"Akif'in kalbine girerken fakir adam giyinmez, zengin adam soyunur, ikisi de o kalbe çıplak girerdi.’ Mithat Cemal
Bir toprağın insanlarının o toprağın bağımsızlığı için canla savaş verdikleri dönemleri vardır. Böyle bir mücadelede öne çıkan kahramanlar o toprakların yazgısının da resmi gibidir.
Mehmet Akif bu toprakların yazgısını kendi yaşam hikayesiyle bütünleştirmiş bir düşünürdür. Ne ki Akif, vatanın kurtuluşunu doya doya yaşayamaz. Milli mücadelenin bu topraklara kazandırdığı bağımsızlık O’nun onbir yıl süren sürgününün başlangıcı olur.
Mısır’a gidiş ile ilgili pek çok rivayet, Akif’in konu edildiği her yerde geçer. Gerçeğin rivayet ile bütünleştiğinde gösterdiği reaksiyon ya da ortaya çıkan devasa söz yığını yeni bir gerçeklikle bize ulaşır. Ama bir de yaşanmış vardır. Ne orası burası yontularak biçimsiz hale getirilmiş gerçekliğe benzer, ne de ruhun derinliklerinde duran ve insanın karanlık yönünü vurgulayan yorum direğine tosladığında daha başka bir gerçekliği kabul etmeyen rivayete eştir. Yaşanmış, sonuna iliştirdiği zaman ekiyle eşsizdir. İnsanların her türlü dokunuşundan beridir.
Ve biz şimdi yaşanmışla ilgileniyoruz.
Nil’e Dokunuş
Mısır’ın diğer arap ülkelerine nazaran dinamik islami hareketliliğiyle, kültürel dokusuyla ve Nil’in oluşturduğu aurayla İstiklal şairi için bir başka anlamı vardı. Ne ki ora aynı zamanda ehramlar, firavunlar mekanıydı. Binbir debdebe içindeki saray yaşamları hala uzantısını sürdürmekteydi.
O’nun mısalarından, hakkı haykırabildiği her yerin vatan oldunu biliyoruz. Bu belki sürgün geçen onbir yıl için bir teselli olabilir.
1923 ün kışında can dostu Ali Şükrü Bey, meclisteki muhalif sesi temsil ediyordu. Bunu içine sindiremeyen bazı kişiler bu muhalif sesin kısılması gerektiğine inanmış olmalılar. Topal Osman adlı eski çete üyesinin Ali Şükrü Bey’in canına kastetmesi tam bir şok etkisi yarattı. Artık anlaşıldı ki muhalif sesler sinecek.
Mehmet Akif, kadim dostunun bu akibeti karşısında bir kez daha yıkıldı. Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak sık sık gittiği ülke, artık kendini hepten çağırıyordu.
Yaşanan manzaranın Akif’i bir başka toprağa mahkum etmesi pek tabi görünse de asıl ipleri koparan bir başka olaydır. Yıl 1925. Şubatın 13’ü. Terakki Perver Fırkası Şeyh Said ayaklaması gerekçe gösterilerek kapatılır. Bununla beraber pek çok dergi ve gazete de susturulur. Bahar başına kadar bu durum devam eder. Mart sonunda ise Akif’in fikir babalığını yaptığı pek çok arap ülkesindeki bürolarda da dağıtılan, yayın dünyasında ümmet fikrini hep diri tutmuş, çizgisi net Sebilürreşad’da kapatılır. Başında bulunan Eşref Edip içeri alınır. 1908’den beri yayınlanan 641. sayısını veren derginin kapatılması Akif için onulmaz bir yaradır. Artık vatanın geleceği ile ilgili ciddi kaygılara sahiptir Akif. Haberi alır almaz Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak gittiği Mısır’dan geri döner. Ama İstanbul, bıraktığı İstanbul değildir artık. Eşref Edip vatana ihanet suçundan idam istemiyle istiklal mahkemelerinden birinde sorgudadır. Sebilürreşad kapatılmıştır. Pek çok arkadaşı tevkif edilmiştir. Hatta o dönemde kendisinin de polis tarafından takibedildiğine dair bir hatıratta not mevcuttur. Ruhi Naci Sağdıç hatıralarında, Şefik Kolaylı’nın Akif’İn kendisine: ‘...peşine polis takıp takip ettirilmesinden müteessir olarak yurdu terketmek zorunda kaldığını’ söylediğini kaydeder.
Bu ortam karşısında ancak yıl sonuna kadar İstanbul’da kalabilirdi. 1925 sonunda bir daha dönmemek üzere Mısır’a hareket etti.
Mısır’da Zaman
1926 başında Akif Artık Mısır’dadır. Yine Abbas Halim Paşa ile beraberdir. Onun köşkünün hemen yanında bir mekanı vardır. Ama bu kez misafir değildir. İki yıl boyunca sürecek olan bu yalnızlık Akif ‘in Servet-i Fünun’a gönderdiği şiirlerle bir nebze olsun azalacaktır. Bu dönemde Akif, TBMM’nin bazı hatırı sayılır hafızlar vasıtasıyla kendisine zorla verilen Kur’an tercümesi ile meşguldur. Mısır’ın tarihten gelen debdebesi ve saray alışkanlıklarının her tarafta görüldüğü sokaklara pek çıkmaz. İçe kapanık, vatanı için sarsıladuran bir düşünür vardır karşımızda. Bu dönemin şiirlerinde daha lirik ve tevekküle dayanan bir ruh görülür. Gür ses ve haykırışlar yerini hüzün dolu mısralara terketmiştir. Onun ruh halini yansıtan mısralar salt vatandan uzak olmanın hasretiyle kaleme alınmış değildir. Orada ve o ruh halinde bile ümmetin kurtuluşunu düşünür ve yanar.
Onun görüştüğü insanlar tıpkı İstanbul’daki gibi mütevazi insanlardı. Hatıralarda geçen bir olay bu anlamda önemli ipuçları verir.
Bir gün bir Mısır asilzadesi onu yemeğe davet eder. Abbas Halim Paşa’da orada bulunacağından Akif bu davete red cevabı veremez. Akşam olduğunda yürüye yürüye konağa gider. Kapıdakiler ‘ne istiyorsun?’ derler. O, ‘davetliyim.’ Deyince hepsi gülüşür. Bu adam davetli olur da yaya gelir mi diye düşünmüş olmalılar. Kısa sürede Abbas Halim Paşa dışarı çıkar ve durumu izah eder. Gülüşenler Akif karşısında mahcubiyet içinde kıvranırlar ama ‘Akif ‘bir daha yaya gelenleri sofralarına almayan adamların evine gitmeyeceği’ ne ahdeder.
Bu dönemde ‘içeride’ bir Akif söz konusudur. Tercüme ile hemhal olan, şiirleriyle başbaşa bir Akif. Yine bu dönemde Fuat Şemsi ile olan yazışmalarında Safahat’ın tamamlanmış baskıları üzerinde durduğunu biliyoruz.
Aradan iki yıl geçer. Akif artık ailesini de yanına almak ve Abbas Halim Paşa’nın misafirperverliğine duyduğu minnetle daha yerleşik bir düzene geçmek ister.
Hilvan Akif’in ailesiyle beraber kaldığı ve Mısır günlerine Akif’in damgasının vurulduğu yer olarak anılabilir. Ne ki Hilvan Akif’in maddi sıkıntılarının da başladığı yer olacaktır.
Hilvan’da Mısır’da geçen inziva günleri sona erer. Her şeyden evvel aileyi geçindirecek bir maişet bulmak gerekir. Kendisine Kur’an tercümesinden peşinat olarak verilen paranın iadesini düşündüğünden, kalıcı bir iş için önce Abbas Halim Paşa’ya durumu arzeder. Eşref Edip’e yazdığı mektuplarda nakite çok sıkıştığını ve mutlaka bir iş yapması gerektiğini vurgular. ‘Eşref, başıma dolamak istediğin işi (tercüme işini) başarmak için her şeyden evvel nakit, vakit vukuu lazım. Ben refikamın senelerden beri devam eden hastalığı, memleketin de pahalılığı dolayısyla fevkalade muzayaka çekiyorum. Çoğu zamanlar Hilvan’dan Mısır’a inmek için yol parası bulmak müşkilatı çekiyorum.’ der.
Akif, mektubunu ‘Allah acizlerin mu’ini olsun’ diye bitirir.
1929 Aralık ayında Mahir İz Bey’e Akif’ten bir mektup gelir. Mısır Darülfünun’unda Türkçe dersi vermeye vazifelendirilmiştir. ‘...bakkala, kasaba rezil olmadan, darülfünun efendilerinin garip-mütevazılıklarına dehalet eylemek’ makul görünür.
Bu olaya vesile olan kişi Mısır’da Kahire Üniversitesi Farsça profesörü olan Abdulvehhab Azzam’dan başkası değildi. Onun yaşamında önemli bir yeri olan Azzam, Akif’le ilk karşılaştığı günü şöyle anlatır: ‘Evine gittim. Kapıyı çaldım. Altmışlık, kırçıl, sağlam yapılı, utangaç, mütevazi bir adamla karşılaştım. Oturduk, biraz konuştuk, bu konuşma ile aramızda samimi bir dostluk oluştu. Dostum gerçekten çok utangaçtı. Az söyler, çok düşünür, uzun zaman sükut eder inzivayı sever toplantılardan kaçardı. Bu yüzden kendisiyle bol bol buluşabiliyor, sohbetinden istifade ediyordum. Kendisini arayıp da evinde bulamadığım nadirdi. ... en büyük zevki ya benim onu ziyaret etmem ya da onun beni ziyaret etmesiydi. Başbaşa konuşur, maziden halden bahsederdik. Muhabbetimiz ciddi bahisler ve latifelerle geçer, tarih ve edebiyat sahalarında dolaşır müslümanların ahvalini anlamaya çalışırdık...’
İlim çevresini Akif ile buluşturarak onun Cemalettin Efgani ve Muhammet Abduh’a uzanan serüvenine vesile olan Abdülvehap Azzam’ın Akif’ten öğrendiği ve tanıdığı düşünür Muhammed İkbal’den başkası değildi. ‘Toplantılarımızın en güzeli Muhammed İkbal’in şiirlerini okuduğumuz zamanlardı. İkbal’i bana tanıttıran o idi. Kendisi bir gün bana İkbal’in ‘peyamı maşrık’adını taşıyan şiir mecmuasını vermiş ve ben o sayede İkbal’i tanımıştım.’ diye anlatır.
Akif’in ikbal ile ilgili düşünceleri karşısında coğrafya fakültesi profesörlerinden biri asistanına şunları diyordu: ‘Eğer Akif’in Mısır’a karşı yalnız bu hizmeti başka biri yapsaydı onun mensup olduğu milletin aydınları büyük gurur duyardı. Ne yazık ki bizde bu olayı bilen bile yok.’
Üniversiteye önce ücretle sonra da maaşla Türk edebiyatı profesörü olarak devam etti. Bu dönemde ilim çevreleri ile İslam ümmetinin geleceğiyle ilgili uzun süren sohbetler yapardı. Çağdaşı olan Muhammet İkbal onun abidesi gibiydi.
Üniversite dışında evinde bulunduğu zamanlarda dinlenmek için plak dinlerdi. Bilhassa Şerif Muhiddin Bey’in ‘şarkın sevgisi’ ve ‘koşan çocuk’ ezgilerini derin düşüncelere dalarak dinlerdi. Mısır’da aldığı plaklar arasında biri vardı ki ilk dinlediğinde onu gözyaşlarına boğmuştu. Bu kişi Şeyh Mahmut’du. ‘ey saba rüzgarı selamımı git vatan evlatlarına vatan vadilerine söyle, bir gün kader müsade ederse onların hayalini velev ki rüyada olsun göreceğim.’
Akif’in yurda döndükten sonra 1936’da Yedigü’de yayımlanan röportajında ‘Mısır’ı sevdiniz mi?’ sorusuna verdiği cevapta hüzün ile karışık duygular bulunur:
‘Var, güzel tarafları var...bilhassa kışın...Hoş yazın da sıcak iklimlerde bulunduğum için muzdarip olmazdım. Fakat İstanbul başka.’ Yine bu ve benzeri ropörtajlarda, özellikle üniversite hocalığıyla beraber, Mısır ilim hayatına, matbuat dünyasına ilgi gösterdiği ve bunlarla ilgili aydınlatıcı fikirleri olduğu görülür.
Yıl 1936...
Beyaz bir vapur galata rıhtımına yanaşır. Vapurun merdivenlerinden onbir yıllık hasreti sırtında taşıyan, omuzları çökmüş, iç organlarının kendisine isyan ettiği yaşlı bir adam iner. Sağ koluna girmiş refikası İsmet Hanım ayaklarının bir an önce vatan toprağına basması için merdivenleri inmesine yardım etmektedir.Vatanın kaderiyle bütünleşen Akif artık İstanbul’dadır.
(Hece edebiyat ocak 2008)