İslam zihniyet ve kültüründe ‘güzel-lik’ hayatın, insan hal ve fiillerinin tümüne yayıldığı için, ‘hale bağlı bir fiil’ olması bakımından sanatı da kendi içine çeker.
Bu yanıyla güzellik, sanata mahsus (özel) bir nazariyatı hak etmez, zihniyet planında Kelam’ın, kültür (adetler, alışkanlar, toplumsal, kanaatler, davranışlar vb.) planında İslam Hukuku’nun ona ilişkin verisi ne ise ona göre bir değer yüklenir.
Diğer bir söyleyişle Şeriat, mükellefin fiillerinin Allah’ın ve peygamberinin emirleri doğrultusunda şekillenmesi manasında, sanatı da mükellefin fiillerinden bir fiil olması bakımından içkindir.
Bu bağlamda sanat, metafiziğe ve ahlaka dahil olan eşyanın hakikatine uygun düşünme, sevgi, iyilik, yardımlaşma, iyi nasihat, güzel tavsiye vb. gibi hususlarla eşitlenmiş olarak ‘güzellik’ bağıyla varlık alanına çıkar.
Güzellik konusundaki ilk Şeri esas “Yarattığı her şeyi güzel yaratan” (Secde, 32/7) Allah’ın her türlü sınırlandırmadan münezzeh olarak kendisini ‘güzel yaratan’ olmakla ‘sınırlamış’ olmasıdır. İlgili ayetin devamında güzel yaratışa verilen örnek ise insanın yaratılışıdır.
İnsan hem güzel yaratılmış hem degüzelliğiyle benzersiz olan cennete yerleştirilmiştir.
O cennet(ler) ki, altından bozulmayan sudan, sütte, içenlere kuvvet veren şaraptan, süzülmüş baldan ırmakların aktığı, sayılması mümkün olmayan meyvelerin bulunduğu, altın bileziklerle süslenmiş hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiselerin giyinildiği, tahtlar üzerinde oturulan, tertemiz eşlerin yer aldığı, güzel meskenlere, gölgeliklere sahip, korku ve hüznün olmadığı, kesintisiz bir ihsan olarak içinde edebiyen kalınacak, ılık bir ortamdır.
Adam ile eşi bu ortama yerleştirilmiş ve cennetin nimetlerinden kolaylıkla, istedikleri her zaman ve yerde yiyebilecekleri söylenmiştir.
Adem ile eşinin güzelliği özü nedeniyle güzel olan olarak tanımaları, güzelliği ‘asıl’ olarak bilmeleri cennetle olan söz konusu irtibatları nedeniyledir. Dünyaya inerlerken de bu tanıklık ve bilgi (soylarına da aynıyla yansıyacak şekilde) içlerinde yerleşik olarak inmişlerdir.
Her ikisinin kendilerine ‘yaklaşmayın’ ve ‘ondan yemeyin’ diye emredilen ağaca, şeytanın ona farklı bir nitelik (şeceretü’l-huld = ebediyet ağacı) yüklemesi nedeniyle, Allah’ın ‘zalimlerden olursunuz’ (Bakara, 2: 35) uyarısını da unutarak yaklaşmalarından ve ondan yemelerinden doğan suçluluğu ve pişmanlığı ise onların talep etmesiyle Allah’ın gidermesi mümkün olan arızi bir haldir.
İnsan, güzelliği hak ettiği için değil, onu tanıması (ve içine çekmesi) takdir edildiği için cennete yerleştirilmiş, onu Allah’ın izniyle ve yine onun verdiği Şeriat bilgisiyle tekrar elde edebilmek için yer yüzüne indirilmiştir.
Dolayısıyla insan için başlangıç güzellikledir ve dönüş arzusu da güzelliğedir. Bu nedenle dünyada cennette tanıdığı ve bildiği güzelliğin içinde durması onun için bir zorunluluktur ki, nefsin mahrum edildiği şeyi talep etmesi bakımından da bu zorunluluk her düşüncesine, haline ve fiiline yayılmıştır.
Bu bağlamda sanatın değeri, sınırını söz konusu zorunluluğun belirlediği sadece ‘iyi kul’ olma değil ‘daha iyi kul’ olma arzu ve gayretinin bir sonucudur.
İyi kul olmayla daha iyi kul olma arasındaki bu fark vacip olanla yetinmekle yetinmemek (nafile olanı da ifa etmek) arasındaki fark gibidir.
İbn Arabi’nin vaciplerin kulluğu, nafilelerin ise kulun kendisini gerçekleştirmesi şeklindeki tanımından hareketle bir hüküm yürütecek olursak, kulluk Allah’ın emrine uyma (ilm-el-yakin), (nafileyle sağlanmış) daha iyi kulluk ise kendisini tanıyarak (‘ayn-el-yakin) Allah’ı tanıma (Hakk-al-yakin) bilincinin eşiğidir.
Öte yandan cennet(ler) de talep kabiliyetine sahip olarak kendi özünden olanı oluşunun düzeyine göre kendisi için talep edecek, dolayısıyla güzel, güzel olanı seçmiş olacaktır.
Bunlarla erişebileceğimiz ilk sonuç şu olabilir:
Müslüman bir sanatçı, (her ne kadar bu uğraşısı seküler bir uğraşı olsa da) özel olarak belirlenmiş bir sanat nazariyatını gereksinmek yerine, zahiriyle ve batınıyla İslam zihniyet ve kültürünün geneline kalbiyle ve bilgisiyle birinci dereceden bağlı olmak zorundadır. Bu bağlı oluşu onu hem güzelliğin içinde tutar hem de sadece ona yöneltir.
Haris b. Esed el-Muhasibi der ki:
‘Yusuf Kıssasını bilmez misin? Nitekim Mısır Azizinin karısı o kıssada şöyle demiştir: Çık onların karşısına. Kadınlar onu görünce şaşkına döndüler ve ellerini kestiler. Ve dediler ki: Aman Allah’ım! Bu insan değil, olsa olsa yüce bir melektir (Yusuf, 12:31). Delikanlı! Görmez misin ki, kadınların kalpleri ve akılları Yusuf’u ansızın karşılarında görünce şaşkına dönmüşler ve farkına varmadan ellerini kesmişler, bunun acısını bile duymamışlardır. Ancak bu hal geçince acıyı hissetmeye başlamışlardır. İşte bunun gibi insanın kalbi de Allah’ın kudret ve nimetleri karşısında şaşkına döner ve acılarını unutur, sıkıntılarını hissetmez hale gelir; çünkü ilahi azametin, kudretin ve nimetlerin büyüklüğü bu acıları hissetmesine engel olur.’ (Tevbenin İlk Adımı, İlkharf Yay., İst., 2012)
Güzeli görmekle elindeki bıçağın nasıl işleyebileceğini tahmin edemeyenlerin, güzellik için özel bir nazariyatı talep etmeleri nedense bana hiç samimi gelmemektedir.
twitter.com/OmerLekesiz
(YENİ ŞAFAK, 17.08.2104; http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/OmerLekesiz/sanat-guzellik-ve-kulluk/55389 )
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.