İlmek Hatası, Yasemin Yıldız’ın yakın zamanda Şule Yayınları arasından çıkan ilk öykü kitabının adıdır.
Anne Karanlığı ve Anne Işığı başlıkları altında yirmi üç öykünün yer aldığı kitap, ilk’liği nedeniyle yazma azim ve gayretinin güzel bir örneği olmasına rağmen, benzeri kitapların çoğunluğunda olduğu gibi, kişisel tarihin büyük oranda meçhul bulunan, buna rağmen kimi ruhsal nedenlerle, dolaylı ya da dolaysız yönelimlerle inceden inceleye deşelenen çocukluk zamanlarındaki ısrarlı eğleşmenin mümkün tüm problemlerini de ihtiva etmektedir.
Birçok ünlü öykücü, algı ve anı düzeyleri itibariyle çocukluk dönemini çok derin ve çok değerli maden olarak nitelemişlerdir. Biriciklik ve tekrarlanamazlık anlamında kaç kez hangi yönden anlatılırsa anlatılsın hep bakir kalan çocukluk anılarının mezkur derinlik ve değeri, Alzheimer-Demans hastalarında gözlenilen geriye doğru unutma eğrisiyle de zaten teyit ve tezkiye edilmiştir.
Bu derinlik ve değerlilik esasında bir öykücünün çocukluğunu öykülemedeki ısrarı problemli olarak nitelenemez çünkü böylesi bir yaklaşım öykücünün öyküleme hakkına müdahale etmek olur. Ancak, bir öykücü çocukluk ile yazarlık; çocukluk zamanı ile yazma zamanı arasına bir mesafe koyamıyorsa, dil düzeyi ve anlatım tarzı itibariyle o zamanın kendisine tahakkümünden kurtulamıyorsa, çocukluğun kaçınılamaz bir tezahürü olan fantazyaları (tahayülleri), içinde yaşadığımız şu zamanın (şimdinin modern yaşantısına mahsus) olumsuzluklarından sıyrılmak için doğaya / taşraya sığınmak, zorluklarıyla mücadele etmekten kendini muaf saymak, çelişkilerinden kolayca kurtulmak bakımından kitap / okuma etkili spekülasyonlarla avunmak, ancak klasik bir anne arketipinin verebileceği bir rehavette fantastik icatlar yaparak eğleşmek... için bir örgütlü bir kaçışın öznesi haline getiriyorsa, işte burada hem öykücü hem de öykü okuru cihetinden ciddi bir sorun var demektir.
Bu fikri çerçevenin / paradigmanın içinden baktığımızda, Yasemin Yıldız’ın yirmi üç öyküsünden, öncelikle şu üç beş kategoriyi elde ederiz:
Anne Karanlığı... bölümündeki Kesik, Cemre Suya Düştü, Keramet, Paraşütten Atılan Köy, Gibi, Vazife, Saklambaç, Uykulu Kent adlı öyküler köy / kasaba öyküleri iken Renksiz Kedi, Tuzla Buz, Karınca Duası fantastik dolayısıyla zamansız ve mekansız öykülerdir. Ayrıca Cemre Suya Düştü, Saklambaç doğrudan çocukluk devrindendir.
Anne Işığı... bölümündeki Kumdan Hayal, İlmek Hatası, Vızıldayan Bodrum, Hayran Olduğumun Peşinde, Solucanlı Düşünceler, Sır, Yanılgı, Büyücü Koyunlar, Endişeliyim, İz, Şaşkın ve Günahlara Kefaret adlı öyküler ise anne merkezli, biraz daha geniş açıdan bakacak olursak bir annenin periferisindeki öyküler oldukları kadar, ilk bölümdekilere oranla mekan - zaman bakımından daha etsiz ve silik, yer yer Lewis Carrol / Alice etkili olarak gerçeklikle hayali olan arasında sıkışıp kalmış öykülerdir.
Anne’li bölüm başlıklarını, tematik bir sınırlama olarak öne çıkarmamızın yadırganması ihtimaline karşılık söyleyebileceğimiz şey, anne kelimesinin sadece Büyücü Koyunlar adlı beş sayfalık öyküde tam on beş kez tekrarlanmış olmasıdır. Öte yandan kedi, karınca, balık, böcek, solucan, yarasa olmak-lık ise, güvenli bir rahimde olmanın rahatlığı içinde bir tür bıkkınlık, daralma, bunalma... romantizminden öte bir şeyi ifade etmemektedir.
Carl Gustav Jung’un psikoloji esaslı kavramlaştırmalarını naklederek söyleyecek olursak, söz konusu öykülerdeki “...içe yansıtma özümseme yansıtmaya ayrışma sürecidir. İçe-yansıtma öznenin nesneyi özümsemesi, yansıtmaysa öznel içeriğin nesneye aktarılmasıyla nesnenin özneden ayrışması demektir. (...) İçe-yansıtma bir dışa-dönme sürecidir, çünkü nesneyi özümseme ona empati duymayı ve nesneye libido yatırımı yapmayı gerektirir.” (Analitik Psikoloji Sözlüğü, çev.: Nur Nirven, Pinhan Yayınları, İstanbul 2016).
Zamanı çocuklukla mukayyet kılmanın ya da anlatma zamanını salt çocukluğa indirgemenin doğal sonucu olarak Yasemin Yıldız, özümseme, dışa-dönme ve empati uyumsuzluğu içinde, yazar olarak öyküleriyle kendisi arasındaki mesafesini muğlaklaştırmakla kalmayıp, bugün itibariyle şehirde doğup büyüyen yeni neslin tanımadığı, dahası metinler ya da belgeseller aracılığıyla kurduğu hayranlık ilişkisinin tutarlı olmadığı taşra yaşantısını da gizemli bir müphemliğe açık hale getirmektedir.
Yukarıdaki fikri çerçeve bağlamında üzerinde durabileceğimiz bir diğer husus, okuma yoluyla ezberlenmiş ya da en azından içselleştirilmiş durumların Yasemin Yıldız’ın öykülerinde belirleyici olduğudur.
Nitekim bu hususu Solucanlı Düşünceler adlı öyküsünde kendisi / anlatıcı açık-yüreklilikle şöyle dile getirmektedir:
“Elimdeki kitabın sonuna yaklaştıkça giderek ağırlaşan bedenimi kıpırdatacak gücüm kalmamıştı. Aslında yorgunluğumu büyütenin okuduklarım olmadığını benden daha iyi kimse bilemezdi ama öyleymiş gibi davranmak hoşuma gidiyordu. Bazen bir şeyleri izah etmeye çalışmaktansa, kendini nasıl ifade edeceğini bilmeyenlerin sessizliğine bürünmek kolayıma geliyor fakat olağanüstü bir konuşma isteği var bugün içimde. Nasıl olsa susturacak kimse yok etrafımda. Belki de gerçekten okuduğum kitap sebep olmuştur buna. Zaten ne geldiyse başıma onlar yüzünden gelmedi mi? Her zaman olduğu gibi geçecek birazdan hevesim biliyorum ama nedense bu sefer yıllardır içimde sakladıklarımı tek tek anlatmak istiyorum. Hayatım boyunca bir solucan olduğumun hayaliyle yaşadım.”
Bu zeka ürünü, dilin hakkının gereğince gözetilmesiyle farklılık taşıyan cümleleri, Yasemin Yıldız’la birlikte tekrar etme kabiliyetine sahip yüzlerce genç ya da olgun yaştaki yazarın (veya yazar adayının) varlığı sosyal bir gerçekliktir.
Bu sosyal gerçekliğin üretilmesinde kültürel şartlarına, yazma amaçlarına ve yazıyla kurdukları içsel bağlara fazla vakıf olunmadığı halde, metinleri adeta bir aşırı acıkmışlık psikolojisi içinde tüketilen Batılı uçuk yazarların birinci derecede rol oynadıkları malumdur.
Bu bağlamda Fikret Ürgüp, Feyyaz Kayacan, Oğuz Atay gibi isimleri zikretmeyişimizin nedeni, yeni nesil yazı meraklılarının onların temsil ettiği yerlilikten bilinçli olarak kendilerini nasipsiz bırakmaları, ancak Batılı uçuk yazarları okurlarsa, insan kanıyla beslenen mezkur medyatik ortamın vaat ettiği şöhrete en kısa yoldan ulaşacaklarını vehmetmeleridir.
Elbette Yasemin Yıldız’ı bunların temsilcisi olarak görmüyor ve tümüyle bu olguya tabi olarak nitelemiyoruz. Ancak Paraşütten Atılan Köy ve Vazife adlı öyküleriyle, aynı zamanda annesiyle bir çatışmanın eşiğinde duran kızla, kadının öykülerindeki dramatik yetkinliği diğer kasaba, çocukluk ve hayali öykülere göz göre göre harcatmasını da gözardı edemiyoruz.
Hazır, anne – kız / kadın ilişkilerini zikretmişken, yine Jung’a başvurarak Yasemin Yıldız’ın anne ile uyum görünümlü çelişkileri ifşa eden ilgili öykülerinin, psikolojik açıdan eriştiği tutarlığı özellikle belirtmemiz yerinde olacaktır.
“Eğer kadındaki anne karmaşası aşırı gelişmiş bir Eros oluşturmuyorsa, kızın anneyle özdeşleşmesine ve dişil teşebbüsün felç olmasına neden olur. Hem annelik içgüdüsünün hem de Eros’un bilincinde olmaması nedeniyle kişiliğin anneye tam olarak yansıması ancak o zaman meydana gelecektir. Anneliğin, sorumluluğun, kişisel bağlılığın ve erotik arzuların onda anımsattığı her şey aşağılık karmaşası uyandırır ve onu bunlardan –doğal olarak kızı için erişilmez gibi görünen her şeyi mükemmel olarak yaşayan annesine- kaçmaya zorlar. (Kızı tarafından istemsizce hayran olunan) süper kadın türü olarak anne, kızın kendisi için yaşayacağı her şeyi peşinen kendisi için yaşamaktadır. Kız, bilinçsiz bir şekilde, kendi isteği dışında, doğal olarak tam bir bağlılık ve sadakat maskesi altında, annesine zulmetmeye çabalarken aynı anda annesine özverili bir bağlılık içerisinde tutunmaktan memnundur. Kız, bir gölge varoluşa bürünür, genelde annesi tarafından sömürülüp devamlılık gösteren bir tür kan nakli ile annenin yaşamını devam ettirir. Bu kansız bakireler hiçbir şekilde evliliğe bağışık değildirler. Aksine kederli ve pasif hallerine rağmen evlilik piyasasında yüksek pahalara giderler. Öncelikle o kadar boşturlar ki bir erkek hayal ettiği her şeyi onlara yükleyebilir.” (Feminen – Dişilliğin Farklı Yüzleri, çev.: Tuğrul Veli Soylu, Pinhan Yayınları, İstanbul 2016).
Yasemin Yıldız’ın, “En güvenli liman bilmemektir, derdi annem”; “Annem saklar benim yerime sırlarımı”; “Annemin ‘sabır öğrenilmez kızım’ dediğini yeni yeni hatırlıyorum”; “En kolayı kabullenmektir, demişti annem”; “Unutma, sır emanettir dedi”, “Uysal kızım; Akıllı kızım, dedi”; “O anda okul bahçesinde beni bekleyen annemi görür gibi oldum”; “Dün dedi ki annem ‘Aman kızım, artık zengin bir kadınsın. Yürürken sağına soluna iyi bak. Giriverir sen farketmeden biri koluna”, “Annem..., ben onun söylemek istediklerine akıl sır erdiremezdim”; “Annesi, ‘Duayla açılan kapıdan şeytan giremez’ demişti”; “Böyle böyle tek başına tüketecekti annesiz günlerini”; “Annesi de bu hastalık yüzünden ölmüştü” vb. cümleleri bağlamından kopartılarak okunduklarında bile Jung’un tespitlerini büyük oranda tezkiye etmektedirler.
Bunları zikrettikten sonra, Yasemin Yıldız’ın öykülerine mottolaşan “öykü dil ürünüdür” söyleyişine tabi olarak baktığımızda, ilk kitapta yer alan ilk öyküler olmaları bakımından dilsel bir olgunluğa da tanık ediliriz:
“...Kar ve soğuk sessizliği severdi”; “...kuşlar, yavrularının yerini bir daha hatırlamayacaklarmış gibi uçuşuyorlardı”; “...İştahlı sobaların karnını doyurmak için yaz boyu biriktirilen tezekler kışın ortasında tükenir, duvarlara yaslanan soğuk, bir sarmaşık gibi camların diplerinden başlayarak her köşeyi sarardı”; “Belki de parşömen kağıdına çizilmiş bir resimden ibaretti dünya; ressamın beğenmeyip yeniden çizmek istediği”; “...Konuşmak gibi okumak da yoruyor insanı” vb. cümleler, iyi düşünülmüş olmalarının ötesinde, iyi özümsenmiş bir dil zevkini haber vermektedir.
Yasemin Yıldız’ın, yeni temalar ve farklı kurgular eşliğinde öyküde alacağı daha çok yol var muhakkak. İlmek Hatası’yla öykü dünyasının eşiğine -onu aşmak azmiyle- basmış olmasını ve öykülerinin iyi okurlar tarafından çok okunmasını dilemek düşer bize de... Bir de, Fethi Naci’nin Nezihe Meriç’in öyküleri hakkında söylediği o meşhur sözü, onun için tekrarlamak...
Ey Yasemin Yıldız! Lütfen çabucak kurtul annenin ve çocukluğunun hendesesinden!
(KARABATAK DERGİSİ, SAYI: 53, KASIM-ARALIK 2020)
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.