Yeni hüsranların ve eskimeyen hicranların düşüncemi eriten acılarıyla bir kere daha yontuyorum ruhumu… Uzak diyarlarda aradığının ne olduğunu bilmeyen garip bir seyyah misali; dolaşıp duruyorum kendi dünyamda… Her yanım gurbet görünüyor gözüme… Çizgiler silikleşiyor git gide, zaman yeni zamanlara devrolunuyor, gökyüzü gri bir renk alıyor, adımlarım yavaşlıyor ve bir çelişkiler yumağı büyüyor ha büyüyor, adeta bütün bir kâinatı dolduruyor. İncelen, derinleşen, çoğalan ve dört bir yanı çepeçevre saran, bazen bir renk cümbüşü halini alan, bazen siyahlaşan manzara; her yeri kendi rengine boyuyor.
Ve ben; bu manzaranın kalbine doğru bir yürüyüş tutturmuş gidiyorum; bir elimde hüznün ağırlığı, öbür elimde sabırsızlığın hafifliği… Yeni bir çözümsüzlüğü daha şerh ede ede… Kelimelerin ve seslerin eşlik ettiği, nağmelerin ve sözlerin iç içe geçtiği, bir yerlere yetişmeyi bir savruluşun tamamladığı, bir seslenişin bu görüntüyü büyüttüğü bir yürüyüş bu… Kendi gerçeğiyle başkasının ya da başkalarının gerçeğinin çarpıştığı bir meydana doğru ve bir hüküm verici bulurum umuduyla…
Bitmeyen ve neye yaradığı bilinmeyen-ya da kendimce öyle kabul ettiğim-, ne idüğü belirsiz, bir artıp bir azalan, ama tahminimce hiç bitmeyecek olan, bitecek gibi de görünmeyen kavgaların… Evet… Huzurumuzu iki parça eden işte bu kavgaların savurduğu gece yarılarında… Mecburi bir mesafe ölçücü göreviyle arşınlıyorum sokakları… Yüzler, vehimler, gölgeler ve dipsiz hayaller geçit resmi yaparken zihnimde; bir yanım öyle diyor, bir yanım böyle… Bir yanım koşmayı, yorulmayı, unutmayı telkin ederken; öbür yanım durmayı, oturmayı ve hatta uyumayı tavsiye ediyor. Bir yanım yakıp yıkmayı, kırıp dökmeyi, sonra da buralardan çekip gitmeyi ve bütün gözlerden nihân olmayı önerse de… Bir hayal tüccarı gibi bin bir umudun, bin bir tasavvurun… Ve belki de bin bir umutsuzluğun kavurucu etkisi altında inlese de… Şehrin sokak başlarını tutmuş düşünce yorgunlarının rüzgâra tutulmuş gibi titreyişlerini seyrederek… Yürüyorum…
Kendi içinde sürgün olan yüreğimin çektiklerini; kimselere ama hiç kimselere anlatamamanın sıkıştırılmışlığıyla kıvranıyorum. Hem zaten; “Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân” olmadıktan sonra neye yarar konuşmak ve de kiminle?
Bîvefa kimselerin, dost görünen yüzlerin ve riyakâr kişilerin çokluğu ortalığı o derece istila etmiş durumda ki; adeta dünya bu yıllanmış manzaralar eşliğinde rengini, ahengini, dengesini kaybetmenin ıstırabı ve kederi içerisinde… Gönül yorgunluklarımız o seviyedeki; azaltmaya çalışmanın beyhudeliği karşısında şaşırmamak elde değil. Ne sırça köşklerimiz getiriyor bizlere o dinginliği, ne çevremiz ve ne de gücümüz, kuvvetimiz, kudretimiz… Hepimiz bir yerlerde bir şeyleri özlemenin ve geçmişin yüzünde yeretmiş hatıraların hayalini kurmakla meşgulüz.
Eskiyi düşünmek ve anlatmak bir yere kadar belki normal ama, yeni buna o kadar mahkum etmiş ki bizi, adeta bir hastalık halini almış bu davranışımız… Bir korkular, kaygılar, kuşkular ve endişeler cehennemine doğru sürüklenen insanoğlu; kendini bundan arındıracakları ve yeni ufuklara, yeni yollara götürecekleri küçümsemenin yalnızlığına kapılmış olarak; huzursuz, mutsuz ve ruhu kargaşa içerisinde… Herkes herkesten ve kendinden bir şeyleri saklamanın, gerçeği örtbas etmenin peşinde… Nereye kadar ve de nasıl?
Bulutlarla dolu kopkoyu bir gökyüzü altında, hüzün yağmurlarında ıslanıyor ve hep aynı zamana uyanıyorum. Ne kadar çabalasam da; birileri açısından hiçbir şeyin değişmediğini ve yıllar geçse de hep aynı inada, hep aynı nakarata, hep ayın direnmeye kendini sabitlediklerini görmek, şaşırmanın yanında hayreti de beraberinde getiriyor. İsyana perçinlemek istemediğim irademi, her vuruşmada eski haline döndürmek için her seferde daha fazla uğraşa ihtiyaç olduğunu bilmenin; bir yorgunluğu, bir kırgınlığı ve bir önemsenmemişliği büyütmekten başka, kime ne yararı var? Gece yarılarında yeni bir düşkünlüğün uzantısıyla sokakları mekân tutarken, yangına körükle gitmeyi önlemek için, inandığına sığınmaktan ve aklı devreye sokmaya çalışmaktan başka ne gelir elden?
Ne gelir elden; yıllardır hüzne vurgun bir yürekle; şiire, musikiye, yazmaya, okumaya yaslanmaktan başka…
Ve işte şiir…
Böyle mi bitecekti zamanın ellerinden kopardığımız muhabbetler
Bir kopuşla mı düşecekti acının gölgesi üstümüze
Geçmiş bir vefasızlık ve ihanet mahşeri şimdi
Yoksa hiç mi yaşamadık biz
İncinmenin ve incitmenin kavgasını verdiğimiz günleri
Parçalanmış kelimeler
Ve suretlerle oyalamaktayız kendimizi
Şaşkınlığımızı giderecek ne kaldı ellerimizde
Bir merhametsiz inat ki
Mıh gibi oymakta yüreğimizi (İ.B.)