Menu
Sahne Işığında Kaybolmak: Nana ve Gösterilen Kadının Yalnızlığı
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Sahne Işığında Kaybolmak: Nana ve Gösterilen Kadının Yalnızlığı

Sahne Işığında Kaybolmak: Nana ve Gösterilen Kadının Yalnızlığı

“Her şey sadece bir rüya.”

— Émile Zola


Bir kadın sadece bakılan mıdır?


Émile Zola’nın Nana adlı romanı, sahnede parlayan ama iç dünyasında yavaş yavaş solan bir kadının hikâyesini anlatır. Nana, güzelliğiyle, cazibesiyle, toplumun üzerine projektör tuttuğu bir figürdür. Ama o ışıkların altında ne kimlik kalır ne de ruh.

Güzellik bir silaha, sahne bir kafese, alkışlar ise bir uyuşturucuya dönüşür.


Nana'nın hikâyesi, yalnızca 19. yüzyıl Fransa’sına değil, bugünün dünyasına da derinden bakar.

Ve şu soruyu sorar:

“Görünür olmak ile var olmak aynı şey midir?”


Nana, roman boyunca gerçek bir karakter değil, bir temsildir. Kadınlığı temsil eder, arzuyu temsil eder, toplumun bastırdığı dürtüleri açığa çıkarır.

Ama kendisini hiç temsil edemez.


Sahnedeyken güçlüdür. Ama sahne bittiğinde herkes gibi yalnız, herkes gibi savunmasızdır.

Onun rolü; güçlü, baştan çıkarıcı, bağımsız bir kadın olmaktır — ama sadece seyreden gözler için.

Çünkü Nana’nın öznesi yoktur, kendisi yoktur. O, hep başkalarının gözünde vardır.


Bugün de benzer bir sahnedeyiz.

Kadınlar görünür oldukça, üzerlerine yüklenen roller de çoğalıyor:

Güzel ol, zarif ol, çekici ol, güçlü ol, ama fazla olmadan…


Nana, bu rollerin arasında silinen ilk isimlerden biridir. Ama ne yazık ki son değildir.


Nana, güzelliğiyle yükselir. Ama o güzellik, aynı zamanda onu tüketen şeydir.


Roman boyunca Nana’nın bedeni bir performans alanına dönüşür. Erkekler onun etrafında dönmeye başlar. Onu arzularlar, onunla var olduklarını hissederler. Ama hiçbir zaman onu gerçekten merak etmezler.


Onu görmek isterler ama kim olduğunu sormazlar.


Bu da bize çok tanıdık geliyor artık:

Sosyal medya ekranlarında bedenleriyle var olan, ama sesi duyulmayan, hikâyesi merak edilmeyen kadınlar…

Güzelliğin bir ifade değil, bir imaj olduğu bir dünyada yaşıyoruz.


Ve Nana, bu imajın kurbanı olur.

Tıpkı bir aynaya bakar gibi herkes onda sadece kendini görürken, onun içi yavaş yavaş silinir.


Nana, sadece bir karakter değil, Zola'nın toplum eleştirisinin merkezidir.

Çünkü toplum, kadına ya annelik ya da nesne olma rolünü uygun görür.

Nana, bu rollerden taşar. Bu yüzden sistem onun yükselişini alkışlar, ama düşüşünü daha çok ister.


Kadınlık, bir süre sonra “sahip olunacak” bir şeye dönüşür. 


Nana da bu sahip olunmakla parçalanır.

Görünürlük onun parasıdır, ama bedeli ruhudur.


Bugün de görünürlük yeni bir sermaye.

Beğenilmek, izlenmek, paylaşılmak… Ama içi boş bir temsil üzerinden.

Yani hâlâ Nana’yız: seyrediliyor, arzulanıyor, ama yalnız bırakılıyoruz.


Nana dışarıdan güçlü görünür. Erkekleri etkiler, onlara hükmeder gibi durur. Ama bu gerçek bir güç değildir.

Çünkü bu güç, ona verilmiş bir rolün içindedir.

Sahip olduğu hiçbir şeyi kendi kimliğiyle kazanmaz. Her şey, başkalarının bakışına bağlıdır.

Nana, oynadığı rolün içinde boğulan bir kadındır.


Güçlü görünen kadın figürü, aslında en kırılgan olandır bazen.

Çünkü alkışın sustuğu yerde, sessizlik çökünce, kim olduğunu hatırlayamaz hale gelir.


Nana’nın sonu dramatiktir.

Sahne ışıkları sönmüştür. Alkışlar bitmiştir. Onu arzulayanlar çekilmiş, onu övenler susmuştur.

Yalnız kalır.

Tıpkı yükselişi gibi, düşüşü de toplumun gözleri önünde olur.


Ama bu düşüş, sadece bir bireyin değil, toplumun ikiyüzlülüğünün de çöküşüdür.

Toplum onu yüceltmiş, kullanmış ve sonra gözden çıkarmıştır.


Zola, son sahnede Nana’nın çürüyen bedenini tarif ederken aslında bir sistemi tarif eder:

“Güzelliğe tapan ama onu yaşatamayan bir dünyanın çöküşü.”


Bugün Nana başka kıyafetlerle, başka sahnelerde karşımıza çıkıyor.

Reklam panolarında, Instagram filtrelerinde, ekranın diğer ucunda…

Güzellik hâlâ değer. Ama hâlâ aynı sorunun cevabını bilmiyoruz:


“Güzelliğe bakarken onu nasıl tükettiğimizi fark ediyor muyuz?”

“Kendi sahnemizden indiğimizde kim kalıyor geriye?”


Nana, güçlü görünen ama sessizce tükenen bir kadındı.

Oynadığı rolün içinde kayboldu. Çünkü kendi sesi hiç duyulmadı.


Belki bugün de hâlâ aynı soruyla baş başayız:

“Görünmek için ne kadarını kaybediyoruz?”


Ve bir gün, ışıklar söndüğünde, sahne kapandığında ve alkışlar dindiğinde kendimize şu soruyu sormak zorunda kalacağız:

“Bu hayat benim miydi, yoksa yalnızca bana giydirilmiş bir kostüm müydü?”


Ayşe

1983 yılında Merzifon’da doğdu. 2006 yılında Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü’nden mezun oldu. 2010  yılında İstanbul Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Kimya Bölümü’nde Tezsiz Yüksek Lisansını tamamladı ve pedagojik formasyon eğitimini alarak öğretmenliğe adım attı.Yaklaşık 15 yıl boyunca Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı çeşitli kurum ve kuruluşlarda, engelli bireyler ve destek ihtiyacı olan çocuklarla  çalıştı. Bunun yanı sıra çeşitli eğitim kurumlarında Kimya ve Fen Bilgisi öğretmeni olarak görev yaptı. Hâlen öğretmenlik mesleğini büyük bir tutkuyla sürdürmektedir.Edebiyat alanında özellikle çocuklara yönelik içerikler üretmekten büyük bir mutluluk duyan yazarın, 2025 yılı Mayıs ayında, 3–6 yaş grubuna hitap eden “Hızlı Koşanlar Kasabası” ve “Benim Adım Cesur” adlı iki kitabı yayımlandı.Aynı zamanda Merzifon Bilgi Gazetesi’nde “Hikâye Bahçesi” adlı köşede düzenli olarak yazılar kaleme almakta; kişisel blogu üzerinden de yazın yolculuğunu paylaşmaktadır.İlk yayın deneyimini, 2025 yılında ‘23 Nisan Dergisi’nin özel sayısında yayımlanan “Egemenlik Ormanı” adlı öyküsüyle yaşadı.2025 Temmuz ayında yayımlanan Derin Kalem Dergisinin ikinci sayısında ise Gabriel Garcia Marquez'in "Yüzyıllık Yalnızlık" eseri üzerine kaleme aldığı "Zaman Unutur, İnsan Tekrarlar: Macondo'da Yalnızlık Üzerine" başlıklı inceleme yazısı yayınlandı.

Daha fazla görüntüle