Menu
biliyorum ihtiyar...
Deneme/İnceleme/Eleştiri • biliyorum ihtiyar...

biliyorum ihtiyar...



Hayatın yıllanan yükünü sırtında daha bir yoğun hissetmesi hiç de şaşırtıcı değildi. Öyle ya, yaşı neredeyse seksen beş idi. Ve işte şimdi, iki büklüm beli, oldukça ağır işiten ve ancak protezle biraz duyabilen kulakları, sürekli ağrıyan dizleri ile aynanın önünden geçiyordu. Zaten ağır ağır yürüyordu, aynayı tam karşısında görünce iyice adımları yavaşladı ve gayri ihtiyari durdu. Kendini biraz daha net görebilmek için gücü yettiği kadar dikeldi. Aynaya baktı. Feri neredeyse gitmiş gözleriyle süzdü kendini. Ayna her şeyi olduğu gibi gösteriyordu. Her şeyi gördü; buruşmayan yeri kalmayan yüz hatlarını, altları torbalanan gözlerini, derin yarıklar halinde yüzünün her bir yerinde çenesine uzanan keskin hatları, dişsiz çenesini, büzüşen dudaklarını, alnına hafifçe dökülen bembeyaz ve seyrek saçlarını… Hepsini bir kez daha gördü.

Hatırladığı şey muhtemelen, on sekiz-yirmi yaşlarında iken aynayla kurduğu duygusal ilişkiydi. Tam bir taze olarak, aynada keskin vücut hatlarını seyredişini, ta içleri gülen gözlerinin ateşli bakışlarını, çevresine meydan okurcasına cesurca attığı adımlarla endamını açığa vuran yürüyüşünü anımsıyordu. Kâinata karşı ne kadar pervasız olduğu, kendi güzelliğini göstermekten gurur duyduğu günleri buruk bir hasretle anıyordu. Ama artık o günler çok uzaklardan göz kırpıyordu, geriye ise sadece ara sıra anılan ve yürek dağlayan hatıralar kalmıştı. Konuşuldukça yinelenen, anılmadıkça yiten hatıralar ve isimler.

Biliyorum ihtiyar, sen sonsuz olmak istiyorsun. Her bir eski anınla yeniden dirilmek istiyorsun. Var olmak ve varlığını göstermek, hissettirmek istiyorsun… Ama olmayacak, belki seni bu kadar üzen de bu ya! Ayna acımasız değil mi? Hadi kendini yorulmaz bildin, çevrene bunu söylettin; gece yatağına uzandığında her yanın ağrımasına rağmen dişlerini sıktın, ses etmedin. Hasılı oynadın/ rol yaptın. Öyle değilmişsin gibi davrandın. Kimselerden hiçbir şey istemedin; hep işlerini kendin gördün ve öylece göründün. İçin yanıyor biliyorum; buğulu bakan ve haliyle artık buğulu görmeye mahkum olan gözlerinle baktığında aynaya, net bir şekilde anladın her şeyi bir kez daha…

Biraz elin boş kaldığında, havsalan ta nerelere gidiyor tahmin edebiliyorum. Günümüzde değme hamalların kaldıramayacağı yüklerin altına girdiğin günleri yâd ediyorsun belli ki. Onlarca kişiye hizmet etmek zorunda olduğun günleri, taze günlerini; taze gelin günlerini. Ve ağırladığın misafirler için evin her bir yanına yüklükten indirerek açtığın onlarca döşeğin ardından, kalan yemeklerden/ yemek artıklarından doymaya/ açlığını bastırmaya çalıştığın günleri. Herkes yattıktan sonra kuyudan çektiğin kova kova su ile idare lambası altında çamaşırlara daldığın günleri. Namazla birlikte meyve dermek için, bir sabah bir bahçeye, bir sabah üzüm bağına yollandığın günleri. Kızgın güneşin altında terden diri vücuduna yapışmış tek parça entarinin içinde hiç yorulmadan koşturduğun günleri. Söz söyleyemediğin, büyüklerinin yanında evladını sevemediğin günleri. Sadece dişlerini sıkmak ve kadife sesinle kimsenin olmadığı yerlerde türküler mırıldandığın günleri… “Ah” diyorsun değil mi?

Biliyorum ihtiyar, o zamanki hayata bağlılığınla şimdinin farkı yok. Ama ya bedenin ve hatıralar yumağı olmuş günler hazinesi hafızan? Yoksa yarenlerini mi hatırladın? Hani beraberce cıvıl cıvıl muhabbetler ettiğiniz, kaynanalara verip-veriştirdiğiniz, erlerinizi dillendirdiğiniz hemcinslerini mi? Hiçbiri de kalmadı değil mi? Hepsini neredeyse ellerinle yolladın toprağın altına… Ya en son abdestini sen aldırdın, ya taziye yemeğini kardın… Ve onların yüzleri, en net, en güzel suretleri zihninde. İşte bak, bir tek sen kaldın arkada. Dostlar gitti; sen ise direniyorsun… Her birini canın kadar severdin değil mi, her birine canımı verirdim derdin değil mi? İşte canını verebileceğin kimseler kalmadı…

Ağzının Kuranlı/dualı/niyazlı olması ne büyük nimet senin için bir bilsen. O beyaz, o her zaman bembeyaz başörtünle, yıllarca büyük bir istikrar ve vecd ile okuduğun, önüne diz çöktüğün her tarafı dökülen yeşil Kuran’ına sadakatin ne büyük nimet! Dualarına büyük dedenden duyduğun gibi, ta nebilerin ilkinden sonuncusuna, evliyaya, asfiyaya, ümmet Muhammed’in evladına varıncaya kadar herkesi katman ne büyük nimet. O kocakarı imanını geceleri namazlarla, gündüzleri nafilelerle renklendirmen ne büyük nimet! Çünkü sen nicelerini gördün. Doksanına geldiği halde alnı secde yüzü görmeyenleri; dine çemkirenleri… Belki de o yüzden tavizin yok bu konuda. Belki de o yüzden hala birileri müslüman kanı döktü mü, sen de gözyaşlarını salıveriyorsun. Bosna, Çeçenistan, Bağdat, Filistin oluyorsun… Aslında yaşlandın ama bir yandan da büyüyorsun…

Biliyorum ihtiyar; sen gibi biliyorum işte. Sen aynaya baktın ya, sen durakladın ya… O an anladım her şeyi…