İncinmek ve kırılmak... Ana sütümüz kadar bizim olan, süt kadar temiz iki Türkçe kelime...
Çağbayır Sözlüğü’ne göre inci-n-me, “Bedensel ya da ruhsal acı içinde bulunma durumu”; inci-n-mek ise, “(Vücudun herhangi bir yeri veya bir organ için) çarpma, sıkışma, burkulma, ters bir hareket gibi etkenlerle ağrı ve acı verir duruma gelmek; ağrımak; sızlamak; yorulmak; birinin kötü bir davranış veya sözü yüzünden üzüntü duymak; gücenmek; kırılmak; eziyet görmek” demek.
Bunca anlamına rağmen incinmek ve kırılmak müstakil deyimlerden değil; ancakgönül ve kalp ekleriyle birlikte hâl beyanı kipindeki ilgili deyimlerin motor kelimesi hükmünde: Gönlü incinmek / kırılmak; gönül incitmek / kırmak; kalbi incinmek / kırılmak, kalp incitmek / kırmak gibi...
Bu deyimler tahtında düşündüğümüzde, incinmede bir incelik, diğer bir söyleyişle ruhsallık; kırılmada ise tabi bir sertlik ortaya çıkar.
Nitekim Doğan Sözlüğü de kırmak kelimesine önce “Sert bir cismi şiddetli bir darbe ile parçalamak, kesmek, paralamak, şikest etmek; çarpma, düşürme vb. sebeplerle parçalanmasına yol açma” anlamlarını yüklemiştir.
Dolayısıyla incinmede dolaylı bir tesir ve tesirlenme, kırılmada ise ilgili duruma taammüden muhatap olmak vardır. Fakat iki kelimeyi de incinmedeki incelikte eşitlemek istediğimizde, ruhsallık dışındaki anlamların yükünden onları arındırmış ve her ikisini de soyutlukta müşterek bir fenomen haline getirerek incinmek fiilini metafizik bir düzeye taşımış oluruz.
Zira, organ esasıyla fizikî anlamda incinme bir ölçüye, tartıya konu olabilirken, metafizik düzeyde incinme hiçbir ölçüye, tartıya girmez. İncinebildiğimizce incindiğimizi biliriz sadece, ona –varlıkları malum ama yerleri belirsiz olan gönül ve kalp esasında- ne bir yer isnat edebiliriz ne de bir ebat ve hacim belirleyebiliriz.
Buna istinaden incinmedeki ruhsallığı, “Ruh rüzgardan incedir” (İbnü’l-Arabî) hükmü eşliğinde bir kökene bağlamak istediğimizde, onun sadece insanın da değil ruh taşıyan her şeyin varlığında yerleşik olduğunu bildiren hakiki bilginin evrenine gireriz:
Ruh taşıyanların incinme hassalarını tanımlama yoluyla bilme mevkiindeki tek varlık olarak, kendimiz dışındaki ruh taşıyan varlıkları da kuşatacak şekilde, konunun tekvînî yüzünde, takdir edilmiş bir yanlışı yapmak suretiyle cennetten dünyaya indirilişimizin hikayesini yeniden yaşarcasına, ilgili karar ânında pişmanlık içinde idrak edebildiğimiz som bir kaygıya ulaşırız.
Heidegger’in kelimeleriyle kaygıyı, “Dasein’in (orada-var-olan-ın) en zati münferitleşmiş varlığından yükselen kendine yönelik sürekli ve mutlak tehdidi Dasein’a açık tutan bir hal içinde-bulunuşu” olarak anladığımızda, Adem ile Havva’nın cennette güvenlik içinde, açlık derdi çekmeden rahatça yiyip içme haklarını kaybetmekle (Bakara Suresi, 2/35-39) kalmayıp, dünyaya -zor şartlarda geçecek bir hayata bitişik olarak- kendi ölümlerine gönderilmeleri karşısında yaşamış olabilecekleri duygulara -onların mirasçısı olmak tahtında- doğrudan sahip olduğumuzu görürüz.
İncinmek bu yakınlığın bir şartı olabilir mi? Mümkün ama bu arketipte inciten yoktur sadece incinenler (insan, şeytan, yılan...) vardır. Belki de bu yüzden, rüzgârdan daha ince olan ruhun gönül ve kalp esasında incinmesi, öznenin kendisinde olup biten bir şeydir; diğer bir söyleyişle incinme, -velev ki incitme şeklinde de tezahür etse- sadece öznenin kendisinde yerleşik olması bakımından her durumda yine ona dönecektir:
Aşık der incidenden,
İncinme incidenden,
Kemâlde noksan imiş,
İncinen incidenden. (Alvarlı Efe)
Buna bağlı olarak, Adem ile Havva’nın, nedenleri ve sonuçları kendilerinde toplanan incinişlerindeki incelikten, Ademoğulları ve kızları olarak bize düşen pay da yine kendi içinde bölünmeyi, başkasına havale edilmeyi kabul etmeyecektir. Çünkü sevilmeyiz inciriz; seviliriz, kuşatılma / temellük edilme maksadından korkarak inciriniz; beklentilerimizin yerini bulmamasından inciniriz; beklentilerimiz nedeniyle dikkate alınma –ötekileştirilme- endişesiyle inciniriz; bakıştan, sesten, duruştan, edadan, hitaptan, muhatap alınmamaktan... inciniriz. Yine de dünyevi bir seyir içindeki incinmemizi, Hadis olduğu da söylenen şu hikmetli söz esasında makulleştirmeyi seçeriz: “Allah, kulunu kalbi kırık olarak ister!” Bu seçimimiz hakikatte bir seçimsizliğe isnat eder. Çünkü incinmeyi, seçmekle değil ancak yaşanmakla bilebiliriz.
Bu nedenle hakiki bir grameri yapılamaz incinmenin. Sadece belli yönleriyle tasvir edilebilir. Zaten gramer dediğimiz şey, “İsim olarak: Sarf ve nahiv, edebiyat tahsil etmiş kişi” değil midir? (Mustafa Namık Çankı, Büyük Felsefe Lûgatı) Ulaştığım bu sonucu pekiştiren bir örnek var elimin altında: Esra Özde’nin Salacak Takvimi adlı (Şule Yayınları, İstanbul 2021) öykü kitabında, aynı adı taşıyan bir öykü...
“Elini gezdirme kenarında, ince sızlar kağıt kesiği...” cümlesinin, küçük bir değişiklikle epigraf olarak seçildiği Salacak Takvimi, daha önce bir başkasını sevdiği için, sevdiği yeni birinden umduğu karşılığı görmeyen bir kadının incinme öyküsüdür.
Tek öykü kitabıyla öykücü olunduğunu, ama tek öyküyle öykücü olunmadığını biliyoruz. Fakat benim öykü zevkime ve öykü hakkındaki bilgilerime göre Salacak Takvimi veya dengi tek öyküyle de öykücü olunabilir. Zira o, yazarının incinme kelimesini kullanmadan, kendini onu inceliğini anlatmaya adadığı bir öyküdür. İncelik daha başlangıcında hakimiyetini ilan ediyor öyküde. Aynı zamanda öykünün anlatıcısı olan kadınla, karşısındaki erkeğin yakınlığında dokunma arzusunu davet eden erotizm, cinsel arzuyu değil, kadından yana erkeğin benimsenişini, aidiyet duygusunu, bağlanmayı temsil ediyor: “...Üzerimdeki deri montun içine sızan rüzgar, göğsümdeki sıcaklıkla çarpışırken aralarındaki mukavemet beni rahatsız etmeksizin devam ediyordu. Yüzümü ona döndürüp gözlerine mi baksam yoksa manzaraya karşı durup koluma değen ufacık sıcaklığını mı hissetsem karar veremiyordum. Aynı tereddüdü o da yaşıyor olacaktı ki, on dakikada bir vaziyetini sözünü ettiğim hallere göre değiştiriyordu.”
Juhani Pallasmaa’nın, “Görme dokunmanın zaten bildiğini açığa çıkarır. Dokunma duyusuna zaten görmenin bilinçdışı olarak bakabiliriz. Gözlerimiz uzak yüzeyleri, hatları ve kenarları okşar ve bilinçdışı dokunsal duyum, deneyimin hoşluğunu ya da nahoşluğunu belirler. Uzak olan ile yakın olan aynı yeğinlikle deneyimlenir ve tek bir tutarlı deneyimle kaynaşırlar.” tespitinden hareketle, kadının erkekle ilgili şu gözlemlerini de yukarıda zikrettiğimiz minvalde okuyabiliriz:
“Beni görür görmez zihnine söz geçiremediğini belli ederek askerlik anılarını anlatmaya başlayan, elini kolunu tatlı heyecanına dahil ederek bir türlü zapt edemeyen bu ela gözlünün; dudaklarının hemen bitiminde yanağına doğru uzayan bıyıklarını, ensesinde topladığı beyazlarla karışmış dalgalı saçlarını, zarifliğiyle bir erkek eline hiç benzemeyen ama bir kadınınkine de benzemeyecek kadar kavramaya ve sahiplenmeye müsait ellerini uzun uzun inceleyecek fırsatım olmuştu.”
Dokunma arzusunu yakın oturma mesafesiyle sınırlayan bu tutuma, “Otuz sene yan yana olduğun kanından birinin aklına dair tek kelime okuyamazken yarım saat evvel karşılaştığın birini ezelden beri birlikteymişsin gibi tanıyordun. Onu tanımadığımı, o akşam ilk kez görmüş olsam bile söyleyebilir miydim” cümleleriyle itiraz eden anlatıcı, incindiğini söylemeden incinmelere uğrayışını da şu cümlelerle veriyor:
“Aileni, arkadaşlarını senin anlattıklarından tanıyor, yaşananları en yakın haliyle biliyor; sana kendi sınırlarımı ihlal edecek, aklımdaki şüpheleri bir bir susturacak kadar anlayış gösteriyordum. Çünkü zaten bir suçlu gibi başım öne eğikti. Sınır çizmeye, soru sormaya, umut etmeye, bir şey beklemeye hakkım kalmamış gibi geliyordu. Sen kendince anlattıklarına göre bir savaş veriyordun ve ben bunu kolaylaştırmak için razı olmadıklarımı bile yapmalıymışım gibi hissediyordum. Her moral bozukluğunda, her sıkıntıda acını ani bir öfkeyle benden çıkarır, pişman olsan bile belli etmezdin. Sakinleşene kadar beklerdim ama gönlümü almayacağını (vurgu benim) bilirdim. Almazdın çünkü. Yere düşen çocuğuna düştü diye kızan sonra da; geçti geçti, hadi kalk ayağa, diye sırt sıvazlayarak teselli veren babalar gibiydin. Açıklama yapmamak, seni en başta kendime savunmak zorunda kalmamak için kimseye senden bütünüyle bahsetmesem de şöyle ucundan kıyısından sözünü açtığımda bile kusurlu yerleri kesip atıyordum.
Kusurlu yer benmişim gibi hissediyordum çünkü.”
Yakınken yakınlaşamamanın temelindeki sorun ise, kadın ile erkeğin aralarında “kara bir yılan gibi yatan geçmiş.”tir. Kadının erkeğe olan hayranlık ve sevgiyle yüklü üç yıllık ilgisini, “iyilikle” öldürülmeye evrilten bu geçmiş, onların defalarca yenik düşerek görüşmelerine engel olmamakla birlikte, özellikle erkeğin zihninde çözümü son derece zor olan bir problem olarak mekan tutmuştur:
“Sen kimseyi görmemiş miydin? Bir eli bırakmam sanarak tutmamış mıydın benden önce? Çoktan tabağını yıkayıp rafa kaldırdıklarımın, yanık bir yemek artığı gibi önüme konması ağır gelmişti. Hatta en çok bana ağır gelmişti. Sen istediğin kadar kaçabilirdin ama ben kalkıp gidemiyordum masadan. O yanık kokusu pencereleri sonuna kadar açsam da hâlâ burnuma geliyordu.”
Kadının “ az önce doğdum ve sana geldim.”; “sözlerin umut vaat ediyordu; kardeşim dediğin arkadaşlarına bile açmadığın sırlarını benim bildiğimi öğrendiğim gün her şeye üstün gelen bir umut.” cümlelerindeki teslimiyetiyle, umutlu bekleyişi arasında salınımı da ayrılığa engel olmayınca, sevilme çabası yerini, simgeleşen bir takvim yaprağı esasında telafisi mümkün olmayan bir umutsuzluğa bırakıyor:
“Kabullenen ben oldum. (...) İştahım bir artıp bir azalıyor rüyalarım karmakarışık ilerliyor, hayat sevincim senden gelecek bir söze bağlanmış gibi yaşıyordum. Gelmeyeceğini artık biliyordum. (...) Doğduğun günün takvim yaprağını sahaf sahaf gezerek arayıp bulduğum gün, seni son görüşüm oldu. Elini gezdirme kenarında, ince sızlar kağıt kesiği, demişti ihtiyar alırken. aylar sonra bile sızı hâlâ tazeydi.
Salacak’tı bu hikayenin sığınağı. Eski ama belki de en güzel hâli kapağına çizilmiş bir Salacak kartpostalı arasında yerleştirdim takvim yaprağını sana verirken. Çünkü bu zarifliğin kıymetini en çok sen bilecektin fakat en çabuk sen unutacaktın.”
Öykünün bitişinde “Salacak’taki en güzel bahçeye mis gibi hanımeli kokusu yayılırken karşı evde otuz yıl önceki karlı bir kış gününe ait takvim yaprağı çerçevelenmiş, duvara asılıyordu” cümlesiyle tahkiyenin mührüne dönüşen söz konusu simge, aynı zamanda incinmenin de somut bir delili hâline geliyor. Kadın bununla “Üç yıllık yakınlığımda değil daha doğduğun günde benimsediğim sen, sadece beni değil sana verdiğim değerleri de incittin” diyor sanki.
Yine de bu incinme, ona unutmayı temin etmiyor. Adem ile Havva’nın cenneti unutamayışlarındaki gibi, kadın da kendi yitik cenneti olan erkeği arıyor sürekli: “Boydan boya defalarca arşınladım sokağımızı. Şu köşe miydi beni ilk gördüğün yer? (...) Bu ağaç mıydı altında durup o bayat kavgalarından başımı eğerek kaçtığım günlerde beni izlediğin? Bu kafe miydi beni görünce utanıp sırtını dönerek oturduğun? Adım adım geçtim ayak izlerimizin üstünden. Yıllarca ben yoktum, şimdi sen kayıptın. Bu hikaye daha başından iki kişilik yazılmamıştı. Biri görülünce diğeri siliniyordu.”
Sevdiğimiz birinin yokluğuna alışmamız, öz itibariyle onun varlığına alışmamızdan çok da farklı değildir oysa ki. Çünkü, hayatımızdan çıkan her sevgili, kendi boşluğunun varlığını bırakır. Bu manada o boşluk, unutmaya bitişikmiş gibi görünse de, çoğu fiilimiz unutmayı unutamayışımızın ya da unutma gayretimizi unutulmayı istediğimize adayışımızın belgesi hâline gelir:
“Aynaya bakınca gösterdikleri için ona teşekkür ettim. Artık çok başka bir gözle bakıyordum kendime. Otuz yılın ezberini bozmuştu. Yıllar yılı başkalarının gözünden baktığım gibi değildi bu bakış. Onun gözünden de değildi. Elmas, maden işçisi onu görsün diye parlamazdı ki. Kıymetini ancak sarraf bilirdi.”
Esra Özde’nin Salacak Takvimi adlı kitabında yer alan diğer öyküler için genel bir değerlendirme yapmadan bu bahsi kapatırsam, bir işi daha yarım bırakma kendimi kurtaramam: Öncelikle, mezkur kitapta yer alan toplam 24 öyküden, Serçeyi Vurdular; Uyan Sevgili Ağacım; Merhamet Eli; Azad’ın Yeri; Dansa Davet ve Ağam Olasın Ömer adlı öyküleri, “çocuk öyküleri” olmaları bakımından, haklarında konuşma yetkisizliğime tabi olarak bir kenara ayırmalıyım.
Ben Üşüyenlerden Değilim; Salon Adamı; Badem Parası ve Kahrolsun Önümdeki Çiftler adlı öyküler, gerek tema gerekse ifade/dil düzeyleri bakımından Salacak Takvimi öyküsünün –bir kez de salt erkeğin bakış açısından- işlenmeye müsait havzasında yer alıyorlar. Kahrolsun Önümdeki Çiftler öyküsü hariç diğer zikrettiklerim son tahlilde incinmeyi işleseler de, ayırdığım iki öykü kadar tam ete-kemiğe bürünmüş öyküler gibi durmuyorlar.
Öykülerin büyük bir çoğunluğu kadın bakış açısıyla yazıldıklarından olsa gerek, mutfağa merkezde yer verilmekle kalınmıyor, ayvadan limona, karpuzdan harnuba... sebzelere ve meyvelere de adeta resmi geçit yaptırılıyor.
Bunları, Esra Özde’nin ilk kitabını belli bir hacimle sunma heyecanına mahsus durumlar olarak nitelerken, öykülerdeki maharetli mecazlara, tok söyleyişlere ve etkili sonlara da, “öykücüdeki öykücü kumaşının güzelliği” açısından özellikle dikkat çekmemiz gerekiyor.
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.