…29 nisan 2012…
edebiyat’a gider iken, bayezid-laleli-aksaray güzergahında gidip-gelen, yaz-kış yalınayak gezen, senelerdir berber ve su yüzü görmemiş saçları parmak kalınlığında urgana dönüşmüş, elleri, yüzü ve lime-lime giysileri aynı kir renginde bir mecnun/deli var idi. felsefe bölümündeki arkadaşların nezdinde “sokrates” idi...
tabii o, şu günlerde otobüslerde gidip-gelirken tekrar okuduğum kitabdaki gibi, hikmetli sözler sarfeden “akıllı deliler”den mi idi, bilemem; konuştuğuna şahidliğim yokdur.
...
binbirgece’de geçip herodot tarihi ile çakışan birinin macerasından çok iyi bir roman çıkarılabilir aslında, çıkarabilen için...
…18 mayıs 2012…
bir gazetenin ekonomi sahifesine kabataslak bakıyorum: tam bir laubalilik. maliye bakanlarını tam bir şambabaya çevirdi bu savruk kazteler. aynı sahifede vergi ilavesi haberi varken, maliye bakanının, “vergileri indirdik” lafını da haber olarak koymuşlar!
…19 mayıs 2012…
nefsinin, heva ve hevesinin zebunu olur isen, elbet her kes ve her şeyin de zebunu olursun. bunu farkedince, herkesden korkar, ürker, kaçar ve kaçınırsın. hayatdan kaçmak bu mudur acaba?
...
«nefis her zaman kendisine galib gelmiş ve boyun eğdiği kimsede bir mükemmellik bulunduğuna inanır. bu (...) boyun eğmesinin sıradan bir galibiyet dolayısıyle değil, galibdeki mükemmellikden dolayı olduğuna kendisini –yanlış bir şekilde— inandırıp şartlandırdığındandır. bu inanç ve şartlanma neticesinde, galibin her şeyini gözü kapalı taklide başlar.
«veya mağlub, galibin karşı konulamaz bir asabiyete ve (teknolojik, sınai, cihaz/silah) güce sahibliğinden değil, gelenek ve adetlerinden dolayı galib geldiği yanlış fikrine saplanır. [mesela, batıcıların tanzimat ve meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerinde böyle gayr-i ma’kul bir psikolojiye saplanıp kılık-kıyafet, harf ve takvim, tarih ve benzeri sathi devrimleri/inkılabları(!) gibi.] bu ise, birinci sebeb olarak söylediğimiz gibi, galibi büyük görmek (ve kendini küçük görüp aşağılık/zelillik) kompleksine kapılmakdır. bu sebeblerden dolayı mağlubların her zaman giyimlerinde, binitlerinde, silahlarında, âdetlerinde ve diğer hususlarda galiblere benzemeğe çalıştığı görülür.
(...)
«yine komşu iki halkdan biri diğerine üstünse, diğeri ona benzemeğe çalışacakdır. tıpkı çağımızın endülüs’ündeki gibi. endülüslülerin giyim-kuşamda, hayat tarzında, âdet ve geleneklerde, hatta evlerin ve iş yerlerinin duvarlarına resimler çizecek kadar pek çok hususda avrupalılara benzemeğe çalıştığı görülür. hikmet gözüyle bakıldığında, bütün bunların istilanın alâmetleri olduğu hissedilir. emir allah’ındır.» (ibn haldun. mukaddime. 23. fasıl)
...07 mayıs...
zihnî buz devri devam ediyor mu genç arkadaşım? ediyorsa dahi, hiç olmazsa parmaklarının buzullaşmasına izin verme. başını kaldırıp yukarılara, yüksekliklere bak ve bize güneşi anlat, bulutları anlat, mavliği anlat, mavi kubbede neler gördüğünü anlat: bir çatlaklık ve ya sıva/renk dökülmesi ve ya solukluğu görüyor musun; yağmurun rengi değişiyor mu; rüzgar ne renk esiyor; gökyüzünde aşk rengi mi var, kan rengi mi? cehennem soluğu mu soluyor gökyüzü, cennet soluğu mu? sonra yere bak. yer göğe nasıl bakıyor? gök yere nasıl bakıyor? sen annene nasıl bakıyorsun? sen babana nasıl bakıyorsun? eşine-dostuna nasıl bakıyorsun? sen yavruna nasıl bakıyorsun? sen sana nasıl bakıyorsun?
...
ey başı göklerde ulu türk büyüğü;
eğer sen sana bakar iken yoksulları göremiyor isen, körsün. ne kendini görebilirsin, ne yeri, ne gökyüzünü...
eğer göremiyorsan çiçekleri, bu çiçekleri yoksul çocukların ve yaşlıların gözüne yerleştiremiyorsan, ahırında rahat uyu ey türk büyüğü...
...
hazret-i isa’nın diyar-diyar kaçtıklarını yoksaymaz isen var olamaz, var sayılamazsın. onlara zulmetme, zaten kendi-kendilerine yeterince zulum içindedir. onları yok-saymak zulum değil. ancak, kendine de zulmetme: onları var saymak, kendine zulum.
...
düşünce kontrolü: ne düşüneceğine karar verebilmek; hissiyatının, heva ve hevesinin sürüklediği konuyu düşünmeği bırakabilip, faideli ve daha önemli/yukarlak bir konuyu düşünmeğe geçebilmek.
...
bir şey yapıp-etmemek miskinliği, sinikliği, çekingenliği ve korkaklığı, bunlar da bir şey yapıp-etmemeği besliyor, ve, biribirini semirtip azmanlaştırıyor.
...
«kendininfarkındaolmaya gelince, hepsinden daha ender güçtür o, en yüksek derecede değerli ve nazik, bir kişinin en yüce ve umumiyetle geçici başarısı, bir anda mevcud iken hemen kolayca yok-oluveren bir özellik.» (aklıkarışıklar için kılavuz; e.f. schumacher; çev. m.özel. iz yay., 1990, ist.)
…10 mayıs...
iş çıkışları, sinirsel hararetin şahikası veya ateş çukurunun dibi. sinir sistemi, olabilecek tüm parçalarına ayrılmış...
süleyman ağabi, her gün yazmalı, diyordu. yazmayınca, dünyadan ayrı düşmüş, boşalıp işe yaramaz haldeki bir pile dönüşüyorsun (zihnen ve moralen). yaşa ve ortama bağlı olarak, şarj pek zor ve uzun sürebiliyor. düşen, yine düşen bir salyongoz gibi, her seferinde duvara tırmanmağa yeniden (sıfırdan) başlıyorsun.
...
yatsı namazı esnasında, nedense, hatırıma, haccac’ın üzerine gönderdiği komutanların hepsini öldüren ve en sonunda 600 (altıyüz) kişiye karşı 50 000 (elli bin) kişilik bir ordu ile haccac’ın bizzat kendisinin yürüdüğü şebe bin yezid düştü. bu son karşılaşmada da haccac’dan kurtuluyor, ancak ve amma ve lakin, bir köprüden geçeriken nehre düşüp ölüyor... (haccac. kitabevi yay.)
...
yazmak için ehliyete sahip misin? (ehliyetsiz sürücülere ceza yazılıyor da...)
şu halde: yeterince okumağı fasılasız hale getirebilmelisin.
...
aklıkarışıklar için kılavuz’daki şu ibareleri okurken («imdi, kendininfarkındaolma, dikkat etme gücüyle yakından alâkalıdır; dikkati ‘yönlendirme’ gücüyle, demeliyim belki») –gözlerimle- zihnimde, bir gün önce okumasını bitirdiğim haccac kitabı ile, hemen öncesinde, içimi baymasına dayanamayıp yarıda bıraktığım iskenderiyeli philo ile karşılaştırmalı (ikisi de akademik) değerlendirmesine girişmişim (demek “dikkatimi yönlendirme”de yeterince yetenek kazanamamışım): barındırdığı malumat tasnif edilmemiş kitab, elenip ayrıştırılmamış, curuf ve hatta toprak içindeki madenin bize süslü bir paketde sunulması gibi. (off the record demek istiyordum ki: iskenderiyeli philo için iki nüsha yeterli idi: biri jüri için, biri de hatıra olarak derleştiren için.)
...12 mayıs 1428...
yavaş-yavaş bir kıpırtı var, amma, henüz ayağa kalkamıyor. –yoksa senden, kalemi eline almak veya klavyenin başına geçmek gibi bir yardım mı bekliyor?
…13 mayıs...
bugün hava parçalı bulutlu. güneş görünüp kaybolmada. taksim otobüsünde 30 sahife kadar okuyabildim. çok şükür cep telefonu kanserojenine aldırmayan aldırmazların azgınlığına uğramadım. dır-dır.. dır-dır.. dır-dır ve cır-cır.. cır-cır cep telefonu ile konuşanlara: konuş-konuş geberisice: beyin kanseri olup bağıra-bağıra gebermeğe hazırla kendini.. kanser mezbahanesinin öküzü... (tabii, öküzün süsmesini göze alamadan bu söylenmez. iyisi mi, kendini ahırda kabul edip, dilsiz kesil.)
insanları, sadece beni değil, gözümle gördüğüm üzere, pek çok insan gibi insanı çileden çıkaran otobüslerde çep telefonu ile anırma serbest ise, sigara içmek de haydi-haydi serbest olmalı... kanserse, cep telefonu da bal gibi kanser ediyor... /galibe tek farkı, sigara biraz acı, cep telefonu tatlı kanser ediyor! konunun yetkilileri de tatlı kanseri seviyor mu nedir? sevmiyorsa, bu iltimas niye?!?!
…21 mayıs 1428...
içeri girdiğimde, havanın hararetinden dilim damağım kurumuş. lavaboya gidip elimi-yüzüm yıkadım... ya, dili-damağı kuruyan minik yavrular... karınları da aç... gözlerine bakabilir miyiz!?!
...27 mayıs 1428...
evde, masının üzerinde günlerdir duran yeşil erikleri çatırtı ve şapırtı ile yerken aklıma düştü: çocukluğumuzda, dalından olgun erik koparıp yiyemezdik. çünki, kapsama alanımızdaki erik ağaçlarının erişebildiğimiz dallarındaki erikleri, daha çekirdekleri bile oluşmadan yolup talan ederdik. (hekimin oradan fısıltısını duyar gibiyim: bu talanı iyi ki becermişsiniz; hatta, orta yaşa kadar devam ettirmeli ki hemeninden şeker illetine tutulma!) sonraki günlerde, ağaçların, değneklerle dahi ulaşamadığımız tepe dallarında sarılira gibi sararan veya nar gibi kızaran eriklere nasıl hüzün ve hırs karışımı bakardık!
...
saat 15 sularında, ömer buğra’ya karne hediyesi olarak, sultanahmed’e gittik. halk otobüsüyle giderken, pek muhterem halkımızın arasında ne nadide mallar bulunduğuna aynel ve asabiyel yakin şahidlik makamına erdik.
çemberlitaş yakınındaki bir marketden bisküvi ve meyvesuyu (kendim için soğuk meyveli çay) alıp, sultanahmed camii’nin avlu duvarında, meydanı seyrederek açlığımızı giderdik. sonra ikindi namazını bu mavi çinili camide eda etdik. müezzin mahfelinin altında namaz kılarken, yan tarafda iki malldan biri, yanındakine, caminin bina ediliş serüvenini anlatıyor ki, ben de hem namaz kılıp hem dinlemek zorandayım: bilmem kaç yüz altın lira sultan vermiş de yetmemiş de ve saire ve saire... namaz oldu zebun. selam verince dayanamayıp, on metre kadar ilerideki ukelaya seslendim: bayım burası namaz kılma mahalli. sohbet mahalli (kapı tarafına çekilmiş hattı işaret edip) şurası... özür–mözür geveledi muhkerem genç bay-mall... ne yazık ki insanlık aşamasını atlayıp ukelalık makamında at koşturmağa başlamış...
bayezid’e doğru yürürken, sultan II mahmud, abdulaziz ve II abdulhamid hanın medfun bulunduğu türbeye uğradık, amma, kapalı oluşu benim için beklenmedik olamadı, nedense...
…28 mays 1428…
hedef konusunda ne düşünüyorsun dostum?
galiba yeterince büyük hedefler koymuyorsun ki (karşına), küçükleri de gerçekleştiremiyorsun!
–fatih sultan mehmed’in bin yıllık (istanbul’u fethedip doğunun ve batının hükümdarlığını elde etme) hedefi vardı...
–birinci sultan selim’in önüne dünya haritasını serdiklerinde, ne kadar da küçükmüş: bir padişaha bile yetmez, dediği rivayet edilir...
…
gevşeklik sari/bulaşıcı bir şey imiş. gevşeklerle yakın bulunursan gevşersin (gevşekliği bulursun); sen gevşek isen, etrafını da gevşetirsin.
…29 mayıs 1428…
aslında yazabilecek ve okuyabilecek özellik ve beceriye sahib iken, bu imkânı(ın vaktini) oyun ve eğlence ile değiştirmen, senin için, haram değil ise, nedir? senin için değil ise, ömrünü ve uşaklarını dinle bakalım ne imiş? (onların sesini akıl kulağı ile dinleyeceksin/dinlemelisin elbet, eşşek kulağı ile değil!)
…
kahvaltıdan sonra saat 10:50’de evden çıkıp, 89C taksim halk otobüsüne bindim. meal okudum. bir ara sağ ayağımı hareket ettiremediğimi farketdim. metafizik bir mahluk mu yakaladı ayağımı, diye (fantastika) kuruntulandım. yapışkan bir yumuşaklık hissedince, güç sarfederek ayağımı kaldırıp baktım: sakız... evet, gerçekden, metafizik bir varlığın kendisi değil ise de, tükürüğü (aslında o ânın hâletinde, başka, ya’ni asıl kelime geçdi zihnimden) yakalamış ayakkabı(içindeki ayağı)mı! bir şeytansal döl tükürmüş otobüsün içine ve üstüne basmışım...
halkalı’da otobüs hayli dolduğundan, ön ve orta kapıdan biremeyen altı-yedi kişilik bir güruh, arka kapıdan, açılan baraj kapağından hücum eden sel suyu gibi doluştu içeri. en arkada, kapının dibinde oturduğumdan görüyorum: bu vıcık-vıcık yaz sıcağındaki hammami otobüse doluşanların dört-beşi, allı-mavili, sarılı-yaldızlı eşarplı (şarpalı), 20-40 yaş arası bayanlar. (nedense, herhalde dini bir sohbet toplantsına falan gidiyorlar, diye düşündüm.) başlarnda eşarp, sırtlarnda manto-pardesü var diye, bu sıcakda bu kadar yabancı erkek arasına dalma vizesine sahipler, fetvasını almış olmalılar... hatta, bunca yabancı erkek arasında rahat-rahat konuşup şakalaşabilir, gülüşebilirsiniz! –tabii bu hanımlar biraz geleneksel görüntüde, dolayısıyle, cafelerde, genç bay okul ve iş ve dava arkadaşları ile aynı masada kahkaha sağanağı altında sigara tüttürüp nargile fokurdatmazlar; hem, bir başörtüsü sarıp sallandırdık, deyip, ekranları, parsel-parsel çöreklenip ballandırmazlar... bunlar “itaatkâr” ancak, “ve evlerinin muhafızıdırlar” habersiz(leşmiş) takımından (faal ve sosyalleşilmelilik kompleksi/özentisi/şuursuzluğu adına).
tam, i.e.t.t, bu halk otobüslerinin kılimalarının çalışırlığını denetlemeli, diye düşünürken, bay hazreti sürücü, tuna mahallesi durağında lutfedip kılimayı çalıştırdı! kendi ensesi pişti zaar, halk otobüsündeki halk kimin umurunda!
…31 mayıs 1428, cıharşanba…
kaztede yemek yerken, yine aç insan ve çoluk-çocuk düştü hatırıma...
açlıkdan koca-koca/güçlü-kuvvetli insanların titremesi bile dayanılmaz ise, küçücük bedenlerin bu yüzden titremesini, kıvranmasını, sesi tıkanacak kadar ağlayıp bayılmasını düşünebiliyor muyuz???
...
20:30 sularında fatih kadınlar bazarı’na, su kemeri dibindeki çayhaneye gelip oturdum. oturduğum yerin karşısındaki kebabçının önünde tıkınanlar görülüyor. tabaklar ile ağızlar arasında gidip gelen çatal-kaşıklar... bu görüntüye düşmanca, kin ile, hınç ile, hırs ile bakan o kadar çok insan var ki... ve bu hınç ve hırsı bizzat yaşayıp tadmışlardan biri olarak, bu bakışlardan içim titrer daima...
...
çok şükür çöl sıcakları geldi de yazma kılcal damarlarım açıldı. (yılan burcundan mıyım nedir?)
…01 haziran 1428, perşenbe…
ne okuma var ne yazma; (olan) ahmaklar arasında ahmakca azma.
havuzu doldurmuyorsun ki, niye akıtmıyor diye kızasın.
…02 haziran 1428, cum’a…
kendine dahi (olsa) kızıp köpürmek cehennemîdir.
sana zarar veren düşmanına (nefsine) akıl dışına taşmadan (köpürmeden) kızabilirsin; ceza olarak, hoşuna gitmeyecek tarzda davranmayı, ancak akledebilirsin: düşmanına zarar vermek istiyorsan, aklı elden kaçırma; aklına zarar verme, sen zararlı çıkarsın.
…
fikr-i ta’kîb, galiba, (ibdaî) san’at(lar) sahasında verimliliğin ve başarının sırrı olsa gerek.
…
akşam üzeri su kemeri dibinde hacı nahid ile karşılaşdım. bir bankanın 30 mayıs 1428 (12 haziran 2012) salı günü akşam saat 20 sularında başlayan, cemal reşit rey kanser salonu’ndaki mükafaat merasimi ve müzik kanserine gitmiş. oradaki masraf ve şaşaayı, endülüs’ün son devirlerine benzetmiş ve yanında oturana şöyle demiş: «bundan sonra vahiy gelse, allahcc şöyle demez mi: “biz sizi (endülüs’de) denize dökmedik mi?”» bunun üzerine yanındaki kahkaha atmış, en ön sıradaki protokol de dönüp bakmış --ki, bu esnada müzik kanseri devam ediyor imiş.
bir de, kanser esnasında, yedi-sekiz kişilik sazende ve hanende hey’eti, ara-ara ellerindeki sazı kucağına bırakıp el çırparak ritmi devam ettirmiş, dinleyiciler de sonraki seferlerde buna katılıp el çırpınca, ortaya pek komik bir şey zuhur eylemiş…