlı araştırmalar yapıyor, ilham ve duyumsamalar ile üretiyor, inşa ediyor bundan da büyük haz duyuyor. Bir bakıma bu durum onu özgür kılıyor. Ve sanatın aşkın basamaklarına doğru tırmanıyor. Hayal yetisi, içsel duyuşsal ve seziş gücünün yetileri ile ortaya koyacağı pek çok eserin kurgusunu oluşturuyor zihninde.

Sanatın inanç ekseninde inşasına baktığımızda; sosyal, kültürel yapı olarak doğu ve batı toplumlarında farklı üsluplarda eserler üretilmesinin en önemli nedenlerinden birisinin, gerçekliğe bakıştaki farklılık olduğunu söyleyebiliriz aslında. Bu minval üzere baktığımızda net tablo ortadır; doğu toplumlarından çıkan sanat eserleriyle batı toplumları tarafından üretilen sanat eserleri arasında büyük farklar vardır. 

Platon’a göre bu dünya bir görüntü dünyasıdır ve insanın sahip olduğu duyuları ile algılanan nesneler, yansıyan birer gölgedir. Bu bize aslında bir bakıma Eflatun’un mağara metaforunu da hatırlatır. Doğulu sanatçıya göre hayalden ibaret olan dünya gelip geçicidir. Bu duyumsama dünya görüşü sağlam bir İslam sanatçısını estetik ve sanatsal anlamda kendine özgü, kendine ait oluşturduğu üsluba taşır.

İnsanoğlunun varolduğu günden bu yana Platon’un bahsettiği “gerçeklik”, beş duyu organıyla algılanan somut yaşam gerçeği bir bakıma sanat eserenin de başat unsurlarını belirler. Asırlardır söylenen bu olgunun, sanatın ilham kaynağının ve malzemesinin yaşam gerçeği olduğu, sanat ile dış dünya arasındaki gerçeklik arasında direk bir ilişki olduğu düşünülürse, toplumların duyusal anlamda algıladıkları gerçeğe bakışlarının, icra edilen, inşa edilen sanat eseri üzerinde belirleyici rol oynaması kuşkusuz kaçınılmaz olur. 

Örneğin mekân olgusunu sanatçı nasıl algılar? Mekânı nesneler dünyasına yansıyan bir düzlemden, kendi anlam dünyasına yansıyan, duyuşsal ve sezişsel olarak duyargaları ile ona ilham kaynağı olarak algılar öncelikle… Örneğin resimde duyumsamanın ve ilhamın yansıması; anlamlandırma, ressamın öncelik tanıdığı nesnelerle oluşturduğu ölçülü ve dengeli bir kompozisyonda, anlamlı bir mekân algısı oluşturmasıdır bir bakıma. Boşluğu doldurmaya başladıkça boşluk artık anlamlı hale gelmeye başlar. Ayrıca perspektif ilkelerine sadık kalarak iç ve dış mekânda kullanılan hacimli milimetrik ölçülerle perspektif algısını da inşa eder. Boşluğu dolduracağı dokuyu, ışığı seçmesi, derinlik espası oluşturacaksa, o derinlik espasındaki yöntemleri uygulamasıyla boşluğu doldurmaya başladığında, boşluk artık anlamlı hale gelecektir.

Sanatçının kendi duyumsamalarına göre şekillendirdiği, o anki psikolojisine göre resmettiği, kendi belleğiyle, ortamın o anki belleğine ait izleri ortaya çıkarmaktır bir bakıma yaptığı... Bu bir bellek kaydıdır aslında, belki asırlar sonrasına ulaşacak derinlikli varoluşsak sancılarla, estetik kaygılarla, derin bir duyarlılık aktarımıdır. İnşa ettiği sanat eseri ile bir bellek kaydı tutarken, kendi belleği ile yaşadığı anın içinde anlamlı bir denklem kurmuş oluyor. O belleği de müşahhas bir halde görünür hale getiriyor. Bunu yaparken adeta yaşadığı zaman diliminde kendisine ait bellek kaydını, mekânsal öğe içerisindeki renk tonlamaları, ışık akışları ve espas gibi pek çok öğe ile inşa ediyor diyebiliriz…

“Ressamların “doğayı resmediş”lerinin, basit bir şekilde sadece dağları, gölleri, ağaçları bir zamandan diğerine taşıyan fotoğrafçılar gibi olduğunu düşünmek saçma. Onlar için doğa aracılık işlevi taşıyan bir ortam, dünyalarını açımladıkları bir dildir. Has ressamın yaptığı, kendi dünyasıyla ilişkisinin altında yatan psikolojik ve tinsel şartları açımlamaktır; bu yüzden, büyük bir ressamın eserlerinde, tarihin o devresindeki insanların duygulanımsal ve tinsel şartlarının bir yansımasının buluruz. Herhangi bir tarih döneminin psikolojik ve tinsel mizacını anlamak istiyorsanız, bunu o dönemin sanatının derinliklerinde aramaktan daha iyisini yapamazsınız. Çünkü dönemin altta yatan tinsel anlamı ifadesini dolaysız bir biçimde sembollerle sanatta bulmuştur.”(3) Rollo May’ın, Yaratma Cesareti adlı kitabında bellek kaydı olarak sanatçının yaşadığı dönemi aktarımını ve kaydını, gerçekleştirdiği sanatının inşası ile nasıl yansıttığını okuruz bir bakıma…

Böylelikle sanatçı ilham aldığı gerçeklik olgusu karşısında,(bu mekânın içi ve dışı da olabilir), tüm duyumsamalarını, duyuş ve sezişlerini derinlemesine adeta kendinden geçercesine, çoğaltarak, içselleştirerek kendi yorumunu tuvale aktarır. 


1. James A.Joyce, Denemeler, Makaleler, Eleştriler, Sf:131 (İthaki Yayınları)

2. James A.Joce, Denemeler, Makaleler, Eleştiriler Sf:130

3. Rollo May, Yaratma Cesareti, sf:74 Metis Yayınları

SELVİGÜL

1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları