Menu
iki yazı: aşk münadisi sussa unutsa... kelimeler ve cümleler
Deneme/İnceleme/Eleştiri • iki yazı: aşk münadisi sussa unutsa... kelimeler ve cümleler

iki yazı: aşk münadisi sussa unutsa... kelimeler ve cümleler



AŞK MÜNADİSİ SUSSA UNUTSA

Birkaç  roman adı vardır hayatın kaybolan yerlerine adres çıkaran. Herkesin durup da kendine baktığı, hayatla kalbini eşitlediği, birlediği romanlar… Çekilen acısında çektiğimiz acıyı “gibi” lediğimiz, sorulan sorularında bize de sorulsa diye beklediğimiz. Böyle aşkı ben de yaşasam dediğimizde duasında tutunup, hayatında uğrunda bir bir  nelerimizi verebileceğimizi seyrettiğimiz.

Kimimizin defalarca okuduğu, kimimizin de kaybolduğu demlerde cümle cümle tekrar ederek kendini bulduğu romanlar…  Ciğer Delen, Huzur, Ruh Adam…

Elbet herkese göre değişir bu isimler. Kim kalbini neye yüklediyse onda kalır ya da kalbini ne taşıdıysa ondan razıdır.

Biz edebiyat öğrencilerinin vazgeçilmezidir Huzur. Taklitten tahkike eren bir okumadır bu ilkin, sonra hayat değince bu okumaların yüzündeki peçeler açılır bir bir.

Tanpınar tutkudur daim, şiirinde görülen rüya, Huzur romanında hayat olur. Lakin hayatın içinde, bir Huzur romanı sancısı taşımak hep zordur. Hatırlıyorum, tez konusu olarak Huzur romanına dair neler neler çıkartmıştık, aşkın hatırına… Arkadaşımın ilk İstanbul hayali, Nuran’la Mümtaz’ın adım adım dolaştıkları semtler üzerinden geçmişti de hayali hayat olmuştu. İstanbul demek aşk demekti, Huzur demekti. Oysa mutlu bir aşk değildir bu, mutlu sonla da bitmez ama aşktır işte. “Nasıl”ı, “niçin” i ömrümüze düşünce aşk değil serzeniş kalır yerine. Kutsanan cümleler, kutsanan bir aşk ve kutsanan bir hayat bırakmaz. Çizilmiş cümlelerin  mağlubu olsak da defalarca, altını çizdiğimiz cümlelerden doğarız yeniden kendimize ve hayata. Aslında doğmak istediğimiz kendimizin de hayatın da adıdır aşk. Ez cümle aşksız olmaz amma hayat “ezcümle” demez.

Bu bir “Huzur” tahlili değil, başka okumaların da tahlili değil. Sadece hayatın içinde duruş noktalarımdan birini seyrediş.

Ne zaman altı çizilmiş roman cümlelerinin iz düşümünü sürsem, arzulanan, arzusu ruhumu yakan, yakıp da yaktığı halde kanatan hayatlarda dururum dediğim an.

Hayat ki, hayatlar ki hiç ölüm değmeyecekmiş gibi hükümsüz… Sonsuzluğa değil defalarca “ben”e açılan… “Ben”e açılan kapıları kapatmanın gayreti bir “yolculuk”, sonunu seyredebilmek ariflerin hali.

Belli ki aynı demdeyim.

Altı  çizilmiş roman cümlelerinde kışkırtılmışım, yüzüm aynalara açık. Binlerce aynaya aynı anda korkmadan bakabilirim… Kelimelerim bir dünya kurabilir, İrem’in asma bahçelerini emsal tutan. Kelimelerim bir dünya yakabilir,  hem de Neron’un yaktığı Roma’yı defalarca yakan. Altını çizdiğim roman cümlelerinde ben diye başlayan sesler yükselirken, yenilgi yenilgi büyüyen zaferlerim de var üstelik. Yokluk seyrine düşen niyetlerim.

Şimdi her yıl hep aynı tarihlerde hem de yedi sekiz kez okunmuş bir romandan düşeceğim bu seyre. Ruh Adam. Hakkında yazılmış eleştirileri şöyle bir göz gezdirdim. İfrat ve tefrit noktalarında duran söz yansımaları.

Sevmiştim de iki kez okumuştum bu romanı. Ne zaman kendimde tükensem, kendimden doğmak için yine bu kitabı, içindeki şiirleri en çok da o masalı okudum hep.  Kendimle ilk karşılaşma anlarımdan birinin şahidi olduğundan belki bu kutsayış.

Kendimle karşılaşma anımın ilk seyri bir romandan değil elbet.

Hayatın en evvelinden,

Zamanın kalbinden,

Sevgililer sevgilisinin derinliğinden.

Ki ona sorulan bir sualden  ve onun verdiği cevaptan. (Dünyada en çok sevdiğiniz insan kimdir?- Ayşe...)

Üstadın cümleleri “Büyük ve temiz Hatice’de ayırt edici ölçü sevmekse, Ayşe’de de sevilmek… Böyleyken Ayşe, Hatice’den eksik sevmedi, Hatice de sevgisine eksik karşılık görmedi.” derken bu sırla varlık sırrımı ifşa etmeyi dileyişimden…

Varlık sırrımın ifşasında ben, Ayşe’ye “senin kalbinle âşık oldu da kalbim, aşkım kabul gördü. Senin kelimelerini kendi mahreçlerimle çıkardım da kelime, aşk oldu. Senin kalbinin özetiyle hallendi kalbim de, içimdeki suret sevgili oldu. Senin gibi sevmeseydim içimdeki suret “sevgili” olduğunu bilmeyecekti hiç” dediğimden.

Bir geçmişle bir gelecek dilediğimden…

Bahtımı  yazan “ilk kalem”den payeme düşen “ilk yazı”, bu aşk olduğundan, kalemime düşen ilk yemin, kalemimden geçen ilk cümle daim bu aşkın üzerinden oldu..

Seyirler devam etti bir romandan dillendi…

Dillenen, romanın kendisi değil romanı kurgulatan gerçek. Hep o yaşımda düşünmüştüm bu yaşımda da düşünürüm, “Atsız” bu romanı bu masal için, bu masalın kalbini yani ki hayatını kuşatan gerçeği için yazmış olmalı diye.

Kutsanacak bir hikaye varsa hayat tadında durmalı.

Bu romanda bir masal hayat tadında durduğundan her şey…

Uygur masalı: Bir masal ki hayat taşır, zaman geçer hayat onu taşır. Aslında taşıyan ve taşınan ne masaldır ne hayat… Sadece hakikat esmasıyla aşk…

Masal / Aşk / Istırap

İçinde hakikat

…Kamlunçu ülkesine bahar gelip de kuşlar ötüşmeye başlayınca Yüzbaşı Burkay yine o büyük çam ağacının yanına geldi. Parlak bakışlı, ay yüzlü kızı orada gördü. Yüreğine od düştü. Yeryüzü gözüne karanlık oldu.



Sorular sorar Burkay cevap alamaz. Her sualde, verilmeyen her cevapta yeniden od düşer yüreğine Burkay’ın. Kız her soruda Burkay’ın gözlerine bakar sadece. Bu kez “tek adını söyle razıyım” der Burkay. Açığma-Kün’dür adı.

Burkay’ın öğrendiği, bir “isim” değildir artık bir duadır. Burkay, onu gördü, sevdi, dertlendi…

Her seferinde “Tanrım yüreğimdeki odu söndür.” dedi olmadı, kırk gün o büyük çam ağacının yanına gitti. Her yalvarış bir gidiş, her gidiş bir yalvarış oldu. Hasret oldu, aşk oldu… Kırk birinci gün oldu… Kırk birinci gün Açığma-Kün yoktu.

Bu yoklukta ölüme durdu Burkay. Atına zırhsız bindi, oklar-kılıçlar sağından solundan geçti. Biri vurmadı Burkay’ı. Hep Açığma Kün dedi, benzi sarardı, hasta olup yatağa düştü.

Burkay’ın iyi yürekli bir evdeşi vardı. Erkeği iyi olsun diye ilaçlar, büyüler, dualar diledi. Hiç biri Burkay’a fayda etmedi. Ölecek hale geldi, bir gece Açığma Kün’ün adını sayıkladı. Evdeşi işi anladı. Çareler tazelendi. Çare, bu devaya bir kurban gerekti. O zaman Açığma Kün’ü yerinde bulabilecek, onu görebilecekti. Burkay hiç düşünmeden kabul etti. Gözüne sevda bürümüş, kanına çılgınlık yürümüştü, evdeşini kurban verdi.

Evdeşi beddua edip kıyamete kadar dünyaya her gelişinde ruhun ıstırap çeksin demiş Tanrı da kabul etmişti.

Açığma Kün gelmiş, Burkay hasrette vuslat tazelemişti. Burkay söz söyledi, sevdi, diledi Açığma Kün, gülümsedi. Bir şey demedi. Burkay sevdi. Açığma Kün’ü evdeşi edindi.Yetmedi yine sevdi. Öptü, kokladı, kıskandı. Sevmekle kanmadı, sevgisi durulmadı. Derdi bitmedi. Çare diledi. Büyücü, “sen nızvana cehennemine düşmüşsün. Eğer o da seni seviyorum derse bundan kurtulursun” dedi.

Burkay yurduna döndü. Açığma Kün’e “beni seviyor musun” diye sordu. Açığma-Kün saçlarıyla sardı, gülümsemesiyle donattı her seferinde soruyu da cevabı da unutturdu.

Böylece yıllar geçti. Burkay sevgiden çılgına döndü. Istırap ıstırap üstüne çekti.

Çare bulunamadı, seni ancak ölüm kurtarır, Açığma Kün Tanrının cezasıdır dediler. Burkay ıstıraplar içinde öldü. Ölürken yine “beni seviyor musun” diye sordu. Açığma Kün sardı, gülümsemesiyle donattı. Bir şey demedi. Burkay’ın öldüğünü görünce gözleri yaşardı. İnci gibi yaşlar aktı. “Istırap çekiyorum” diye inledi. Fakat “ben de seni seviyorum” demedi.

Burkay ölmekle ıstıraptan kurtulmadı, bin yıldır her bahar Açığma Kün’ü görüp sevdiği çam ağacının yanında ruhu dolaşıyor. Istırap çekiyorum, sen de beni seviyor musun diye ağlıyor, yanında duran Açığma-Kün sadece sus sus ben de ıstırap çekiyorum diyor ben de seni seviyorum demiyordu.

Selim Pusat bu romanın kahramanı, istihzasına düştüğü bu masaldan kendine bir hayat biçileceğini bilmiyordu.

Ben bu “hayat kurgusu”nun kahramanı, bu masalın istihzasına düşmedim hiç. Burkay’ın acısında ürperdim ve sadece bilmediğim sonumuz adına güzellik diledim.

Yeri geldi bir hitaptan geçtim:

“Ruhun mu ateş yoksa o gözler mi alevden

Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu

Pervane olan kendini gizler mi alevden

Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.”

Zaman durdu bildim ya da sadece dursun istedim:

“Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin

Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin” dedim.

Sustum…

“Sırretmeye elden seni bir perde olurdum

Toprak gibi çiğnediğin her yerde olurdum” mısralarıyla bekledim.

“Ram ol bana ruhun yeni bir aleme girsin

Yazmış kaderin aşkıma ömrünce esirsin.

Aklınla, şuurunla hayalinle bilirsin

Mutlak seveceksin beni  bundan kaçamazsın.” Seyreyledim.

Ne zaman aşk münadisi şehir şehir dolaşmaktan vazgeçip sussa… Züleyha’nın saraya davet çıkarttığı kadınların gülümsemesini ve kınamasını unutsa  münadi. Aşk ortadan kayboldu sanılır. Bir Yusuf kalır ortada. Gömleği arkadan tahrip olunmuş. Bir Züleyha kalır derinde saklanmış, kıssa da kınanmış.

Bir Uygur masalı aslında. Yalın dupduru bundan ziyade acı. Aşkın  çağrısına uyup da hayatın deviniminde ezilişin, çaresizliğin yegane tarifi… Bilmeli ki aşk münadisi sussa da unutsa da bir korunmuş Yusuf, kınanmış bir Züleyha bir Kur’an kıssasında hep durur.

Bilinsin ki aşk münadisi sussa da unutsa da, bir Uygur masalında bir Burkay, bir Açığma Kün,  bir roman üzerinden hayata hep konuşur.


KELİMELER VE CÜMLELER

Kelimeler ve cümleler…

Nizam tuttukları  meskenler farklı. Kimi şiir evinde, kimi roman kentinde, yeganesi de ayet mülkünde mevzilenmiş. Bir şiirde yol bulup tebessüm ederken bir damla hüzünden bir damla hayalle dağılırken, altı çizilmiş bir roman cümlesinde, dehasını hayatına adamak istiyor insan, sonra ürperiyor bu tutku karşısında. Sonra ayetler görünüyor, gelip iniyorlar, durup bakıyorlar… Sessizliği geldiği yerin azametinden, inişindeki şeref indiren meleğin -namus-ı ekberin- teslim edişinden. Ayetlerin kelimelerinde ruh, seyrinde ve sırrında dururken, kalp secdede, beden-nefis ona gösterilen rüyayı görmekte. Bu rüyada kalmak mümkün olsaydı…

Bir şiirden yola çıksam adreslerde kayboluyorum kelime kelime. Her kelime bir adres. Birinde şehrin ismi var sadece. Diğerinde şehir, mahalle, sokak hepsi belli. Ve ben ki aynı anda her yerde olmak isteyen. Tebessüm ediyorum, dağılıyorum. Adresler açık: Biri rüzgâr biri yıldız diğeri su ışık… Biliyorum ki çağrıldığımdan bu dağılış. Sadece benim arzum değil. Bu, karşılıklı bir çağırış. Ya ben onlara gidiyorum ya da onlar bana geliyor. Ben gidersem, hayat oluyor onlar gelirse yazı. Ah kelimeler, hem hayatsınız hem yazı.

Duygular var bana da uğra diyen, her biri kelimede nefes tutmuş can bulmuş. Bu yüzden de şehirler kurmuş. Kelimelerden şehirlerim, sokaklarım, evlerim ille de bahçelerim var benim her zaman yol bulup tekrar kaybolduğum. İnsan “bulduğu” adreste kaybolur mu demeyin kaybolur, çünkü insan “bildiği” adreste kaybolmaz. Hatta o bile müphem. Bulmakla bilmek aynı şey olmadığından bu kayboluş. Kelimeler. Kelimeler büyülü sıcak, hayalden hayata erdiren kanatları var şeffaf…

Kelimeler…

Altı  çizilmiş roman cümlelerinde kışkırtılmışım, yüzüm aynalara açık. Binlerce aynaya aynı anda korkmadan bakabilirim… Kelimelerim bir dünya kurabilir, İrem’in asma bahçelerini emsal tutan. Kelimelerim bir dünya yakabilir,  hem de Neron’un yaktığı Roma’yı defalarca yakan. Altını çizdiğim roman cümlelerinde ben diye başlayan sesler yükselirken dehamı hayatıma harcadım diyen yazarın şuhluğuna düşüvermişim. Hiç ölmeyecek gibi zanla  uçarken hevesim, hep öleceksin gerçeğiyle yandı zandan kanatlarım. Şiir bir rüyaydı gösterilen, roman bir hayaldi kurulan. Gördüğüm rüyadan mesul değildim amma kurduğum hayalin eyleme dönüşen arzusundan mesuldüm. Bu yüzden ayırdım kelimeleri, cümleleri: şiirin cümleleri, romanın cümleleri diye. Ne zaman şiir okusam birden âşık olurum, cennetler düşlerim, hüzünden geçer ölümde dururum, ölümden cennete bir sonsuzluk bulurum. Ne zaman da altı çizilmiş roman cümlelerinin iz düşümünü sürsem, arzulanan, arzusu ruhumu yakan, yakıp da yaktığı halde kanatan hayatlarda dururum. Hayat ki hayatlar ki hiç ölüm değmeyecekmiş gibi hükümsüz… Sonsuzluğa değil defalarca “ben”e açılan…

Kelimeler ve cümleler var içimde ne şiirden ne romandan sadece Ondan.

Kelimeler ki onun..

Hitap onun, hitap ettiği onun.

Vaat ettiği onun.

Vaat edilen onun.

Müjde onun. İkab onun.

Bu kelimelerle erir tutkuların gölgeleri birer birer. Gölgeleri yok olur  ışıkları, varlıkları olmadığından.

Bu kelimelerden inşa edilmemişse beden şehrimiz, hayatlarımızın izi kalmaz  cennet arzında.

Bu kelimelerle yıkılır şiirden ve romandan heykellerimiz, ille de bu kelimelerle baki kalır saadetimiz…

Bu kelimeler hakikati tutar nefesimizde.

Onun kelimeleriyle duyulur karıncanın sesi, hüthütün korkusu, bir melikenin aldığı mektubun haberi…

Mektuptaki Süleyman’ın seslenişi

Melikenin teslimiyeti…

Ayetlerin kelimelerine erince hayalhanemiz, cennete dair düşlerle, karıncaya dair hayatlar gerçek olur, billur zeminden geçen melike zamansız, kalbimizin nizamında durur.

Kelimeleri var, korktuğumuz… kelimeleri var, tebessüm ettiğimiz...

Öylesine sevdiğimiz.

Öylesine sevdiğimden:

“Nihayet karınca vadisi üzerine geldikleri zaman bir karınca: “Ey karıncalar yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi aman ha ezip telef etmesin!” dedi. Neml-18

“Derken çok geçmeden gelip dedi ki: Ben senin bilmediğini öğrendim sana Sebe’den doğruluğu kesin bir haber getirdim.” Neml- 22

Diğer Yazıları