Cebel-i Kasyun ve İbn-i Arabi türbesi
“Hazzetmek için yavaşlamak elzem. Şimdi onu, meleklerin koruduğu bu şehri anlatacaksam biliyorum ki susmam gerek. Bu da şiirden bir susmak olsun şimdilik…” demişken evvel zamanda.
Şimdi:
Susmak şiirden olunca konuşmak da şiirden başlıyor galiba:
“ derdik ki, kalb tekallüb eder
ve yağmurlar hep çöllere döner”
Şimdi bütün kelamın, hayalin, hayatın ve ki rüyanın Şam’a dönme vakti. Şam’ın bizi kuşattığı vakitlerden çıkıp seyr ü sefere: Hoş geldiniz buyurun işte kalbim deyince…
Hem de şu kapıdan buyurun, az ilerisi kalbim deyince dökülüyor hayal ve kelam, hayat ve esrar… Kenz ve hafi…
Tutulmuş defterlerin şahitliğinde başlıyor hikaye. Bazen hayat, “kelam yok” diyor. Yunus’un tabiriyle, ha demeden hayran oluyor galiba insan. Hazza çıkarılan davetiyeler dembeste (dem: hem nefes hem an; bir de kan) duruyor.
Malûlâ’dan, erken sabahlardan dökülünce yollara, o pembe defterin seyri işlemiyor. Satır araları boş kalmış. Şimdi geriye kalan pişmanlık. Keşke yazsaydım en azından saati, hayatı taşıyan fiilleri yazsaydım diyorum. “Geldik, durduk” gibilerinden olsa da hayatı fiillerin dilinden yazıda tutsaydım. Ya nasip… Bedenin dili, ruhun lisanında susmayınca, adı yorgunluk. Bu yorgunluk uykuya sürüklerken nefesi, hayali, kalem işlememiş işte. Zaman kayıp. Ruhumun lisanında kayıp. Yine kıvrım kıvrım, sarı beyaz arası, kumdan ve taştan başka aslı olmayan yollardan geçiyoruz. Yine zaman kalkmış da her şey ezelden yaşanıyor gibi.
Uyanış birden, karşılaşma birden… Kumun sarısıyla semanın mavisi, ışıkla anlaşmış, yeni bambaşka bir gümüşî aydınlık ufku sarmış. Gördüğüm, uyandırıldığım en güzel renkti bu.
Çöl zannı, ufku saran binaların gövdeleriyle bozuldu. Çöle had olmuş bir şehir desem de çöl değildi, iklimin cilvelerinde bir seyir. Yönü yitirmenin bir tarifi; “bir yerdeyiz işte” olmalı. Fısıltılar, ses olmuş, sabah kahvaltısı telaşına dönmüş. Kendimi, hayata çoktan başlamış bir şehrin hızında buluyorum. Onun hızında biz, durmuştuk. Sabah kahvaltısı…. şehrin orta yerinde bir yer, ahşap döşemeler, hizmetinin sahipliğini yapan altmış yaşlarında esmer dükkan sahibi. Halinden memnun, bir kafileyi ağırlıyor. Masalar donatılmış yeşillikler, peynirler ille de çay. Ege kıyılarının köy sofraları gibi: bolca yeşillik, kokusundan lezzet tarifi çıkan köy peynirleri, olmazsa olmazı zeytinler…
Dışarı çıkınca havayı sarmış, tanıdık bir koku… Tahminler yarışıyor: Mahlep, tereyağı, yok yok tereyağı ve şekerin yakılmışlığı. Bir de bakıyoruz ki tatlıcılar baklavalar… Baklavaların üzerine gezdirilen şerbetler, buğuları üzerinde… On beş on altı yaşlarında bir çocuk, bizim eski zaman İstanbul’unun Kanlıca yoğurtçularını hatırlatan edada. Uzunca sopayı omuzları üzerinde tutmuş sopanın iki ucuna asılmış kaplar. Şöyle bakınca birinde süzme yoğurt diğerinde kaymak… Tatlıcıya giriyor, sabah dağıtımı. Kokular hâlâ güzel. Merdivenlerden çıkıyoruz. Hâlâ herhangi bir şehirdeyim zannı. Şam’dayız deseler de, idrak olmayınca isimler de yansımasız ruhun izdüşümünde. Trafikte akarken hâlâ kendinden ve şehirden bîhaber bedenim ve hayalim. Nihayet yön kaybımı yukarı doğru ilerlemek suretiyle bozup, yön bulduğumu hissetmeye başlıyorum. Güneş sardı, şubat soğuğu kesif değil. Dükkânlar insanlar, sokaklar binalar. Otobüse binilecek sonrası… İbn-i Arabi hazretlerini ziyaret… Bu ismin yadıyla, yönsüzlük de ruhsuzluk da terk ediyor beni. Şimdi her şey Şam, her yer Şam oluyor birden. Kelimeler yaratılıyor yeniden kalbimin lisanından, hayaller coşuyor menkıbeler risalesinden. Şam, bir masal şehri hazdan. Diğer ismi Dimaşk: Akan kan. Dimaşk: İpek ya da ipek kozası. Hem akan kan hem de ipek kozasısın sen… Göklerin yıldızları, elmastan zümrütten Kasyûn üzerinde durur. Bilirim ki bu şehri melekler korur. Kasyun diyorum ille de Kasyun… Cebel-i Kasyun.
Otobüsle hareket canımı sıkıyor. “Yürümeyecek miyiz” suali hız olup sarsarken aklımı ve lisanımı, birden evlerin ve yolların bir etekten başlayıp yukarı doğru tırmandığını, çıplak kayaların kum rengi yalınlığını görüyorum. Her şey yavaşlıyor içimde…Yarım daire şeklinde kurulmuş bir şehri fark ediyorum. Bu genişlikle yanıltan Kasyun olabilir miydi? Değildir, bu bir şehrin nizamıdır da dağın kendisi değildir derken, bu şehrin Kasyun üzerine kurulduğunu söylüyorlar. Hiçbir şey okumadan, görmeden gidip, bilgiden ve kelimeden gölgeler istemezken her şeye hazırlıksız âmâde oluşumun ikramını yaşıyorum. Oysa ne hayaller geçmişti kalbimin üstünden. Erciyes gibi Ağrı gibi… Uzaktan hem de kendinden başka asıl taşımadan, tek, heybetli durur da çağırır zannetmiştim… Kabil’in kardeşi Habil’i öldürdüğü, İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmeye niyetlendiği, Meryem’in kucağında bebek İsa ile kaçıp da sığındığı çağrının adıydı Kasyun. Nazarlarım bir menzil belirliyor: Habil uyuyordu, Kabil geldi bu uykunun üzerinde durdu. Habil az sonra uyanacakken uyku Kabil’in elinde ölüm oldu. Bir menzil daha belirliyorum: Âdem iş güç peşinde tarlada ya da evde, karabiber ya da sandal ağaçları… İçi, yasak meyveyi yediği andan daha karanlık. Bir cennet düşüşü olmasa da ölüm yanışı. Başını kaldırıp göklere baktı. İçinde kalbinin ve nazarının tam en derininde Kabil’in eli vardı, sağ el, sol el, avuç içi her şey kandı, Habil’in kanında Âdem’in canı yandı… Tam burası hayalimin düştüğü yer. Cebel-i Kasyun.
Otobüsten inince bahçeli evler, güneş, mesafeyi örten kalbim, mesafeyi dillendiren yeşil kubbe. Sırtını yasladığı sarının en güzeli, taşlığın aslı kayalar. Başından, beyaz bulutlardan geçen rüzgar, onu sarıp sarmalayan mavi sema. Yürüyorum, yol arkadaşlarım. Herkes kendi ahengini şehrin ahenginden buldu, hissim derinden derinden işliyor. Zahiri batınından evvel çağırıcı, zamanın münadisi. Yeşil kubbe, beyazımsı taş minare, onun muhibbânı ağaçlar… Karabiber ağaçları, salkım söğütlere benziyorlar... İki kapıdan söz edilse de yukarı doğru tırmanmayı tercih ederken bir pazarın içinde buluyoruz kendimizi, günlerden pazar saatlerden 10-11 arası. Yollar yıkanmış gibi, temizlik nezihlik oturmamış bu su çağrışımlarına. Rutubet kokusu, küf kokusu tatlılar, baharatlar, patates soğan, meyveler ama davetkâr değil hiç biri. Hazzetmemek bu olsa gerek. Bir cami avlusuna dökülüyor adımlarımız, pazar yolundan oldukça aşağı düşen bir giriş. Sabah serinliği, güneşin berraklığı pazarda kayboldu burada tamamen terk etti bizi. Avlu yıkanmış olmaktan ziyade ıslanmış gibi. Zeminin ıslaklığı yetmezmiş gibi ayakkabıları çıkararak içeriye girme sürpriziyle karşı karşıya kalıyoruz. Yerler buz gibi. Arada ayağımıza dokunan ıslaklık. Tam ortada bir havuz. Havuzun tam karşısı cümle kapısı. Nazarlarım seyir gücünü yitiriyor, uyarıcılar kesafetten kesrete dönüveriyor. Kıyaslamalar: bizdeki türbeler, camiler ne kadar da temiz, lâtif, sıcak. Birden hatırlıyorum özlediğin isim, seyrinde sır beslediğin, nazenin kenz-i hafilerin dillendiği bir isim İbn-i Arabi Hazretlerinin yanındasın sus, sus artık deyip kemiyetten keyfiyete nihayet geçiyorum. Soldaki merdivenlere doğru ilerlerken izbelik devam ediyor, basamak basamak aşağı iniyoruz. Rehberin son uyarısı sadece on dakika… Duanızı edip çıkın, arkada buluşalım. Bana ne ki on dakikadan. Ömrümce bu anın hayalinde durmuşum, içimle konuşmadan, kalbimin ritmini onun sessizliğinde durdurmadan huzurdan ayrılmak yoktu. Merdivenler bir hücreye açılıyor, loş bir karanlık mı denir loş bir aydınlık mı bilmem ama insanı saran bir lisan.
Kadınlar erkekler izdiham… Kimi fotoğraf için kimi naz ü niyaz için orada. Herkes birbirinin yüzünü okumada.
Dua fısıltıları. Birden uyanıyorum. Hazret cam bir fanusun içinde sanki. Masal aleminden düşmüş gibi. Bir mısra geliyor aklıma “ bir şulesi var ki şem-i cânın fanusuna sığmaz âsûmânın”
Yine derinliğin terkine uğradım, etrafı nazar eder haldeyim. Kadınlar ve erkekler için ayrı yerler, canlı bir çiçek, hüsn-i hatlar, para atmak için konulmuş kutular. Hayal kırıklığı. Sanki Hıristiyan meşrep oluşlardayız. “Kendine gel” diyor bir ses! “Mürakabe zamanı”… bir köşe bulayım derken arkadaşım çoktan menzilini bulmuş… Bedeninin ve ruhunun menzilini. Kendinin farkında olan, film karelerine sonsuzluğun ânını hıfz etmekte. Onu taklit edip ben de anın büyüsüne tutuluyorum bir görüntü de ben düşürüyorum film karelerine. Bir köşeye kıvrılıp beklediğim anın ikramını hazzetmeye hazmetmeye gayret ediyorum. İbn-i Arabi Hazretlerini sevmek ürpermek demek. Bir dostumu hatırlıyorum, buraya gelip on on beş gün kalır, yaz akşamlarının letafetinde zikir ve sohbet halkalarının keyfiyetinde okumalar yapardı. Yüzünde sabit kadem bir tebessüm ağırlanırdı. Selametle diyorum ona. Zorlanan zaman daha da uzamıyor artık, birileri uyarıda. Gitme vakti. Aynı yerden değil aşağıya doğru giden bir çıkışı takip ediyoruz. Pazarı başlatan sokağın başındayız. Arkama dönüp yürüyemiyorum. Arka arka gidiyorum yol boyu insanlar bana bakıyorlar. Bir benzetme Mekke Medine çağırıyor sanki. Burayı gördüm ya Mekke’nin de Medine’nin de davetine söz veriyorum ezel mülâkiliği, ebed mülâkiliğinde buluşmak için zamanın münadisini konuşturuyor. Söz diyorum söz. Biiznillah söz. Arka arkaya yürümenin de nihayeti hüzün oluyor. Bu mavi semanın fanusuna bir minyatür nakş ediyorum. Çıplak kayalar… Derme çatma, ahşapla taş arası evler… Gövdesini kayanın rengine, rüzgârın değişine teslim etmiş karabiber ve sandal ağaçları… Taş minare ve yeşil kubbe…
Biraz şımarayım diyorum içimden, büyükler şımarıklığı sever diyorum… rüzgarı okşuyorum, o tenime değip bulutları taşırken, ben nefesi taşıyorum arş-ı âlâya değen en gerçek ve en lâtif şeyi, nefesi. Dallarda yasemenler, içimizi ısıtan ve ki ışıtan şubat güneşi. Yasemenler taş duvarlara tutunmuş. Taşın rengi, yasemenin kokusu… Vaktin geçmesine büyü yapmıyor. Dur zaman dur demiyor. Gitme vakti. Sırada ecdad yadigarı Süleymaniye külliyesi var, serin serviler altında bekleyen Osmanlı padişahları, şehzadeleri, yıkık dökük kalp kırıntıları var…