Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabında yer alan Hişt, Hişt! adlı hikâye, okuyucunun sevdiği ve etkilendiği bir anlatı. Bu hikâye hakkında genel yargılardan biri şöyle ifade ediliyor: Yalnızlık hikâyesi.
Gerçekten de, ilk okumada bu yargıyı haklı çıkaracak algılar edinmekteyiz. Hikâye kahramanı o kadar yalnızdır ki, arkasından duyduğu bir “hişt” sesini üzerine alınır. Kendisine seslenilmiş olmasını garipseyerek yürür. Seslenen belki bir kuştur, belki çağla bademi renkli bir keçi. Yazar evden kızgın çıkmıştır. “Yürüdükçe de açılıyordum” dediğine göre siniri tepesindedir. Kızgınlığının ayrıntısını vermez. “Belki de traş bıçağına sinirlenmiştim” der. “Yolda kimsecikler yoktu” (ABASIYANIK, 1993: 71) sözünden de kendini kıra attığını anlıyoruz. Yazar tabiatı sevmektedir. Pek çok eleştirmen bunu bildiğinden, Sait Faik’in hikâyelerini onun insan ve tabiat sevgisine vurgu yaparak incelemiştir. Mehmet Kaplan, tahlilini şöyle yapıyordu: “Sait Faik, hayatı, insanları ve kâinatı seven bir insandı. Fakat o aynı zamanda görmesini bilen ve gördüğünü anlatma gücüne sahip olan bir yazardı. İnce bir dikkati vardı (...) onun gerçekçiliği sığ bir gerçekçilik değil, efsaneyi, şiiri, duyguyu, sevgiyi ve hayali de içine alan, çirkinlik ile güzelliği, iyilik ile kötülüğü bir arada gören, insanı ve kâinatı bütünüyle kucaklayan bir gerçekçiliktir. Sait Faik’in hikâyelerini hayat gibi zengin, karmaşık ve güzel yapan, bu sevgi dolu geniş, anlayışlı ve müsamahalı bakıştır” (KAPLAN, 2009: 194). Benzeri bir yaklaşım, üstelik bu kez Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabını konu edinerek geliştirilmiş. Makaleyi kaleme alan yazarlar Hişt, Hişt! başlıklı hikâyeyi de ele alarak Sait Faik’in “insan sevgisini” şöyle değerlendiriyorlar: “Yaşamaktan zevk almış, yaşamanın anlamını yakalamış “küçük insanlar”ın yazarıdır Sait Faik; çünkü kendisi de bir yaşama ustasıdır. Onun “Hişt, Hişt!..” başlıklı öyküsünde, “yaşama sevinci”dir bizi iklimine hemen alıveren. Öyle bir sevinçtir ki bu, ansızın “çukulata rengi bir yaprak”, “çağla bademi renkli bir keçi”, ya da “eşek” görebilirsiniz. “Yol hareket eder”, “Papazın oğlu otuz birli bir yüzle bakar”, “Hişt, hişt sesi hâlâ peşinizi bırakmaz”. Çünkü yaşama sevincini içinizde duymaktasınızdır. Sait Faik’in sanatı ve dünya görüşü “insan sevgisi” üzerine kurulmuştur. (...) Sait Faik’in üzüntülerinin tek kaynağı sevgisizlik ve yalnızlıktır. Sait Faik’in yazı yazmaya başladığı 1930’lu yıllarda Maupassant, Çehov ve Gorki tekniğine bağlı öyküler yazılıyordu. Sait Faik, böyle bir ortamda kendi kişiliğiyle öykülerini birleştirmiştir. Onun öykülerinde, anlatılan kişiyle anlatan kişiyi birbirinden ayırmak zordur. Sait Faik’in öykülerinde yoğun bir yaşama sevinci vardır. Bu öykülerde insan ve çevre herhangi bir kurala bağlanmadan karşımıza çıkar” (SÖNMEZ- ŞAHİN-OĞAN, 2005: 252).
Sait Faik hikâyesini böyle okumalı mıyız? Sönmez-Şahin-Oğan’ın makalesinde bir cümle zikrediliyor: “İki yazısı hakkında kovuşturma, bir yazısı için de soruşturma açılınca yazmamaya karar verir”. Bu cümleden sonra yazarın “insan sevgisi” merkezli hikâye yazdığı yorumlarına inanmak güçleşiyor.
1930’lar Türkiyesi zor yıllardır. 1929’da dünya, Ekonomik Buhran ile sarsılmaktadır. Yahya S. Tezel der ki: “İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası’na kayıtlı ticaret firmalarının sayısı, 1929’da 7500’den 1932’de 6900’e ve 1939’da 6600’e geriledi. 1920’lerdeki ithalat cümbüşü sırasında kurulan ticaret işletmelerinin bir kısmı 1930’ların sıkıntılı koşullarında ortadan kalktı” (TEZEL, 1994: 251). Tezel’in görüşüne göre 1929 bunalımı nedeniyle Türkiye devletçiliğe yöneldi; hükümetin ekonominin işleyişine müdahale etme gücü bir hayli genişledi; devletçi sanayi programının oluşturulmasını izleyen yıllarda da bürokrat kökenli yönetici kadronun siyasi gücü arttı (TEZEL, 1994: 250). Bunun Türk toplum yapısında “yeni sınıf”sal pozisyonlar oluşturmuş olması muhakkaktı. Dünya ekonomik buhranı sırasında Türkiye’de 1929-1938 yılları arasında 2000 km. yeni demiryolu ve 3000 km. yeni karayolu yapılmasıyla, hatta Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bu yol sistemine bağlanmasıyla, “yeni sınıf” özel girişimcilerin iç piyasadan daha çok yararlanmaları sağlandı. Tezel’in Erdoğan Soral’ın araştırmasından aktardığına göre, 1968 yılında en az elli kişi çalıştıran özel işletmelerde 1921-1930 arasında kurulanların % 13’ünün girişimcisi kamu görevinden gelmişken, bu oran 1931-1950 arasında kurulanlar için % 78 idi (TEZEL, 1994: 253). 1930’lar Sait Faik’in de yazarak hayatını kazandığı yıllardır. Yaşadığı muhit de “eski zengin” tabakanın profillerine şamildir. Bu yılların havası ile, Sait Faik’in toplumdaki iktisadî alt-üst oluşu anlattığı düşünülebilir. Devletçilik uygulamaları toplumda bazı gerginliklere yol açmış olmalıdır. Bir itiraz vardır ama, itirazın sonuçlarına dair bir korku da yabana atılmamaktadır.
Sait Faik’in iktisadî alt-üst oluşa dair toplumsal bilinçte yer etmiş bir korkuyu yazdığı açıktır. Bunu Alemdağda Var Bir Yılan kitabında Çarşıya İnemem hikâyesinden çıkarıyoruz. Aslına bakılırsa Hişt, Hişt! hikâyesi ile Çarşıya İnemem hikâyesi aynı mekanda geçmektedir. Hişt, Hişt! hikâyesinde yazar “Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz, dedim. Sanki yol hareket etti” diyerek mekanı belirler. Yazarın “Kalpazankaya yolu” dediği yer, Burgazada’nın güneybatısında yeralan “Kalpazankaya burnu”nu ifade ediyor. Çarşıya İnemem hikâyesinde de “Kaşıkada’nın köpeği hâlâ havlıyor” (ABASIYANIK, 1993: 92) demektedir. Kaşıkada, Burgazada’nın karşısında kaşığa benzediği için bu adla anılan bir adadır.
Çarşıya İnemem hikâyesinde yazar, hikâyenin ilk bölümünde, sanki borçlu olduğu için çarşı esnafıyla karşılaşmamak istemekte olduğunu anlatır gibidir. Küçük zevkleri vardır, kaçamakları, içkisi... “Tütüncüye gazete ve Bafra borcu, gazinocuya iki üç bira, gazoz borcu, muhallebiciye 17 lira kadar takıntı” (ABASIYANIK, 1993: 87). Netice itibariyle “orta hallice bir memurum” (1993: 86) der. Allah’tan sade bir hayat yaşamaktadır: “Param yoksa bile evim var. Sobam var, yemeğim var. Aşağıda radyo var” (1993: 85). Bu nedenle sorar: “Geçen ay ödemediğime, bu ay da çok mübrem bir işe 56 lira vermek zorunda bulunduğuma göre çarşıya inebilir miyim? İnemem değil mi? Evet bir hikâye böyle bitirilebilir. Gülen güler. Acıyan acır” (ABASIYANIK, 1993: 87).
İşte bundan sonra yazar çarşıya inememesinin sebebini açıklar. Düzen değişmektedir, yeni bir iktisadî tabakaya yer açılmaktadır. Baskıcı ve birbirine aldırmayan insanlardan oluşan bir ortam gelmektedir: “Ah bu yasaklar! Kendi kendimize, başkasının bize, bizim başkalarına, devletin tebaasına, tebanın devletine, belediyenin hemşehrisine, hemşehrinin belediyeye koyduğu, koyacağı yasaklar... Yasaklarla çevrili bir dünyada yaşamasak yasaksız yaşayamazdık. Halbuki, hayvanlar, hele ehlileri, yasaksız ne güzel yaşıyorlar” (ABASIYANIK, 1993: 88). Sait Faik bu anlatısında ideolojik bir aidiyet taşımaz. Devlet kadar tebaanın da baskıcı tavrını zikreder. Harpten bahseder ve “Zaruret!” der (ABASIYANIK, 1993: 89). Yeni zengin sınıfı da acımasızca eleştirir: “O fırıncı yok mu, o? O, sabahları, işçi çocuklara kırbaç gibi pis yağlı böreğini otuz beş kuruşa okutan, olur da fazla veririm korkusundan kimselere para bozmayan fırıncı! O sıra sıra kiralık evler yaptıran, keçilerine köyün ne kadar körpe dalı varsa yediren fırıncı!” (ABASIYANIK, 1993: 89).
Sait Faik, kitaba ismini veren Alemdağda Var Bir Yılan hikâyesinde de yalnızlığı bu yeni burjuva kültürün yabancılaştırıcı etkisinden bahsederek anar. Toplumsal değişimden hoşnutsuzdur. Sanayileşme politikaları, kalkınma, çarpık bir “çift dünya” ve tabakalaşmış bir toplum kurmuştur: “Günlerden Pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin, İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günlerde köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek” (ABASIYANIK, 1993: 30). Bu çirkin İstanbul’a karşı “tabiatı bol” bir mekan koyar: “Güzel yer, güzel yer Alemdağı. Şu saatte on beş metrelik ağaçlarıyla, Taşdeleni ile, yılanı ile” (ABASIYANIK, 1993: 31). Buradaki gerçeküstücü tahayyül ile “yılanı bile” dönüştürür; yılan zararlı olmaktan çıkar, tabiat birbiriyle dost olur: “Taşdelen parmak gibi akar (...) Su içmeye gelen bir tavşan, bir yılan, bir karatavuk, bir keklik, Polenez köyden şerefimize kaçıp gelmiş bir keçi ile alt alta üst üste oynaşıyoruz” (ABASIYANIK, 1993: 31). Oysa İstanbul’un çirkinliği insanları boğmuştur, merhameti öldürmüş ve kalbleri soğutmuştur: “Alemdağı güzel, Alemdağı... İstanbul çamur içinde. Taksi şoförleri su birikintilerini inadına insanların üzerine sıçratıyorlar. Kar inadına içimize içimize yağıyor. Kadının biri beşinci kattan bir kediyi sokağa atıyor” (ABASIYANIK, 1993: 31- 2). Böylece İstanbul’un çirkinliğini, balgam, kusmuk, çamur, lakaytlık, kir sıçratma, karın içimize yağması, vs. gibi kelimelerin sembolizmine sığınarak anlatır.
Hişt, Hişt! hikâyesini bu perspektiften okuduğumuzda hikâyenin hareket noktasının kimi eleştirmenlerin dediği şu yoruma dayanmadığını göreceğiz: “Sait Faik’in üzüntülerinin tek kaynağı sevgisizlik ve yalnızlıktır.” Bizim kanaatimize göre, bu hikâyede iktisadî alt üst oluşa karşı bir direnç, tabiata sığınma, insanın değerlerini yitirmesine karşı geliştirilmiş bir öfke bulunmakta. Kazanç uğruna hayatın anlamı yitirilmiştir: “Günün havadislerine geçilir. Günün havadisleri parayı kazanıp da yemeyenlerin enayiliği üzerinedir” (ABASIYANIK, 1993: 91). Kapitalizmin akıldışılığı hakkında eleştirileri vardır. Yazar, Çarşıya İnemem hikâyesinde onu çarşıya inmeyi yasaklayan adamdan da bahseder. “Bana çarşıyı yasak eden her kimse onu öldürmeyi düşündüm (...) Kahveye girdim. Karşısına geçip oturdum. Beni görünce sapsarı kesildi. Dudakları titriyordu. Kahvenin aynasında sapsarı, bembeyaz bir adam gördüm. Ürktüm, bendim. Defolup kahveden gitti” (ABASIYANIK, 1993: 92). Gelişen ekonomik yapı insan teklerinin benliklerini parçalamıştır. Her halukârda çarşıya inemeyecektir, evine döner. Kentin değerleri ile çatışmaktadır. Hastalanmıştır. “Anam sirke koyuyor. ‘Okuma artık, yat’ diyor” (ABASIYANIK, 1993: 92). Okumaya, yazmaya ve tabiata sığınmıştır. Hişt, Hişt! sesleri ölmemiş insanlık değerlerini, insanın tabiat içindeki varoluşunu, merhameti temsil etmektedir: “Gelsin de nereden gelirse gelsin!... Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları” der. Hişt, Hişt! sesleri insanın ölmemesi gereken yanını dürter; bir ikazdır, vicdandır, değerlerdir: Hişt, Hişt!
KAYNAKLAR:
ABASIYANIK Sait Faik, Bütün Eserleri 7: Alemdağda Var Bir Yılan- Az Şekerli, Bilgi Yayınevi, 1993
KAPLAN Mehmet, Hikâye Tahlilleri, Dergâh Yayınları, 2009
SÖNMEZ Melahat, ŞAHİN Ahmet Rıfat, OĞAN Münevver, Alemdağ’da Var Bir Yılan: Bir Sait Faik Öyküsüne Psikodinamik Bakış (Deneysel Bir Çalışma), Anadolu Psikiyatri Dergisi, sayı: 6: 251-258, 2005
TEZEL Yahya S., Cumhuriyet Döneminin İktisadî Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994