Bu bir selam denemesi
Bu bir Sait Faik denemesi…
Öyle anlar oluyor ki bir inciri, bir salkım üzümü, içindeki ışığı dakikalarca seyredebiliyor insan, kendinden geçiyor…
Şimdiki anın seyrinde ‘ilk yaratılış, var oluş anının düşüyle seyredince varlık karşısındaki duruşumuzu’ varlığın içinde, bizim var oluşumuzu en derinden seziyoruz.
“Düşlenmemiş şeyler” diye fısıldadı içim. Bu fısıltı da düşlenmemiş şeylerdendi. İnsan olmamızın ağır ve güzel tebessümü bu düşlenmemiş şeylerden geçiyor sanki. Geçmişi geleceği biriktirmiş billur bir su damlası “düşlenmemiş şeyler”…
Tanıdık lezzetlerden, hazlardan örülmüşken bir yanı, bir yanı da hayalini bile kuramadığımız, kuramayacağımız tatlardan, nazarlardan sunulmuş nefes tufanı, nefes denizi düşlenmemiş şeyler.
Görülen rüyada, varlığı bu âlemde olmayan renkler, kokular, oluşlar; bir yazının içinde, içimizden düşen bir cümle ve cümlenin aklımıza kalbimize duran manası, aydınlığı düşlenmemiş şeylerden…
Şu an bu yazının seyrinde kendi duruşuma, halime, akışıma varmak için gayret ederken, yazı bir keşif, en kıymetliyi isimlemek, en bilindiği yeniden bilmek, hazzetmek iken bir an anlamsızlık oluveriyor.
Hayat akarken, doğumlar, ölümler, mutluluklar, aşklar, müjdeler hastalıklar akıp geçerken, bir kurşun ete işleyip bakışı dondurunca ölüm olurken, oluş kendini yenilerken bir yazı ne ki hayat karşısında deyip susuveriyor insan.
Yazı bir gölge, yazı kavanoza deniz koymak… Küçümseyişlerin en âlâsı geçiyor içimden.
Yazıya ve yazmaya dair bu küçümseyiş garip bir merhamete dönüşüyor sonra. Bu merhametten sualler doğuyor!
Bu hayat ağacının neresinde durur ki yazı ya da yazmak. Kök müdür, gövde mi? Yaprak mı meyve mi?
Sualler beslenirken endişeyle, oluş aslını veriyor. Asıl isim kalıyor, asıl varlık: Kelime. Ve kitap… Amentü esasları sıralanıyor: “ve kütübihi”…
Sonra, Allah’ın insana kelimeyle yaklaşması, Âdem’e öğretilen isimler, Rabbin Musa’yla konuşması, ayetlerde Meryem oğlu İsa’nın kelime olarak geçmesi…
En muhteşemi de Allah’la insan arasındaki mesafede, Cebrail’in taşıdığı emanetle, mesafenin erimesi. Mesafeyi eriten “kelime”…
Kelimeyi emniyetle teslim edişine hürmetle, adı “namus-ı ekber” olan melek gelince akla. Ve geriye sadece Allah’ın kelimeleri kalınca, merhamet bir kez daha kazanıyor varlık sırrında.
Merhamet, ‘yazmak şefkattir’ diyor, ‘yazmak sevmenin başka halidir’. Nefes arşa değen en latif şeyse bunun bir ucunda da kelime var elbet.
Bu şefkatten doğdu bu yazı, bu sevmekten doğdu. Sevmek hayat olunca yazı oldu.
Yazı ile hayat arasındaki sualleri, mesafeleri sevmek kaldırdı, o kaldırdı.
Yazı ile hayat arasındaki mesafeleri kaldıran mısralar döküldü kalbimden dilimden
Havada bulut pamuk şekeri, rengi beyaz
Koku ıhlamur, çiçek nar
Yalıda manolya suda balık
Bir Sait Faik denemesi
Nasıl başlamalı bu yazı derken çoktan başlamış hayatıma değdi…
Hazirandı
Suya ışığa balığa selam olsun mu demeli
Dut ağacına ve duta
Nar çiçeğine ve nara
Selam…
Yaprağı saran ve sarsan rüzgâra selam
Havada incir kokusu…
Sahi dut incire benzer mi? Suale selam!
Cevap olan, vakti gelmemiş incire selam…
Hayatla yazı arasındaki sualleri, mesafeleri kaldıran yazara selam
Sait Faik’e selam…
‘Hişt! Hişt!...’ le tanıdım sevdim onu ve kendimi, kendimde emanet edilen her şeyi… En sevdiklerime ‘Hişt! Hişt hişt!!!’ demeyi öğrettim ilkin sonra sevdirdim, sahici sevdirdim…
Eriklere hişt hişt dedim, gövdeye yürüyen suya hişt! hişt! dedim. Sudaki ışığa topraktaki kokuya serinliğe hişt! hişt! dedim.
Bir gün kuş böcek su toprak bana hişt! hişt! dediğinde tamamdı her şey.
Denizin sustuğu evimde bulut konuşunca
Deniz pencereme köpüğünü bırakınca
Sevgili bir dost kapıma ‘şimdi sevişme vakti’ni bir gülle tutturunca bildim
Her şeyi yıllar sonra bildim…
‘…
Yırtık mintanından adaleleri gözüken
Dilenci
Sana önce
Şiirlerin tadını
Kitaplardan tattırmalıyım
Resimlerden duyurmalıyım resimlerden…
…
Söylemeliyim
Yok
Yok… meydanlarda bağırmalıyım
Bu küçük
Güllerin buram buram tüttüğü
Anadolu şehri kahvesinde
Kiraz mevsiminin
Sevişme vakti olduğunu.
Resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım
Baygınlık getiren şiirler
Kiraz mevsimi kiraz
Küfelerle dolu pazar.
Zambaklar geçiriyor bir kadın
Bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor
Sallıyor boyacı çocuğu fırçasını
Belediye kahvesinde hâlâ o eski, o yalancı
O biçimsiz Bizans şarkısı
…’
Sonralar değdi zamana kelimelerden ve hallerden sonralar… Ben sizinle büyüdüm. Adanıza demir attım, evinize gittim, taşlığında gezdim, sana hişt hişt diyen, ekşi erik tadında bakan ota böceğe selam verdim. Gözümü yumdum kalbimi açtım, kulağımla değil can kulağımla dinledim, zamanı kaldırdım.
Hazirandı, 2011di, İstanbul’du, Burgaz’dı harikulade güzel bir gündü. Sokakta bütün gençler ve her şey güzeldi. Gökte bütün kışlarından yıkanmış bir mavilik, hem çok uzakta hem de ta içimizde, elimizde avucumuzda gibi idi. Gibisi kalkmış öyleydi. Ben içimin ışığında kendime bakıp kendimi görmüştüm güzeldim, hoştum, âşıktım, gayba selam tadında şükürdeydim belki en çok bu yüzden sarhoştum, avareydim. Bu avarelikle bu tatla bir sayfa çevirmiştim avare bir sayfa. Sayfa 92 ‘1Nisanda Bir Erik Ağacıyla Konuştum’
Ben bu hallerdeyken üstelik siz de aynı hallerdeyken hem siz, üstüne üstlük ‘Bir havuz, bir fıskiye bir lastik top bir çocuk bir köpek bir karpuz düşünmüşken bir aralık bir dükkânın aynasında neden sarı, adeta bahtsız yüzünüzü gördünüz?
Neyse neyse ki fark edip geçtiniz, takılmadınız, o erik ağacıyla konuştunuz.
Beyoğlu’na doğru dimdik çıkan yokuşlardan birinin başıydı, durmuştun, sırtını meçhul bir ağaca vermiş sevgilinin evini seyretmiştin. Bahçede erik, çiçek açmıştı. Köpeği havlıyordu.
Vangelistra Kilisesi’nin çan kulesinin otuz metre aşağısıydı. O bahçedeki erik ağacı senin dostundu. ‘Erik ağacı!’ demiştin, ‘Seni de, yemişlerini tuzla yiyen esmer kızı da deliler gibi seviyorum, ne yapayım?’
Sonra kendince itiraf etmiştin, ‘azizim, ben köpeklerle konuşmadan evvel işe, ağaçlarla konuşmakla başladım, sevgilimle bir şey konuşamazdım’ diye.
Ben sen itiraf ederken satırları çizdim, adres aldım, o erik ağacına gideyim diye.
Biliyordum yazı ile hayat arasında mesafe yoktu, sual yoktu bu yüzden hem hayat hem yazı olsun diye bunları yazdım. Aldığım adresin altına not düştüm.
“Deniz avare, ben avare, bulut avare teknenin ardındaki martı avare
Dışı beyaz içi sarı bir kayık rüzgârda şaha kalkmış dolu dizgin gitmek istiyordu gidemiyordu. Üstelik hazirandı.
Şiir söyledim ona gitmesin diye, gidemeyişi içini acıtmasın diye:
‘Uyusam,
Kendimi bir son vapurda sansam…
Peşimizde yıldızlar
Peşimizde uskur
Uyusam…