Menu
ENİS BATUR’UN UZAKTAKİ YAKIN AKRABASI: PLLUMB AMCA YA DA TİRAN'DA BİR GÜVERCİN
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ENİS BATUR’UN UZAKTAKİ YAKIN AKRABASI: PLLUMB AMCA YA DA TİRAN'DA BİR GÜVERCİN

ENİS BATUR’UN UZAKTAKİ YAKIN AKRABASI: PLLUMB AMCA YA DA TİRAN'DA BİR GÜVERCİN

İnsanlar toplum içinde yaşarken, kendilerini tabiattan aldıkları birtakım ödünç vasıflarla tanımlarlar bazen. Onları böyle durumlara iten sebepler birçok değişik saikten kaynaklanabilir. Yiğitlik göstergesinin dışa vurulması amacıyla kullanılabileceği gibi, korkunun veya belanın def’i amacıyla veya bir kutsallık atfıyla da kullanılabilir. Bu durum daha çok boy, sülale, kabile gibi topluluk adlarında olabildiği gibi şahıs adlarında veya lâkaplarda da görülebilir.

Türkler için boy adı olarak kullanılan keçi ve koyun kelimelerini “Sarıkeçililer, Karakeçililer, Akkoyunlular, Karakoyunlular” gibi örnekler hemen akla geliverenlerdir.

Şahıs adlarında ise daha çok yırtıcı hayvanların adları erkeklere isim olarak tercih edilir. Bu hayvanlar yırtıcı kuş adları olabildiği gibi aslan, kaplan gibi kara hayvanları da olabilir. Erkek adı olarak kullanılan ve sevimli olan tek hayvan galiba yunus, o da Allah’ın kılavuzluğundan kaynaklanıyor olsa gerek! Neyse diğer peygamber adlarının ne anlama geldiğini bilmediğimden bu konuyu fazla dağıtmamam lazım. Ancak hayvan adlarının isim veya lakap olarak kabulünde daha çok toplumların putperest dönemlerinden izler bulmak mümkün olduğunu da zikredeyim. Vahşi hayvanlardan kadın ismi olarak tercih edilenlerinde ise daha çok hoşluğu, zerafeti, değişik yönlerden güzelliğin dikkate alındığı görülüyor.

Neyse bu hamur çok su götürür, asıl meseleye gelelim. Pllumb kelimesi Arnavutçada güvercin demek (plumb= kurşun) ve Arnavutlar arasında yaygın bir şekilde erkek adı olarak kullanılmaktadır. Ülkelerine Shqiperia “kartallar ülkesi” adını veren bir milletin erkeklerine yaygın olarak güvercin kelimesini seçmesi ne kadar tezat!

Bir nisan akşamı Tiran Gölü’nün bendi üzerinde tanışmıştık Pllumb amcayla, 83 yaşında dinç ama yılgın ve ümitsiz bir insandı.
Arnavutların ve Arnavutluk’un başına Enver Hoca döneminde gelen en güzel şey olsa olsa bu Tiran Gölüdür. Arkasını koyu yeşili bol bir koruluğa yaslamış yarı sun’î bir gölet aslında burası. Sadece bu ormana ve önünde ışıyıp giden sulara bakılarak değerlendirilse, Tiran’ı İsviçre veya sair yeşili bol Avrupa ülkelerindeki şehirlerden birine benzetmek sıradan bir iş olurdu.
Sedir, servi, çam gibi yüksek ağaçların boy attığı, bazı yerlerinde yabanî otların ve çalıların geçit vermediği koyu bir tabiî dokunun insanın önünü kestiği ormanlar arasında kıvrılıp giden çatlağı bol asfaltlardan gelen araçlar ortamın tek paraziti. Burada insana huzur veren bir sükûnet ve asudelik var. Isırgan otları ve sarmaşıkları bol bir yamacın bitiminde birden karşı kıyılarda ağaçlarının suya yansımış gölgeleriyle insanın karşısına çıkıyor gölet. “Gemlik’e doğru denizi göreceksin/ Sakın şaşırma”!
Suyun kenarında balık tutan, oltaları beklerken domino oynayan yaşlı Arnavutlar ayrı bir çeşni katıyor manzaraya. Hepsi bir zaman bu göl kenarında Amerika’ya, Sovyetlere, Çin’e meydan okuyarak devrim ve yoldaşlık şarkıları söyleyip askerî eğitim almışlar! Şimdi, yaklaşık yirmi senedir büyük bir hayal kırıklığını yaşıyorlar, aldıkları yaklaşık 100 dolarlık emekli maaşıyla!
Bunlardan birinin omuzuna dokunup seslensem, amca bir zamanlar bizim en zeki ve okumuş takımından süzme entellektüellerimiz vardı, belki hâlâ da vardır, Türkiye’ye Arnavutluk’u örnek gösterip Enver Hoca’ya övgüler düzüyorlardı, desem, ne dediğimi anlar mı, anlasa bile böyle insanların var olduğuna/olabileceğine inanır mı?

Burası tam bir göl değil, dağlardan inen suların, belki de yeraltı sularının beslediği geniş yatağı şehre doğru iyice daralan bir akarsu iken ağzına bir bent örülerek sun’î bir gölet oluşturulmuş. Zaman zaman yağmurların şiddetli düştüğü durumlarda gölün suyunu boşaltmak için birkaç kapak yapılmış. Enver Hoca rejiminin iflasından sonra bu kapakların bakımı yapılmaz, sorumlusu bilinmez bir zamanda sarhoş bir Arnavutun azizliği ile gölün bütün suyu şehre dolmuş. Say ki Bulgaristan baraj kapaklarını açtı Edirne’yi su bastı. Bugün Tiran’ın en zengin ve pahalı bölgesi olan “Blloku” semtinin tamamı sular altında kalmış, üç beş gün de sokaklarda selin gölden taşıdığı çamurlar insanlara geçit vermemiş!

İşte bu baraj kapaklarının üstünde bir tür seyran yeri sayılabilecek bir yol var, gölün üzerinde, dağın, ormanın, gökyüzünün seyrine doyulmaz, hele hafif bulutlu bir havada, aylardan da nisansa günbatımı doyulmaz bir seyirdir.

Burada dolaşıyor ve göl manzarasına da bakıyorken yaşlı bir Arnavutun bizle konuşmak için bahaneler bulmaya çalıştığına şahit olduk, hapishanede volta atarken hır çıkarmak isteyen mahkumlar gibi neredeyse bize omuz atıyor amca! Sonunda yere düşürdüğüm tesbihi benden hızlı davranıp aldı ve bana uzattı. Çaresiz bir “mir dita” çektik. Oo amca işe merhaba ile başladı, Türk olduğumuzu anlamış konuşmaya çalışıyor. Hemen yanımızda bisikletli bir başka yaşlı Arnavut belirdi. Eh beylik sorumuzu sorduk, Türk olduğumuzu nereden anladınız, bıyıklar ve tesbih sallamanızdan diye işaret ediyorlar. Amcanın adı Pllumb, diğeri Enver. Enver olana adının Enver Hoca’dan mı geldiğini sordum, sert bir “Yo”dan sonra “Enver Paşa” cevabı karşısında hemen bir coğrafya gezintisi yapıyorum, Mısır’da Enver Sedat’la, Arnavutluk’ta, Balkanlarda belki onlarca başka Enverlerle Osmanlı ruhunu hâlâ dolaştırıyor hakimiyet coğrafyasında!

Enver amca “Enver” ve “Paşa” dışında Türkçe bilmiyor. Ama Pllumb amca öyle değil, aklına gelen bütün Türkçe kelimeleri peş peşe sıralıyor, “merhaba, kaç para, sabahlar hayır, akşamlar hayır, kaç kilo”! Dur amca ne diyorsun demeye kalmadan anlatıyor...

Elli seneden fazla olmuş, İstanbul’da halaları varmış, Boğaz’ın Anadolu taraflarını tarif ediyor. O zamanlar uzun süreli kalırmış Türkiye’de, İzmir’de de dayısı varmış, bir sanat enstitüsü söyledi, onun müdürü imiş, “Ödemiş’te” diyor “yirmibeş kilo gelirdi bir karpuz”, dayımla giderdik, ee, noldu dayı, halalar? Halalarının adını saydı, birini hatırlayamadı. Kendinden bahsetti biraz, İtalyanca biliyormuş, Enver Hoca döneminde sinemacılık yapmış, İtalyan filimlerinin tercümesinde, dublaj veya alt yazı işlerinde filan çalışmış. Bunları anlatırken arada bir halalarının adlarını söylüyordu. Birden Güner, Güner diye omuzuma vurdu, dur amca ne oldu, “Güner benim hala, Güner’in kızı Leman koca Muhsin Batur, Teyarci, Paşa Paşa” diyerek omuzuma vurmaya devam ediyor. Yosun yeşili gözlerindeki umutsuzluk, kırışık yüzünün ince kırmızı damarlarına sinen yalnızlık, yitik geçmişinin su yüzüne çıkan yeni bir karesini hatırlayışında biraz kaybolur gibi oluyor, sonra tekrar beliriyordu. Elli küsur yıllık derinlerden hatırlamağa çalıştığı her unsur derin acılarla beraber dökülüyordu ağzından.

Şimdi Pllumb amcayı tutsam, günlerden Salı olsa, benim ev yakın olsa, televizyonum TRT2’yi çekiyor olsa, götürsem, omuzuma vurduğu darbelerin şiddetine yakın bir şiddetle onu sarsıp göstersem “bak amca bu sakallı var ya, bu Muhsin Batur’un oğlu” desem eminim televizyonu öper. Her salı o saatte gelir adalı edebiyatlı o programı seyreder ve her gün hafızasında dirilen Türkçe kelimelerle umutsuzluk ve yalnızlıktan milim milim uzaklaşacağına eminim. Karpuz kelimesinin kendi şehri olan Jirokastra’da (Osmanlı dönemindeki Ergiri Sancağı) tıpkı Türkçedeki gibi kullanıldığını anlatırken görmeliydi ki onu, sanki karpuz kelimesi Türkçe ile Arnavutça arasında kopmaz bir rabıta tesis ediyor!

Birkaç kare resim çekildik Pllumb ve Enver amcalarla, sonra bizimle beraber evinden uzaklaşma pahasına, yaşlı ayaklarının tahammül edebildiği kadar uzağa yürüdü, tekrar tekrar hafızasının derinliklerinden çıkardığı Türkçe kelimelerle konuşmağa çalışarak yine gelin, mutlaka beklerim, kahve, çay sözleri ile bizimle vedalaştı.

Gidemedik, gittiysek de karşılaşamadık, ama Pllumb amca derin Osmanlı yarasına dökülmüş bir avuç tuz gibi yaktı içimizi, hâlâ da yakıyor...