İsmini bulmamış, bulmamakta ısrarlı… Tadı damağımızda, hayali duamızda, “oluşu, olduğunda gizemli” bir
seyahat… Bu, belli ki tamamlanmamış bir yolculuk, konuşan… Konuşamadığında da hayalden bir dil ifşa eden. Kelimeleri renk, sureti bir hurma dalı, bir çöl, bir vaha, taş ve kum…
İçim dingin ve isimsiz. İçim dingin ama isimsiz.
Camlardan ovaları seyrediyoruz. Akşam inmiş, arkadaşım uduyla nağme bulmakta. Ben yukarıdaki cümleleri biriktirmişim defterime, hüzünle. Havaalanındayız, vakit erdiğinde İstanbul’a döneceğiz. Hoş bir tebessüme hoş hüzünler düşüyor. Arka masada diğer arkadaşlar. Belli ki bizden apayrı bir gerçeği konuşuyorlar. Siyaset, tarih.
Nazarlarım ovalara ve akşama değmişken; yüreğim, onunla eren hayalim, ötelerde. Aklımın bir ucu gönlümü kayıt altında tutarken bir ucu defterimde. “İçim dingin ve isimsiz. İçim dingin ama isimsiz.” Son cümlede bir endişe. “Ama” varsa, gerisi gelirdi. Bir ismi olmalıydı içimin, içimde kalanın.
Adını koymak öyle zor değildi. Varlığı, adının teminatıydı. Çoğu kez adlar, varlıkların teminatıdır. Lakin bu kez varlığı, ismine teminat oldu.
Billur bir nefesti o ân yaratılmıştı. İçimde kalanın “Kebûter” koydum adını. Yani güvercin. “Ama” ile varlık bulan endişe, silinip gitmişti çoktan.
Ve ilave ettim. Sen, Kebûter-i dîlsin, ey şehir, dedim. Sen ille de gönül güvercinisin. İçim dingindi ve ismini bulmuştu.
Yolculuğu ne başından ne sonundan yaşıyordum. Bir çağrışım cennetinde kalbimde ne varsa canlanan, aklımda ne varsa, hem dil hem suret bulan, onu yaşıyordum. Halep’ti içimde dingin ve isimsiz duran. “ Ama” ile bir endişe tufanında boğulmayacak kadar “var” olan. Dingin ve isimsiz gelip konmuştu içime, bir güvercin sessizliğinde, güzelliğinde, hüznünde… Nedendir bilmem, güvercinler hüznün diğer adıdır, kanatlı… nazlı… ille de yuvalarına dönen.
Çağrışım cennetinden defterime düştüm yine. Halep için yazdıklarımı okudum, sessiz. Ân olup yaşanan, kelam olup yazılanları… Yaşadıklarım, yazdıklarımdan divane. Bu sebeple birileri, yazmasam öleceğimden korkarım derken ben yazdığımda öleceğimden korktum hep. Bu kez hem hayat hem yazı divane.
Halep: Kebûter: Kebûter-i dîl…
Halep kalesi, şubat,günlerden cuma.
Sabah ışıltısı, ışığı… Kumru sesleri… Ilıkla soğuk arasında bir şubat sıcaklığı.
Dinginlik.
Taş, bir şehre bu kadar yakışır. Sertliğinden bu kadar vazgeçebilir, renk, koku, dokunuş olmak için. Külden bir şehir; kordan olmasa da kora meyyal kalpler savrulabilir.
Çay bahçesindeyim şimdi. Bütün Halep semadan dökülürcesine konmuş yere. Nazarlarım, seyrim emrine âmâde durmuş. Bir sema, bir arz, bir de ikisi arasında Halep var. Kebûter bakışlı, nedense hep ürkek. Birazdan havalanıp da semalara dönecekmişçesine.
Uzaklardan karga sesleri. Sert bir rüzgar yüzümü okşuyor. Ağaçlar bile taşın rengini almış. Kül yeşili. Gökler, kül mavisi… Gün, saat, ân, nefesler kebûter sessizliği.
Halep’in üzerinden kuşlar geçiyor. Evin taraçasında bir genç, güvercinlerini uçuruyor. Elinde uzunca bir değnek gidip geliyor, o da kül renginde. Başka bir taraçada çocuk, kardeşini el arabasına koymuş oyun oynamakta. Güvercinler havalandı, daire çizerken birileri, diğerleri özgürlük denemesi yapmakta. Şimdi çaylarımız geldi. Bir yudum. Bir yudum daha. Fotoğraf makinesinin derdinde, sessiz bir arkadaş, kendinin farkında…
Bir yudum çayın ânına düşen cuma selâları. Bizimkilere benzemiyor, okunanlar; doğrudan Kur’an okunuyor sanki.
Bütün şehre dağılan nefes, ses vakit oluyor. Ân oluyor, kalbimi ürperten bir tebessüm oluyor.
Dağıldıkça nazarım bir şeyleri topluyor: Taş evlerin bahçelerinden ağaçlar çıkıveriyor kül renginde. “Kim bilir baharda nasıldır buraları?” diye geçiriyorum içimden. El-cevap, külden bir bahar düştü hayalime.
Euzü besmeleyle başlayan bir tilavet. Çok güzel ve çok derin. Her şey durdu sanki. Hep birlikte nefes alan bir şeye, tek bir şeye dönüştük. Parça bütün yok, tek şey var. Elhamdülillah. Halep’te çay. Rüzgar yüzümü okşuyor. Gönlümde hüzün. Kalbimdeki yerleşik korkuları sarsan bir kalp fısıltısı, çoktan tebessüme dönüşmüş.
Zekeriya a.s ruhuna bir fatiha okuyorum. Saat erdi, bir seyir daha. Kuşlar semadan geçerken, güvercinler nazlı, sahiplerine dönmekte. Sokakların sessizliği göklere yükselmekte. Hesabı ödüyoruz ki hesaplar çoktan ödenmiş. Bugün cuma. Her yer kapalı. Koşa koşa iniyoruz geldiğimiz yerlerden. Zamanın selamına ermiş koca taş duvarlardan, kapılardan geçerken, önüme hurma ağaçları dökülüyor. İnce, narin, edalı… Son bir bakış, evvel önüme. Yaşadığım zamana dahil olayım diye. Sonra bir bakış arkama. Zamansızlık denilen sırrı, emanet alıp, kalbime sır eyleyeyim diye.
Bir anda, ezel ebed hem demliğini tutturan kalbim ve bedenim iğreti olmayan görüntüler bırakıyor film karelerine. Yüzüm ona, bedenim gideceğim yere dönük yürüyorum bir müddet… Sonra Halep çarşısının cuma sessizliğini yaşayan dehlizlerine bırakıyorum kendimi. Yanımda arkadaşım. Kendinin farkında olan çoktan yollara düşmüş. Bir Halep hatırası olsun diye, açık gümüşçülerin birinden, kül renginden gül rengine dönmüş yakut bir yüzük alıyorum. Kebûter nazarlı taş işçiliği, nazlı. Saat çoktan haddini aştı bir dehlizden koşa koşa bir cami içine dökülüyoruz, akıyoruz. Güzel, izbe… Zekeriya a.s makamı. Şaşkınlık. Sessizlik. Bunca gün ne kadar çok, vahiy tayfına düşmüş suretlerin, peygamberlerin hayatından, acısından, makamından, zamansızlığından geçtik. Durgunluk, mizacı burada nefeslerin. Suskunluk bir çağrının nişânesi. Susuyorsanız bir çağrıya kulak vermiş kalp açmışsınızdır. Nefesler duruyorsa ezel tâbiliğini, ahdini tazelediğimizdendir. Ağlayan, feryadı gözyaşından önce gelen suretleri ve sesleri inceleyince onların da aslında sadece sustuklarını, sadece durduklarını görüyor ve biliyorsunuz. Dolan zaman, camii kapısından çıkışa dökülen yol. Sabahın erken saatlerinde yıkanmış sokaklar ve camii bahçesi. Bir cuma ve bir Halep. Ağırlığımı taşıyan yerin nefes alıp verişini duyuyorum. Derin nefes alıyor bu şehir. Kalbim onun güvercin edasında hafiflesin istiyorum. Bu yüzden kale önündeki hurma ağaçlarını(palmiyeleri), kum rengini hayal ediyorum ve yüzümü okşayan sert rüzgarın varlığına çayın buğusuna bırakıyorum kendimi.