Menu
NİL'DEN TUNA'YA YİTİK MİRASIMIZ 3
Deneme/İnceleme/Eleştiri • NİL'DEN TUNA'YA YİTİK MİRASIMIZ 3

NİL'DEN TUNA'YA YİTİK MİRASIMIZ 3

Değişen Sınırlar, Yitirilen Coğrafyalar, Kayıp Kavramlar:

20 asrın başında, insanoğlunun o güne kadar görmediği çapta bir cihan savası Balkan coğrafyasında atılan bir kurşunla başladı. Kosova’nın fethinde yine Sırplı bir gencin elinden 1. Murad Han şahadet şerbetini içti. Asrın sonunda ise Soğuk Savaşın bitişiyle yaşanan en yoğun çatışmalar da yine bu coğrafyada görüldü. Bölgenin jeokültürel ve jeopolitik ayrım hatları uluslararası ilişkilerde yaşanan bunalımların bölgeye doğrudan ve en sert şekilde yansımasına neden oldu

Osmanlı Devleti'nin asrın başında uluslararası ilişkileri yönlendiren büyük güçler için Bati sömürgeciliği karsısında gittikçe güçsüzleşen bir direnisin siyasi merkezi konumundaydı. En kötüsü de Osmanlı’nın Avrupa’dan tasfiyesi’nin Avrupa açısından özel bir önem taşıdığı Balkan coğrafyasında bulunuyor olmasıydı.. Balkan Savaşı ile Osmanlı Devleti'nin Avrupa topraklanandan Doğu Trakya’nın tasfiyesi gerçekleştirilmiş, I. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası siyaset ve hukuk açısından da nihai tasfiyesi tamamlanmıştı. Zira Avrasya anakıtasının steplerden Akdeniz'e inen temel kuşağını oluşturmak açısından Balkanlar jeopolitik öneme sahipti. Doğu ile Bati'yi ayıran bölge olarak görülmesi açısından ise jeokültürel bir önem taşıyordu. Balkanlar, 20. yüzyıl boyunca uluslararası ilişkilerin temel bunalım bölgelerinden birisi olmuştu ve bu yüzden uluslararası ilişkilerde yaşanan bunalımların bölgeye doğrudan ve en sert şekilde yansıdı/yansıyor.

Asrın sonuna geldiğimizde ise Balkan meselesinin bütün karmaşıklığıyla tekrar gündeme gelişi akla şu soruyu getiriyor: "Osmanlı Devleti'nin tasfiyesi Avrupa açısından daha tamamlanmadı mı? Avrupa’nın bu Osmanlı düşmanlığı ve Osmanlı korkusu niye?..” Zira geçen ayki yazımda da belirttiğim gibi Amerika etkisindeki Arnavutluk’ta her yerde Osmanlı düşmanı İskender Bey’in heykellerinin olması, Osmanlıya karşı kültürel bir soykırımın bir göstergesi değil midir? Zira tek soykırım bir nesli yok etmek kökünü kazımak olmasa gerek... Bir kültürün kökünü kazımak kültürel soy kırım değil de nedir? Dünyanın herhangi bir ülkesinde/ülkelerinde bir medeniyeti çağrıştıran her şeye düşmanlık gösteriliyorsa, akla gelen şey o medeniyetin ciddiye alınacak kadar önemsendiğidir diye düşünüyorum.. Adını tarihe gömmek ameliyesinden başka nedir ki bu? Osmanlı’dan günümüze kadar Balkan coğrafyasında ne bir tarihi eser, ne bir dil, ne bir musiki ne de diğer akla gelebilecek o kültüre dair medeniyet numunelerini yok etmek, , demode göstermek, işlevini yok etmek istiyorsa ve Türklere dair onları hatırlatan ne varsa son kırıntılarına kadar Balkanlardan silmek istiyorsalar buna ne denir ki...Adeta orada hiç yaşamamış gibi... Bu düşünce karşısında sormak gerek, “Ortadoğu ne zaman kan gölüne döndü?” diye...

Osmanlılar zamanında Napolyon Bonapart’ın Akka Kalesi kuşatmasına kadar ciddi bir olay göremiyoruz Ortadoğu’da.. Burası söylendiği gibi kan gölü değil. Önemli kültürel miras ve ilimin beşiği Ortadoğu... Hiçbir eser bırakmamışız gibi göstermeye çalışmanın manasını nasıl yorumlamalı? Bunun da ötesinde bazı kavramlara verilen isimlerde bile bilinçli bir değişim meydana geliyorsa bunu nasıl anlamalı... Kavramlar nasıl mı değiştiriliyor diyorsanız şöyle örneklendirmek isterim:

Siyasi tabirlerin ortaya çıkışı bazen siyasi olayların gelişimine dair önemli birçok ipuçları verebilir. Örneğin 19. Yüzyıla kadar Osmanlı’nın Avrupa topraklan için Avrupalılar, “Avrupa Türkiyesi” ya da Avrupa’daki Türkiye vb tabirler kullanırken, Osmanlı Devleti Avrupa-i Osmani ve Rumeli-i Şahane gibi isimleri tercih ediyordu. Bu dönemden itibarense, yaşanan gelişmelere paralel olarak Türk ve Müslüman imajlarını silecek yeni bir isimlendirme gerekiyordu ki, bundan sonra sürekli olarak bunalım ve krizle özdeş hale gelecek iki tabir birden bu bölge için kullanılmaya başlandı: “Balkanlar ve Ortadoğu (veya Yakın Doğu”
Batılıların tabiriyle Ortadoğu kan gölü, kanı sever, barbar... Bu kelimenin onlar için hemen çağrıştırdıkları bunlar... Afrika ise Kara kıta, yamyam vb. Onlara göre oradakilere acımak doğru değil zira, onlar terörist ya da potansiyel terörist... Bu düşünceye karşın sormak gerek Ortadoğu ne zaman kan gölüne döndü? Osmanlılar zamanında Napolyon Bonapart’ın Akka Kalesi kuşatmasına kadar ciddi bir olay göremiyoruz Ortadoğu’da.. Burası söylendiği gibi kan gölü değil. Önemli kültürel miras ve ilimin beşiği... Yine batılıların başka bir ifadeyle bu medeniyet öncesi topluluklar dedikleri insanlar oranın doğal florası/bitki örtüsü gibi... Özellikle de Tonbee’nin bu görüşü Batı’nın Ortadoğu’ya ve sömürülen ülkelere bakışını sanırım ortaya koymaktadır. Tonbee’ye göre bu insanları eğitmek ve ehlileştirmek gerekli... Kültür ve Medeniyetleriyse ilkel... Hele de Huntington’a göre dünyada tek Medeniyet var o da “Batı Medeniyeti”... Sözüm ona dünyaya medeniyeti Batı götürmüş!

Bir şeyin ismi o şeyin mahiyeti açısından çok büyük bir anlam ifade eder. O şeyi tanımlarken, özelliğini de belirtir. Bunun idrakinde olan kimseler bilinçli olarak zaman içerisinde Balkan coğrafyasına Avrupa-i Osmani ve Rumeli-i Şahane veya European Turkey, Turkey d'Europe, Turkey in Europe (AvrupaTürkiyesi, Avrupa’daki Türkiye tabirlerini kullanmaz.. Şöyle ki:
-Bu tabirleri kullanmak yerine “Balkanlar” ve “Balkan yarımadası” tabirini 1808 yılında ilk kez kullanan kişi, Alman coğrafyacı A. Zenne olmuş.

-19. yy ortalarındaysa 1835 yılında D. Omalins d'Halloy Hazar Türklerinden alındığı rivayet edilen Balkan tabirini de yetersiz bulunarak, İslav-Yunan (Slovogreece) tabirini kullanmayı tercih etmiş;
-K.Ritter ise doğrudan (Halbinsel Griechenland) Yunan Yarımadası demiş;
-Fischer ve Wagner gibi bazı Alman araştırmacılarınsa ilk defa 1863'de Avusturyalı konsolos I.G. Von Hahn tarafımdan kullanılmış olan Güney-doğu Avrupa yarımadası tabirini geliştirerek yarımadayı Avrupa ismi ile doğrudan ilişkilendirmelerinin çabası içerisinde olmuşlar ve Avrupalı büyük devletlerin bölgeye yoğun ilgilerinin yoğunlaşmaya başladığı bir dönemde bu tabirin ortaya çıkmış... Bu tabirler KESİNLİKLE bir tesadüf değildir.
-Yugoslavya coğrafyacısı Cvijic ise, bölgenin “Avrupa'daki Türkiye” gibi tabirlerle herhangi bir şehir adıyla özdeşleşmesini "çirkin bir sehadet " olarak değerlendirip Balkan tabirinin kullanılması gerektiğini söylemesi de bu konuda ilginç bir şahadettir.
19.yy’ın sonlarından itibaren birçok siyaset bilimci ve seyyahın Ortadoğu tabirini özellikle Balkanları kastederek kullanması bu kavramın coğrafi olmaktan çök kültürel bir zıtlığı ve ayrılığı ifade ermesi açısından önemlidir. Daha sonra Ortadoğu tabirinin kullanımı Müslümanların hâkimiyet sahalarının daralmasına paralel bir değişiklik getirecek ve doğu-Bati, Müslüman-Hıristiyan gibi ayrımları da yansıtan jeokültürel nitelikli bir kavram halini alacaktır.

Ortadoğu ve Yakındoğu kavramları bu açıdan objektif bir kavram olmaktan çok Barı’nın sübjektif unsurlar barındıran jeokültürel bir ayrım kavramı olmaktan başka bir şey değildir. Bu sebepledir ki gerek Ortadoğu ve gerekse Yakındoğu kavramları değişen şartlara göre yeni nitelikler kazanmıştır.Batılı siyasetçiler ve araştırmacılar bu kavramları Osmanlı Devleti’nin gerilemesine paralel olacak şekilde yeniden yorumlamışlardır. Selçuklu ve Osmanlılar için Rumeli kavramı da benzer jeokültürel özellikleri taşımaktadır. Selçuklular için Anadolu Rumeli iken, Osmanlı için bugün “Balkanlar, Rumeli” olarak anılmaya başlanmıştır.
Balkan yarımadası tabiri ile bu bölge nasıl ki Türk ve İslam imajından arındırılmaya çalışılmışsa, aynı şekilde Orta Doğu terimi ile de Batı ile Doğu arasında oynak bir siyasi hududun sınırları belirgin hale geliyordu. Bulgaristan’da 80’li yıllarda yaşanan tek tek şahıslar düzeyine inmiş bulunan isim değiştirme operasyonunun küresel düzlemdeki ilk haberleri Balkan ve Ortadoğu tabirlerinin siyaset literatürüne girmiş olması da dikkatten kaçmaması gereken önemli bir özellik taşımaktadır. Ayrıca Balkanlardaki pek çok şehrin adının değiştirilmesindeki unsurları da bu örneklerden sonra anlamlandırmak sanırım zor olmayacaktır.

Buna benzer bir isim değişikliği de Türklerin Anayurdu kavramında yaşanır. Anayurdumuza Türkistan dememek için, Orta Asya tabiri kumlanılır. Nasıl düşünülebilir ki bir toplumun anayurdunun kıta adı ile özdeşleştirilmesi demeyin işte oluyormuş demek ki...

SEVDA

1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.

Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir. 

Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.

Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)

Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.

Daha fazla görüntüle