Menu
GÜL AYETLERİ: MÜMİN AĞAÇLAR GİBİ SESSİZ
Haberler • GÜL AYETLERİ: MÜMİN AĞAÇLAR GİBİ SESSİZ

GÜL AYETLERİ: MÜMİN AĞAÇLAR GİBİ SESSİZ

Serkan Ozan Özağaç’ın “Gül Ayetleri” başlığı altında kitaplaştırdığı şiirler tam da beklediğim gibi “şiir sessizliği”nin (“şiirsel sessizliğin” değil) meyveleri halinde ve yine sessizce döküldüler nazarıma.

Gül Ayetleri’ni okurken eski şairler gezme, görme, bilme anlamındaki “azlık”larını zengin hayalleriyle çoğaltıyorlardı da, zamanımızın şairleri aynı bağlamdaki “fazlalık”larını kelime ekonomisiyle mi azaltıyorlar diye bir kuşku doğdu içimde.

Ya da şiiri ses ile anlam arasındaki “tereddüt” olarak tanımlayan Mallarmé'nin hayaleti “gül ayeti” imgesini kuran idrake daha yakın durduğu için mi Özağaç, az kelimeyle çok aşırı yoğunlaştırdığı gerilimli bir dilin içine çekmiş bizi?

“Gerilimli bir dil” dedim; alışalım bu tanıma, çünkü modernizmin kanla, acıyla, sömürüyle terbiye etmeye çalıştığı bu dünyanın insanları, yaşadıkları vahşetin görüntüsünü dile döktüklerinde onun katmerlenerek tıpkı nazarlarını işgal ettiği gibi, kalplerini işgal etmesine bir itiraz olarak az kelimeyle de konuşuyor olabilirler.

Serkan Ozan Özağaç’ın şiirleri söz konusu oldukta, malum nedenden beslenebilen (ya da doğrudan onun sonucu olabilen) tutum bir “kaçış”tan, “geçmişteki dipdiri nefeslerin sıcaklığına sığınmak” olarak da değerlendirilemez mi?

Buhturi, Silesius, Adonis, Yves Bonnefoy, Rilke ve Borges’in Özağaç’a “buradayız” diye ünlemelerine karşılık, Cüneyd’le onun kıymetli öğrencileri Hallac ve Şibli; İbn Arabi ile Niyazi-ı Mısri tüm zamanlara esenlik bahşeden kollarını açmış olamazlar mı?

Ve son tahlilde Özağaç, benim bunca açıklama telaşımla karıştırdıklarımı aşikar kılmaz mı?

“nisa

diyeceğim sana ve yaratılmamış acıya



söz açmayacağım asla geçmişten oysa bir tür yitiriş bu

ve yazılmış bir  mısra hayatın tellerinde ölüm sezgisi

yeni olan hiçbir şey yok bir nesnenin düşüncesinde belki

kalmıştır var olmadığımız ve dokunmanın ilk hali

kalmıştır belki o masumiyet hayır yalan söylemiyorum

sadece utanıyorum şair olmaktan sözle yitirilir çünkü gerçek

mesela akşamı yazmak sunmaktır dudakları bir ağıta

mesela bir güle bakmak yutkunmaktır onun dikenlerini

korunmuş hiçbir şey yok geçmişin ve sözün etrafında

bir kalem mesafesiyle zincirlenmiş insan gözyaşına”

Şimdi ben değil de Giorgio Agamben şerhederse bu şiiri, bir itirazınız olur mu: “Yazımı bir türlü sona ermeyen şey, yazılmaması hiçbir zaman sona ermeyen şeyin imgesiydi. Ele geçmeyen öteki, birin içinde yansılanmıştı. Nihayet her şey açıklığa kavuşmuştu; artık levha kırılabilir, yazmayı bırakabilirdi. Daha doğrusu artık hakikaten yazmaya başlayabilirdi. Bilinmeyeni bildiğimizde bildiğimiz o değil, aslında kedimizdir.”

Aslında Agamben’in son cümlesini biz şöyle tekrarlarız: “Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû.” Tekrarlarız, çünkü bu hikmetin kaynağı Peygamber Efendimiz, o kaynağın emanetçisi İbn Arabi ve talebeleridir. O kaynaktan su içmek de herkesten önce şairlerin nasibidir. Ama şair Özağaç, nasıl bir nasibi yüklendiğinin ya da nasıl bir nasiple omuzlarını çökerten bir sorumluluğa muhatap olduğunun öylesine bilincindedir ki, an be an silkelemekten geri durmaz bilincimizi:

“…….

…….

de ki “biz O’na şiir öğretmedik”

Ey gül, peki ya sana?”

Ey sevgili okur, şimdi anlatabildim mi, Özağaç şirini anlamadaki ve anladığımı anlatmadaki güçlüğümü?

Çok katmanlı imgeler yağmurudur Özağaç şiiri. Örneğin “gül”,  Efendimiz’in, onun varislerinin ve sadece kendisinin temsilidir. “Temsilin nesnesi yine temsilden başka bir şey değildir; bu temsilin de ilk temsili yorumlayanıdır” der ya Charles Sanders Pierce. Tıpkı bunun gibi Özağaç, hem ilk temsilin hem ilk yorumun hem de ilk yorumu yoruşun içinden geçerek kurar şiirlerini. Belki de bundandır onun şiirlerinin dün kadar uzakta, bugün kadar içte ve yarın kadar yakında duruşunun nedeni.

Ve belki de bunun içindir Özağaç’ın dün Hallac’a attığı gülü, bugün elinde tutan ve onu yarın bizzat şairin üstüne atacak olan Cüneyd’i üç farklı perspektiften görebilmesi…

Peki Cüneyd nerede?

“cüneyd nerede / cüneyd ne oldu / sana bana olan / ona da oldu / kendi cübbesi altında / cüneyd yok oldu”

Lütfen, bana olsun fısıldar mısın ey şair: Cüneyd, yıkılan Halep bedesteninde mi ya da yok edilen Emeviye Camiinde mi veya yakılan bir Bağdat kütüphanesinde mi yok oldu?

Peki, bildiğin sen de kalsın, en iyisi ben onu “Gül Ayetleri”nin içinde arayayım: “Mümin ağaçlar gibi sessiz!”

ÖMER

Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.