-Sizi size sorsak: Şair Ümit Zeynep Kayabaş kendi portresini hangi kelimelerle çizerdi?
-Teatral bir metaforun nesnelliğini, Noktürn (Noctume) ün sermayesini, hüzünle ritimlemek ne kadar realiteyse; sanatçının tanıtım penceresi de o denli ezoterik olabilir.
“Aklımda!" diyor ya Necatigil, benim de aklımda saklı kalsın anlatılabilir yanlarım dahi. İç dünyaya çevirdiğim sayfaların kenarını sessizliğimle kıvırıp, orada kalayım desem de hangi şiir sahibinin kokusunu taşımaz ki…
“Kimse ben gibi okuyamadı /Sevdiğim kitabı /Her ziyaretimden sonra /Biraz daha yorgun dönüyorum –Yalnızlığıma…” demiştim. Her şiir sonrası; yok oluyorum. Yokluğa gömülüyorum, yok oluşu sunuyorum bundan ötesi nedir ki? Bu dalgalanışın izahatı kalp ve kalem arasında…
Derin bir sancıya süzerken ruhumu yeniden doğuş, evvelden – ahire uzanış, tükeniş ve diriliş… Şiirde çoğalmadır hepsinin özeti. Yudumladığımız hüzne doyamayış.
Bir yığın tezatlığın izini sürmek kolay olmasa gerek. Şiirin öncesi, sonrası ve arkasındaki aynı düzenle ateş olup yağıyor üzerime. Aynadan geçen yolun haz durağında titriyorum. Tam olarak bu diyorum! Derdi, kederi, sevinci ve ümidi şiirde hissettiğimde (- hissettirdiğimde)…
-Eleştiriyle mesafenizin fazlasıyla açık olduğ söylenebilir. Şiiri bir bağlanmadan ve eleştirden azade mi görüyorsunuz ki, çok özgür, çok serbest koşullarla yürüyor şiir mecaranız?
-Sanırım buzlu suyu yudumladıktan sonra bu soruyu yönelttiniz…
Gandi ve Mira… (Yaşamını Gandi’ye Adamış Bir İngiliz Kadının Öyküsü) ‘yavaş yavaş füg hâline girdiğini hissediyor; ruhen ve bedenen düşüncelerinden soyutlanıp geminin bir parçası oluyor, gemiyle beraber ışıktan patikanın üstünde yol alıyordu.’
Işıklı konağı bedeni ve ruhuna giydirmektense usta bir yazara ben denizim diyebildiğim kadar aldırmasam olmaz mı? Siz de aldırmayın bence…
Suyun saflığı ve duruluğu ne kadar inandırıcıysa toprağın sakinliğinde o kadar tehlikelidir. Biliriz ki tohum, çiçek, meyve, deprem avuçlarının içindedir. Toprağa sarılış insana ilk kendi olması gerektiğini öğretir. Gerisine teferruat diyoruz.
‘Şairlik, manayı lafza tahvil etmek sanatıdır. Şiirde esas lafızdır, yani ‘ le verbe’. Fakat lafız kelimelerin istifinden ibaret değildir. Kelimelerin hususi bir ahenk husule getiren terkibinden şiir doğar. Burada en mühim unsur mısradaki ‘’ ondulation’’lardır, ahenk dallanışlarıdır.’ Yahya kemal’in görünebilir kıldığı şiir ahengine İstinasız katılıyorum. ‘kelime yığınından mutevellit şiir; zayıftır. Şairin gösterdiği efor ne kadar yüksek olursa olsun mananın perdelenişi şiiri eksik kılmakla bırakmayacak şiirin estetiği de bozacaktır.
Ben buna kelime örgüsü diyorum manayı zedeleyen biraz daha ileri gidildiğinde şiirin şuurunu ret eden...
Zekânın temayülü ile kelimeler etrafında dönüp duran zümrede ruh derinliği yoktur. Ve ortaya çıkan eser çeşitli dimağlarla şekillense de tek bir kalıp olarak yerini alır (bu sesi tam olarak başarabilseler âlâ... Ne yazık ki arka saflarda şiiri didikleyip duranlar çoğalmakta.) dahası da arka saflar bir gölgeden ibaret. Fiktif bir duruşla gür ses- ana damar yakalama çabaları şiire bir tat katmıyor olması şiiri daha sığlaştırır. Bu güzergâhta şiirin korunmaksızın (isimleri koruma altına almadan) eleştiriye ihtiyacı var. Lâkin eli kalem tutan herkes aynı aynadan kendini izliyor.
Tüm bu karmaşanın içinde cesur olan birkaç kalemin edebiyatla gönül bağı kurmalarını zaaflarına olan düşkünlükleri yüzünden takdir de edemiyoruz. Çünkü zayıf eserlerinin yüzünden bunalıma girerek eleştirmenliğe (pardon saldırıya) soyunarak kendilerini görünür kılma çabası taşıyorlar. Ne hazin bir şey başkasının ismi altına sığınmak…
Harabe ruhun ego patlaması olarak nitelendirdiğimiz bu sınıfın söylediklerine takdir edersiniz ki ne ben, ne de siz eleştiri diyemezsiniz.
Uzağa gitmeyelim önce Cemil Meriç in ehil eleştirmenlik için söylediklerini hatırlayalım:
“Bir kitap önce tatmak için okunur, sonra eleştirmek, nihayet bir bütün içine yerleştirmek, yani edebiyat tarihi yapmak için’ Mantıklı okurun düzgün, sıkı okuma serüveni tam da bu şekil olmalı bence.
‘Tenkitçinin işi, her eseri bir mihenge vurmak. Demek ki tenkitçi, yazara yol gösteren bir hocadır, Yunan’da, Avrupa’da on yedinci yüzyıla kadar bu anlayışa sadık kalır’. Tenkitçinin iki vasfı olmalı :1) Psikolojik yetenek, yani kendi içinden çıkmak, yabancı bir düşünceyi kavrama gücü. 2) Kişiliğini korumak, yani hem başkası, hem kendisi olabilmek.
Objektif bakamadığımız için mi eleştirmenliği göğüsleyecek gücümüz yok. Ya da bu vasıflara tekabül edecek gücümüz mü yok. Olsaydı eğer bugün Türk edebiyatı çok daha gür ve şah eserlerle öne çıkardır. Fakat batının da bizden pek farkı yok. Bu eksikliği ciddî ciddî düşünmeliyiz .
‘Ben dairesinden ‘sıyrılan eleştirmen çok yönlü kişiliğini oluşturarak analize gider. Eser ve ismi iyi gözlemlemesi ve müthiş bir bilgi birikimi tenkit için ana elamandır. . Ancak bu vasıfları taşıyan tenkitçiler edebiyatı ileri boyuta taşıyabilir. Tenkitçi önce yazdıklarının ne kadar sanat değeri taşıdığını çözümleyebilmeli.
Ve dahi Kendini tanımlayamayan sanatkârın kurgusu antagonist nuvelerle yıkıcı karakter olma özelliğini fark ettirmeden sağlamlaştırdığını da göz ardı edemeyiz. Bu paradigma salt bir verime ulaşımı engeller. Yazınsal anaforda sistematik bulguyu tinsel öğelere yaramayacak kadar (derinlik güdümlerinin sıfırlanışıyla)
Esin, gözlem- sezme- düşsel boyut, ve nitelikli kavrama gücüyle sunum)- eserden kopmak nerdeyse zaruri bir hâle gelir.
Toparlarsak bizim bu şemada yer alanların karamalarına eleştiri diyecek bir edebiyatımız yok. Kendini tüketen guruba Muhammed İkbal’in: “Bu cihan av, biz avcı mıyız? Yoksa biz mi avız?” Sözünü kavramlarını önemle rica ediyorum.
-Her şairin bir şiir tanımı vardır; sizin tanımınız nedir diye sorsak?
-Ruhu mest eden, kalbi titreten mısralara doğru yolculuk yaparım zaman zaman. Dostlarımı ziyaret ederim. Sevmem ben öyle vefasızlığı.
‘Hak bellediğin yola yalnız gideceksin’ diyor ya Tevfik Fikret ben de yalnızlığa koşanlardanım. Ve ‘Kim bilir neredesiniz geçen dakikalarım’ diyen Necip Fazıl’ı düşünürüm. Bilirsiniz Üstat’tan feyiz alabilmek farklı bir duygudur. Kapanmayan yaralarımızı şiirle saran değil miyiz?
‘Durgun suya baktım ve dedim ah ölebilsem / Madem ki yok ağlayacak mevtime kimsem’… İkinci mısradaki musikiyi Hâşim le duyumsayabilir misiniz?
Yok, yok dünyanın benden çıkıp gidesi gelir…
-Ontolojik bir algının içinden dünyevileşiyor gibi şiiriniz. Hem göksel bir bağlamın hem de tümüyle dünyanın (ve ona mahsus hallerin) içindesiniz. İlk bakışta çelişkili gibi görünen bir durum değil mi bu? Ya da siz bundan kaynaklanabilecek bir gerilimi nasıl dengeliyorsunuz?
-Bugün eril dille, dişil dili birbirine karıştıran oldukça çok. Unutmayalım Eril dile yakışır karizmatiklik Bu eksikliğimizi şiiri yeteri kadar süzemediğimize bağlıyorum.
İkinci defa tekrarlıyorsunuz eleştirel dili… Her dergi ve yıllıkta birbirinin hemen hemen aynısı olan şiir dilinden ayrıksı olanı tenkit etmek isteriz.
Şiirinde uçuruma yaklaştırıp ümit ışığı sunanı, ne çok eleştirmek istiyoruz değil mi? Şair dönemindeki şiir kalıbında değilse ve ısrarla kendi sesini sunabiliyorsa şairdir. Edebiyata yenilik katabiliyorsa sanatkârdır. Bu ölçümleri zaman içimde daha net göreceğimize inanıyorum.
Her yeni üretimin geçmişle kombine edilmesi gerekliliğini bir üs yapı olarak görürsek sanatkâr ruhun varlık evine varoluş niteliğiyle çizimler yaparak açılımı genişletir.
Labirentlerdeki başlangıç noktasını ( çıkmazı - olanaksızlığı) tahammül sınırına yaklaştırmadan pasifize etmeli ki disiplinli bir ses yükselebilsin. Kalemin işaret noktası ilk insan olan Âdem ile Havva’nın sesiyle bütünleşmesi, dilin hegomanyasını ve türevsel işlevini temellendirmede etken bir rol oynamaktadır şair ve yazar sesin (iç ve dış ses) tanımlılığını, ilk sesteki vurguyu, tonlama ve duygusallığı ardındaki kapının empoze edilişini yaşam sırrı olarak kabul ettiğinde zengin bir dünyayla bütünleşir. .
Bu sağlamada sanatkâr kendini bir yere oturtturamıyorsa (bu sektedir) doğal dengeyi yakalayamaz ... Sanatkâr bocalarken dahi direnir... Varlığını koşulsuz kabul ettirme çabasını verirken tanımını ve duruşunu unutur. ‘en iyiyi bulmak için uğraşırken iyiyi kaybediyorsunuz’ diyor ya Shakespare sanatçı önce kendine sorumludur tüm insanlığın yükünü omuzladığından duyumsal niteliği dilde ve ruhta etken kıldığından.
Dünya hayatı acının başlangıcıdır. Bizim yaramız kapanmaz. Yara da hep ölümü hatırlatır.
Bizler
Ölüme kürek çekenler
Acıyla dertleşenler
Öz bahçede kendi mevtini seyredenler / siyahta ve beyazda nefesin özüne şükreden
gülümserken düşünen, gül öpen, kül dileyen ölümlüler
Bizler
Acıyı, sızıyı yeryüzünün gamzesi bilenler...
Giderken
Yeryüzünün ağırlayınca
Âdem ve Havva’ya
Tövbe taşıyanlar -
Bizler
Yani yanmaya hazır olanlar – ateşi söndürmek için ateş kesinler
Bizler
topraktan gelip toprağa giden sevgililer…
-Uygarlık ve şiir ilişkisinde değişimlerin, yeniliklerin nabzını nasıl tutar şair Ümit Zeynep Kayabaş?
- ‘Her uygarlık bir kurum gibi şiirde de doğup gelişmesine başlayınca bir takım arketiplere, insanlık ömrüne sahi bir ömürdeki laytmotiflere kavuşmuştur. Belirgin temalar vardır ki, insan ruhu psikolojisine paralel olarak çağdan çağa kalırlar. Her çağın şartları içinde bu arketipler ve laytmotifler yepyeni kılıklarla doğarlar’ Sezai Karakoç, değişim ve yeniliği güzel özetlemiştir. Hatta ‘ölüp yeni baştan dirilir’ diye de güçlü bir vurguyla şiirde olması gerekeni bize sunmuştur. Bu bağlamda sanat çizgisini oluştururken nerde durulması gerektiğini ve gelenek zincirini rikkatle ruhta süzmeyi diriliş olarak kaydetmek gerekir. Bu musikinin ruhta nasıl yankı bulacağı önemlidir.
-Paris’te yaşamak şiir için farklı bir bedel ödemeyi gerektiriyor mu?
-Değişik şiir alanları, ancak değişik düşüncelerle, düşünme yöntemleriyle kurulur’ diyen Cansever, düşüncenin şirini önerir. Her sanatkâr devrinden sorumludur. Devrindeki kirlenmeyi eserine yansıtmayan sanatçılar düşünceyle – eser arasında bağlantı kurmak istemeyenlerdir. Gelenekten beslenen, özünü terk etmeyen kalemlerin sesi daha gür çıktığında bu tarz sorulara da gerek kalmayacaktır…
-Batıda yaşayan ve şiir yazan bir Doğulu olarak medeniyetler çatışması gibi bir problem hissediyor musunuz? Diğer bir soruşla “uygarlık” kelimesi size ne söylüyor, sizi nereye yöneltiyor?
-Kritik bir süreçten geçiyoruz. Daha kendi içimizdeki pozun nasıl göründüğünü çözümleyebilmiş değiliz. Dayatma programlarının şifrelerine giremedik henüz. Geçmişteki insanlığa sunduğumuz medeniyeti bugün fazlasıyla arar hâle geldik. Bir yandan da teknoloji insanlığı metalleştirdiği gibi bunalıma da sürükleyişi yani bir nevi duyguların teknoloji ile takasıyla karşıyayız…
Batı uygarlığı ile savaşmak için öz ışığımızla aydınlanmaktan haz almalıyız. Bu ışık – ümit ülkemizdedir. Biz içimizde sönmeyen, bitmeyen, tükenmeyen ışıkla dirilişteyiz…
-Zaman ayırdığınız ve bu güzel söyleşiyi gerçekleştirme imkanı verdiğiniz için teşekkür ederiz.
-Ben teşekkür ederim.
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.