
“Yaşadığım hayat benim değil ki… Olsa olsa bana gösterilmiş, bana tarif edilmiş bir hayattır bu.”
— Ahmet Hamdi Tanpınar
Bir insan, zamanı kaybederek mi silinir?
Yoksa kimliğini kaybederek mi?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanı, bu iki sorunun iç içe geçtiği bir karanlığı anlatır bize. Ve bu karanlığın içinde Hayri İrdal’ın silik ama yankılı sesi yükselir.
Hayri İrdal… Ne tam anlamıyla anlatıcıdır ne de olayların öznesi. Ne mücadele eder ne tamamen teslim olur. Onun hikâyesi bir “karar veremeyen insan”ın, ama belki de en çok, “kendi hayatını yaşayamayan insan”ın hikâyesidir.
Hayatı, başkalarının gölgesinde şekillenir. Doktor Ramiz onu bir ruh hastası olarak tanımlar. Halit Ayarcı ise onu bir projeye dönüştürür. Herkes onun kim olduğunu tanımlar; o ise sessizce uyar. Çünkü kendi sesi yoktur.
“Bana, kendi hayatımı değil, başkalarının uygun gördüğü bir rolü verdiler.” demek ister adeta ama diyemez…
Çocukluğundan itibaren Hayri İrdal, bir boşluğun içinde büyür: Babasının gölgesi, mahalle baskısı, batılılaşmanın yarım yamalak etkileri, ölümcül bir alışkanlık gibi tekrarlanan yoksulluk…
Ve bütün bu yaşanmışlıklar arasında bir kimlik kurmak yerine, sürekli ertelenmiş bir varoluş üretir.
Bugünün insanı için de bu tanıdık bir şeydir. Kimliğimiz çoğu zaman bize ait olmayan tanımlar üzerinden inşa edilir. İş unvanlarımız, eğitim geçmişimiz, sosyal medya profillerimiz…
Ama öz ne zaman konuşur?
Ve en çok da: Kime ait bir hayat yaşıyoruz?
Saatleri Ayarlama Enstitüsü, adından başlayarak bir parodidir. Ne saat vardır ortada ne düzen. Ama herkes büyük bir ciddiyetle bu oyunun bir parçası olur.
Enstitü büyür, belgeler üretilir, toplantılar yapılır, fonlar bulunur… Ama ortada hiçbir gerçek amaç yoktur.
“Ciddi görünmek, yeterince ciddi olmaktan daha önemlidir.”
Bu, yalnızca Tanpınar’ın bir modernleşme eleştirisi değildir. Aynı zamanda, sistemin anlamdan arındırılmış ritüellerini ifşa eden güçlü bir alegoridir.
Bugün de benzer bir sahnedeyiz:
Verimlilik, üretkenlik, dijital dönüşüm, girişimcilik gibi kavramlar hayatımızı şekillendiriyor. Ancak çoğu zaman neye hizmet ettiğini bilmediğimiz bir yapının içinde çırpınıyoruz.
Tıpkı Hayri İrdal gibi, “anlamı olmayan bir düzenin içinde anlamlıymış gibi davranıyoruz.”
Hayri İrdal’ın zamanı, hatıralarla parçalanmış, travmalarla bölünmüş ve sürekli ertelenmiş bir zamandır.
Çocukluğundan itibaren “ne olacağına” karar verilememiştir. Zaman onu sürükler, ama o zamana yön veremez.
Hayri İrdal, zamanın içinden geçen ama zamana hiç dokunamayan bir adam.
Ve belki de Enstitü’nün gerçek amacı, saatleri ayarlamak değil, aslında zamanı unutturmaktır.
Günümüz insanı için de zaman artık bir çizgi değil; kesik kesik bir veri akışıdır. Bildirimlerle bölünen dikkatimiz, sonsuz döngüye giren gündemler, hep meşgul ama hep savrulan bir hayat…
“Zaman akıyor ama hayat geçmiyor.”
Tanpınar, Hayri İrdal üzerinden bağırmaz. Aksine, en sert eleştirilerini en yumuşak dille yapar. Roman boyunca bir parodi havası vardır ama o parodinin içinde yavaş yavaş çözülen bir insan görürüz. Ve o insan, bugünün aynasında çoğalır.
Aidiyet hissetmeyenler, neye inandığını unutanlar, sistemin içinde bir “rol” oynamaya zorlananlar…
Hepsi birer Hayri İrdal’dır.
Hayri İrdal hiçbir zaman kahraman olmak istemedi. Ama bir “örnek vatandaş” kurgusunun içinde kendini temsil etmekten de vazgeçti.
Bugün de benzer bir baskının içindeyiz:
Başarılı ol, görünür ol, uyum sağla…
Ama tüm bu seslerin arasında kendi sesimizi kaybetmiyor muyuz?
Belki de asıl soru şu:
“Biz gerçekten kim olduğumuzu biliyor muyuz, yoksa sadece bize verilen rolleri mi oynuyoruz?”
Ve zaman geçtikçe, saat çalıştıkça, Hayri İrdal’ın aynasında bir gölge daha beliriyor:
BİZ.
1983 yılında Merzifon’da doğdu. 2006 yılında Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü’nden mezun oldu. 2010 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Kimya Bölümü’nde Tezsiz Yüksek Lisansını tamamladı ve pedagojik formasyon eğitimini alarak öğretmenliğe adım attı.Yaklaşık 15 yıl boyunca Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı çeşitli kurum ve kuruluşlarda, engelli bireyler ve destek ihtiyacı olan çocuklarla çalıştı. Bunun yanı sıra çeşitli eğitim kurumlarında Kimya ve Fen Bilgisi öğretmeni olarak görev yaptı. Hâlen öğretmenlik mesleğini büyük bir tutkuyla sürdürmektedir.Edebiyat alanında özellikle çocuklara yönelik içerikler üretmekten büyük bir mutluluk duyan yazarın, 2025 yılı Mayıs ayında, 3–6 yaş grubuna hitap eden “Hızlı Koşanlar Kasabası” ve “Benim Adım Cesur” adlı iki kitabı yayımlandı.Aynı zamanda Merzifon Bilgi Gazetesi’nde “Hikâye Bahçesi” adlı köşede düzenli olarak yazılar kaleme almakta; kişisel blogu üzerinden de yazın yolculuğunu paylaşmaktadır.İlk yayın deneyimini, 2025 yılında ‘23 Nisan Dergisi’nin özel sayısında yayımlanan “Egemenlik Ormanı” adlı öyküsüyle yaşadı.2025 Temmuz ayında yayımlanan Derin Kalem Dergisinin ikinci sayısında ise Gabriel Garcia Marquez'in "Yüzyıllık Yalnızlık" eseri üzerine kaleme aldığı "Zaman Unutur, İnsan Tekrarlar: Macondo'da Yalnızlık Üzerine" başlıklı inceleme yazısı yayınlandı.