Menu
BİR YIKINTI MI SADECE GEÇMİŞ HAYATLARDAN GERİYE KALAN?
Deneme/İnceleme/Eleştiri • BİR YIKINTI MI SADECE GEÇMİŞ HAYATLARDAN GERİYE KALAN?

BİR YIKINTI MI SADECE GEÇMİŞ HAYATLARDAN GERİYE KALAN?

Bir yıkıntı gibi görünüyor sadece geriye kalan
Geçmiş hayatlardan,
Ne giden son gemidir dediği gibi şairin,
siz de göçüp gittiniz hayatımızdan
Oysa zihnimizde ne kadar da dirisiniz,
Fakat şimdi hatıranız derunumuzda saklıdır
Vakti merhunun gündönümü sanki
Bir başka vakitler şimdi ve bir başka dem...
Her şeyi severdik biz, yerdeki karıncayı, gökteki bulutu,
Dut ağacımızı ve çiçeklerimizi; yaşlı teyzelerin bahçelerinden,
Rica edip, derleyerek diktiğimiz çiçek fidelerini
Açan rengârenk çiçeklerin güzelliklerini ve
Birbirinden farlı elvan elvan yayılan kokularını...
İçimizdeki çiçeklerdi sanki açanlar rengârenk,
Şimdi kayboldu mu dersiniz
Çevredeki pek çok renkle birlikte ahenk.

(Sevda Dıraga Canbaz;www.edebistan.com da yayımlanmış, Sürgün’de İsa’ya Gebe Adlı şiirden seçilen mısralar).

“Mâziye bir bakıver, neler neler bıraktık” misali;
Bir yanımız mahzun, diğeriyse ümitli...

Eskinin güzelliklerini dile getirirken sanmayınız ki sadece geçmiş saplantısındayız. Zamanın geriye değil, daima ileriye doğru aktığının idrakindeyiz. Zira geçmişe aynıyla dönmek terakkinin zıddıdır. Geçmişin güzel hasletlerini, çağın güzellikleriyle tahkim edelim, ecdâd ile torun arasında köprü olalım istiyoruz. Unutmayalım dedelerimizi, hatırda ve zinde tutalım onları. Dede ile torun arasındaki bağı yitirmeyelim. Anlayalım birbirimizin dilini... Derman olalım, merhem bulalım yâremize. Pâre pâre olmasın ciğerimiz kaybettiğimiz insani hasletlerimizden yana. Onların güzel yadigârlarına sahip çıkalım, gönüller yapan, medeniyet inşa eden ecdadımızı tanıyalım. Böylece millet olarak kendimiz olalım istiyoruz.

Geçmişe ait bir yapı, bir hatıra ile karşılaştığımızda yahut yitik coğrafyalara Bosna’ya, Makedonya’ya, Kosova’ya, Nil’den Tuna’ya kadar bize ait bir haber işittiğimizde yüreğimizde bir sızı duyalım istiyorum. Zira hala orada Osmanlı var. Hala kültürel mirasımız var. Zira orada ağlayan bir yürek varsa bizim. Yitik hazinelerde neler gizli araştıralım. Hem de öyle araştıralım ki manevi bir arkeolog havasında, kayıplarımızı ve kayıp kültürümüzü bulmak için, didik didik edercesine... Barışalım dünümüzle, yarınımızla, kendimizle. Sızlasın istiyorum yüreklerimiz. Bize ait eserlerin adını, şehirleri, kasabaları, nehirleri yine ecdadın verdiği isimlerle adını zikredelim. Zira bu bile önemli bir kültürel bilinci, olgunluğu barındırıyor içersinde.

Batılılar ülkemize geldiklerinde eski kültürel dokularında nasıl kendi izlerini sürüyorlarsa, biz de sarayın kültürünü sinesinde taşıyan Üsküdar’da ve yitik coğrafyalarda ve şimdiki coğrafyamızda iz sürelim. Yollar şahitlik etsin aradığımıza... Ayak izimiz karışsın bu beldelerde gönüller fetheden Mevla’naların, Aziz Mahmud Hüdayilerin, Ahi Evran’ların, Fatma Bacıların, Abdalan-ı Rum’un, Bacıyan-ı Rum’un, Hacı Bayramların, Hacı Bektaşların; bu beldeleri nakış nakış dokuyan ecdadın ayak izlerine. Gönül hoşluğuyla onlar hala bitmedi, derunumuzda yaşıyor diyebilelim. Onlar daima yaşayacak bire on veren, yediveren başaklar misali...

İki yıl önce Lüleburgaz yakınlarında, ailemin yaşadığı yere yakın “Müsellim Köyü’nden” geçti yolumuz. Şimdi adını değiştirmişler bu köyün. Ovacık diyorlar artık. Bu tavır ile ne büyük bir hata ettiğimizin farkında mıyız bilemiyorum. Zira değiştirdiğimiz sadece isim değil, bir medeniyet, eskiye ait biz iz/beyyine. Aklıma ilk gelen Osmanlı’nın bu köyü atlı birlikleri için kullanmış olabileceği oldu. Zira Orhan Bey devrinde “ İlk Yaya ve Müsellem Teşkilatları” ( ordu) oluşmaya başlamıştı. Araştırdığımızda gerçekten de haklı olduğumuzu anladık. Bu gidişimde ise “Ahi Mehmet Köyü” diye bir köy ismi dikkatimi çekti. Merak ettim fakat henüz araştıramadım. Bu beldelerin fethinin de Osmanlı Ahi teşkilatıyla bağlantılı olması pek tabiidir ki muhtemel... Zira Ahilerin, Şeyh Edebalı’nın, onun bendelerinin Osmanlı’nın Kuruluş’unda, fetihlerde ve Balkanlar’ın Türkleşmesi’ndeki katkılarını unutmamak gerek. Bu yer isimleri bizim tapu senetlerimiz. Buralarda vardık ve bir kültür bıraktık. İşte izleri diye ortaya koyabilmeliyiz. Bakın ismi bile bize ait diyebilmeliyiz.

Birkaç yıl önce Çanakkale Behrâmkale’ye gittiğimde de “Behrâmkale” yerine “Assos,” Antalya’ya gittiğimde “Belkıs Harâbeleri” yerine “Aspendos” ismini görmek, duyarlı insanlara hüzün vermez mi? Sahipsiz vatan, yitik bir kültüre dönmeyelim. Ecdâd boşuna mı “sahipsiz vatanın batması haktır, sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır” demiş.

Nerede bir yıkık dökük yer görsem, nasıl ki gökyüzüne baktığım zaman uzay boşluğunun sırlarını merak ediyorsam öyle de bu yıkıntıların mistik, gizemli cazibesine kapılır, yitirilmiş hayatlara dair hüzün duyarım. Trakya’ya gittiğim zamanlar bazı köylerde câmilerin kahvelerle bitişik veya karşı karşıya olduğunu, içki içen sarhoşların şişelerini cami avlusuna atışlarını hüzünle müşahede ediyorum. “ Yâ Rabbi buraya hiç mi Allah dostu bir veli vazifeli olmamış ki bu kadar dünyevileşmiş, bu kadar uzaklar hakikatten” diye hayıflandığım olur. Sonra da sarhoşların meyhanesi ( Bâtıni sarhoşlar) Mevlâ’ya daha yakındır. Belki bunlar da bir gün aşk ehli olur, diyerek teselli bulurum. Zira Allah’ın hikmetinden suâl olunmaz. Gönüllerde neleri sırladığından da öyle. Yine bu Ramazân Bayram’ında, böyle bir hayıflanma esnasında, “Edirne Selimiye Câmii’nde” kılınan bir Cuma namazından sonra, çevreyi dolaştık. Hemen yakınındaki müzeye girdiğimizde bir de ne görelim, bir zamanlar burada bir Mevlevi dergâhı olmasın mı? Tarih ile ilgili kitapları karıştırırken Hacı Bayrâm-ı Veli’nin de buralara gelmiş olduğunu okumuştum. Şimdi bir de Mevlevi dergâhını duyunca içime su serpildi. Onların attığı tohumlar bir gün yeşerecek. Toprak neyi zâyi etti ki insân tohumunu zâyi etsin diye düşündüm kendimce. Ümitvârım ve gönülden inanıyorum bir gün bu beldelerin de bağrından nice cânlar, nice cân uyandıranlar çıkacak ve nice ölü cânlar da uyanacak... Rumeli Türk diyârı, İslâm diyarı... Zira gönülleri güzel olan insanlar çok. Sâdece pek çoğumuz gibi derince bir uykudalar. “Bura( Rumeli)”, yürek fethinin gerçekleştiği topraklar değil mi diye teselli ediyorum kendimi. Zira buradaki insanlara baktığınızda kimi Makedonya, Selanik, kimisi Bulgaristan göçmeni... Kimi 93 Harbi’nde göçmüş, kimiyse Balkan Harbi’nde. Kimi Yörük, kimi Kıpçak Türklerinden, kimiyse Pomak Arnavut ya da Boşnak... Ama hepsi Osmanlı, hepsi de İslam evlâdı, şehit torunları.

Rahmetli dedelerim, ninelerim de Makedonya göçmeni. Anne tarafım Toyran, baba tarafım Yenice Vardar’dan Balkan Harbi’nde göç etmişler. Nice sıkıntılar yaşamışlar. Her şeylerini oracıkta bırakıp hayata sıfırdan başlamışlar. Anneannem babasını hiç tanımamış. Zira şehit düşmüş Çanakkale’de... Sadece onlar mı, daha nicelerini şehit verdik orada. Mektebi sultanili gençlerin içinde bulunduğu taburdan geriye sadece iki kişi kurtulduğu anlatılır. Tıbbiyeli, Mülkiyeli demeden, nice vatan evladı cepheye koşmuş, cân fedâ etmiş... Hürriyet için, vatan için, namus için, İslam için... Sonraki yıllarda az sıkıntısını çekmemişiz yetişmiş elemanın... İşte o yetişmiş eleman sıkıntısının olduğu yıllarda rahmetli dedem Koca Yusuf ( veya Yusuf Hoca lakabı ile anılırdı) imam olarak, Kardeşi olan İsmail Amcamız ise “Eğitmen”( ilkokul öğretmeni) olarak görevlendirilmiş... Zira hem eski yazıyı, hem de yeni yazıyı çok iyi okuyup yazdıkları için Atatürk görevlendirmiş onları. Dedem 2. Meşrutiyet senesi 1908 de doğmuş. Anne annem ise 1910 senesi sanırım. Buralara geldiklerinde daha çocukmuş. Anlatırdı dedem minnetle, “ kızım Atatürk olmasa kalacak yerimiz yurdumuz yoktu, bizi buralara o yerleştirdi” diye. Devamında da “bu günlerin kıymetini iyi bilin evlatlarım! Az açlık çekmedik savaş yıllarında ve sonrasında. Hayatta kalabilmek için bazen çevredeki otları yemek zorunda kaldığımız günler gördük. Allah’a şükredin sakın şükürsüz olmayın” derdi yemek seçtiğimiz zamanlarda. Dedemin annesi Atike Hanım yiğit bir Türkmen kızıymış. Altı çocukla hicret etmiş Toyran’dan. O zamanlar kadınların pek çoğu eşlerini, oğullarını savaşlarda şehit verdikleri gibi Atike Nine’de dul kalmış. Dedeme ait hiç unutmadığım şeylerden biri de elinden düşmeyen Kur’ân-ı Kerim’i ve okuyup bize de naklettiği siyer kitapları ve menkıbelerdir. Bize okuduğu şiirlerini de unutmamak lazım tabii ki... Her Cumhuriyet Bayramı’nda okuduğu “ Hürriyet Şiiri”; “Bülbül” şiiri... “Bülbülü altın kafese koymuşlar, istememiş ve hürriyetle yaşayayım yaşarsam demiş” diye nakleder, sonra da şiirini cezbeli bir şekilde okurdu... Bu Mübârek insanların hayatları ne kadar duru, insanlıkları ne kadar farklıydı. Anneannem 15-16 yaşlarında, dedem ise 17-18 yaşındayken evlenmişler. Öksüz ve yetim olan anneannem ile yetim olan dedem evlendikleri andan itibaren (dedem 82, anneannemin 80 yaşında vefat edinceye kadar) muhabbetleri, birbirlerine hürmetleri, sevgileri hiç azalmamıştı. Sanki birbirlerine yoldaş, sevgili olmuşlar. Evleri bir yuva, ocak idi adeta... Sadece kendileri için değil, tüm köylü için de öyle... Bayramlarda son güne değin evleri dolup taşardı. Bir de onlarda en çok dikkatimi çeken şeyse birbirlerine olan ülfetleriydi. Dedem anneanneme zaman zaman Trakya şivesiyle benim Öri (Huri) meleğim diye seslenir, anneannemse ona olan hürmet ve muhabbetini, eğer dedem söze başlamışsa, “susun, baban konuşuyor vb.” sözlerle izhar ederdi.

Şimdi bu hayatlardan geriye neler kaldı diye tefekkür ediyorum. Vefâtlarından sonra, İstanbul’dan buraya her gelişimde evlerini ziyaret etim. Özlemle ve hüzünle o eski evlerin kendine has gizemli kokusunu solukladım. Birkaç yıl önce bir Bayramda oraya gittiğimdeyse tamamen yıkıldığını gördüm. Eskiler evleri maksimum yüzyıllık yaparlarmış. Her nesil kendine göre inşa etsin diye. Zira devirle birlikte evler de değişiyor. Camileri ve diğer eserleriyse uzun süreler yaşayacak gibi bina yaparlarmış. Lüleburgaz’da Sokullu Külliyesi ve Camii, kütüphanesi; Babaeski de Sinan Camii ve Köprüsü hala ayakta yıllara meydan okuyor MâşaAllah.

O çileli günlerden Türk basınına yansıyan hikâyeleri Dr. Nesimi Ceyhan “Balkan Savaşı Hikâyeleri” adlı, “Selis Kitaplardan” çıkan eserinde çok güzel derleyip, toplumsal hafızamızı tazelemiş Allah râzı olsun.

Buraya geldiğimizde İlk dikkatimi çekenler arasında evlerin yanı sıra buraya has şive, telaffuzu oldu. Yadırgamıştım buradaki insanların aksanlarını sanırım. Farklı gelmişti zira. Sadece bizim açımızdan değildi bu yadırgama. Oradakilerde bizim konuşmamızı yadırgıyorlardı. Hanım bunlar, hanımca konuşuyorlar diye güldüklerini hatırlıyorum. Biz de onların bazı kelimelerine gülüyorduk. Kullandıkları bazı yöresel kelimeleri anlamaya çalışıyorduk. Özellikle de dedem bizden bir alet istediği zaman o nedir dede diye sorardık. Dede ile torun daima aynı dili konuşmazdık yani. Dil deyince aklıma gelmişken nakletmek isterim ki, ÖYS de M.Ü. Tarih Öğretmenliği’ni kazandıktan sonra, ilk Osmanlıca öğrenmeye başladığımda hevesle dedeme de göstermek istedim ve: “dedeciğim bak, artık ben de Osmanlıca okuyup yazabiliyorum diyerek kitabımı getirmiştim. Ben metni kekeme okuyuşlarla sökmeye çalışayım derken, dedem paragrafın tamamını bitirivermişti bile...
Geçmiş hayatlardan, sadece bir yıkıntı mı geriye kalan.

Evlerden söz edince o zamanın evlerinin iç dizaynını ve özellikle de dedemin ev ortamını dile getirmeden geçemeyeceğim. Sene 1978-1979 yılıydı. Buraya yeni taşınmıştık ve İkinci sınıfa başlayacaktım. Onun evi her zaman adeta bir Ocak gibiydi demiştim. Öyle bir ocak ki insanların uğrak yeri olup, bacası tüten, içimizi ısıtan bir ocak... Dedemler altı kardeş olmalarına rağmen bu ev herkesi çekerdi. Sadece akrabaları değil, ahaliyi de... Huzur doluydu. Bu gün bu ev yıkılmış olsa da hala bu ocak konumunu yakın zamana kadar devam ettirdi. Dedemin evini böylesine güzelleştiren, ocak yapan şey ne idi diye düşündüğümde, sanırım onların dikmiş oldukları vahdet ve muhabbet ağacı, iman ağacı, hısım akraba ilişkilerine verdiği önem, çocuklara gösterdiği ihtimam ve dedemin sıcacık gönlü idi diyorum. Ölümünde büyük, küçük ne kadar kimse gözyaşı dökmüştü ardından. Çocuklarsa dedemi aksakallarında ve masmavi gözlerinden ve ellerine sıkıştırılan paralardan, şeker vb den de tanırlardı.

Lise yıllarımda okul dönüşü,vakit epeyce geç olduğu için, etraf karanlık olurdu. Araba beni anneannemlerin kapısının önünde bırakırdı. Zira ana caddede oturuyorlardı. Gelir gelmez hemen dedemlere uğrayıp davetlerine icabet ederdim. Anneanneme yardım etmeye çalışırdım fakat o genellikle kendi işini kimseye yaptırmayı sevmeyen titiz bir hanımdı. Onlarla bir sofrada yemek yemek de sakin huzurlu ve muhabbet doluydu.

Anneannemlerin odalarından en çok sevdiğim ikisi tanesi, ön bahçeye bakan odalardı. Bol ışık ve Güneş alırdı buralar. Anneannemin evindeki odalardan sol taraftaki ise misafir odasıydı. Orası özeldi ve sadece bayramlarda ve özel zamanlarda misafire açılırdı. Oraya genelde kimseyi sokmazdı. Evin içinde tarif mümkün olmayan güzellikte bir koku eşyalara sinmişti. Sanırım bunun nedeni dedemin hacdan getirdiği kokulardı

Kapıdan girince karşı köşede duvara çivilenmiş büyükçe bir ayna yer alıyordu. Duvarın iç tarafındaysa duvarın içinden ayrılmış, iç çamaşırı ve giysileri koymak için tasarlanmış bir bölme, dolap olarak kullanılıyordu. Duvarın tavana 25- 30cm kadar yaklaştığı hizadaysa kitaplar için, hemen hemen bir duvarı kaplayacak uzunlukta tahtadan yapılmış bir raf vardı. Zira kitap mübarekti. Ona hürmet göstermeliydi.

Çamaşır dolabı şeklinde tasarlanmış bölme ise bezden lastikli bir perdeyle örtülü dururdu. Cam kenarında ise boydan boya toprak ve kerpiçten, bugün köşe takımlarını andırır tarzda yapılmış bir sedir ve sedirin üzerinde güzel kanaviçe işlemeli beyaz yastıklar vardı. Bu yastıkların içinde pamuk değil, otlar bulunurdu. Siyah bir iç beze doldurulmuş, üzerine de işlemeli örtüler serilmiş sertçe yastıklar, bu sediri süslerdi. Sedirin tam karşısındaysa, çift kişilik bir divan bulunuyordu. İşte onların en lüks odaları burasıydı. Burası ancak Bayram v.b zamanlarda girilen, diğer zamanlarda kilitli duran yasaklı bölgeydi adeta. Anneannem bu odaya gelin olmuş, muhtemelen en özel anlarını burada yaşamıştı. Bu oda bundan dolayı bu kadar farklıydı sanırım onun gönlünde. Odaların her biri hafif dikdörtgen bir hole açılıyordu. Giriş kapısının tam karşısında ise dedemin deyimiyle abdesthane vardı. Yine odaların her birinde, bir köşede ancak bir kişinin sığabileceği tahtadan bölme ile ayrılmış banyo bulunurdu. Biz İstanbul’da oturduğumuz için bize ilginç geliyordu bu evler. Bu evin çok sevdiğim ve benim için misafir odasından çok daha çekici ve huzur verici olan ön taraftaki diğer oda idi. Burada ötekinden tek faklı olan şeyler diğer odanın simetrisi olup, sadece sedir yerine yer minderlerinin olması ve aynanın bulunmamasıydı. Diğer odaya göre daha sadeydi.

Lise yıllarımda okuldan her gelişimde bu odada otururup da dedemin okuduğu Kur’an-ı Kerim’i dinlerken çok farklı dünyalara giderdim. Bu sıcak yuva ve okunan Kur’an-ı Kerim hayallerimi süsler, Kur’an-ı Kerimin o huzur ikliminin büyüsüne kendimi kaptırırdım. “Dedeciğim ne olur bize yine menkıbeler anlatır mısın?” diye ricada bulunurduk. O da bizlere Peygamberlerin, Hz Muhammed (s.a.v. ) Efendimizin ve Ashab-ı kiramın menkıbelerini anlatırdı... Bazı akşamlar dedemin ev, adeta teyze ve dayılarımın toplanma mekânı olurdu. Dedem menkıbelerini anlatmak için can atarken, her zaman istediği ilgiyi bulamaz ve keyfi kaçeçacak gibi olurdu. Bizlerse “ne olur dede anlat! Kimser dinlemese de biz dinliyoruz. Onlar yüzünden bizi de mahrum etme,” diye yalvarırdık. Dedemin yüzündeki derin hüznün yerini mutluluk alır ve “bu kızlardan adam olacak” derdi. Umarım öyle olur. Dedemle aramızda bu şekilde özel bir bağ olduğunu düşünürdüm. Bu kadar çok torun arasında onun kalbinde birinci sıralarda yer almasak da dedem bizim gönlümüzde birinci sıralardaydı. Bu nedenlerle bazen bir parça burukluk duysak da bizi seviyor olması yetip de artıyordu bize.

Babaannemin eviyse Bulgarlardan kalma bir evdi. Bu şekilde Bulgarlardan kalan kerpiç iki katlı başka evler ve su kuyuları da mevcuttu. Şimdi dedemin evinin bulunduğu bahçede dayımların yeni evleri var. Fakat o evden ve geçmiş hayatlardan, sadece bir yıkıntı geriye kalan.

Göçüp giden sadece onlar mıydı hayatımızdan, Yoksa değerler manzumesi mi? Anlayalı haylice oldu bastığımız toprağı toprak diyerek geçme denmesindeki sırrı... Ya mezar taşları... Başları üstünde hece taşları, ne bir selam ne bir haber verirler Yunus’un dediği gibi. Ama okuyana verirler sırrını. Mezar taşlarını okumak bir kültürü okumaktır.

İşte o bayram gördüğüm o yıkıntının, tümseğin ardında göçüp giden hayatlara dair bende kalan, onların dipdiri hatırasıydı. Ölmediniz, derunumdasınız, bizlesiniz derken aşağıdaki mısralardı dökülen dilimden:

İçimizdeki çiçeklerdi sanki açanlar rengârenk,
Şimdi kayboldu mu dersiniz çevredeki pek çok renkle birlikte ahenk,
Üzülmeyin! Tohumları hala derunumuzda gizlidir,
Henüz uygun iklimi bekliyor fidemizin toprağı,
Bir gün döneceğiz vakti merhunda,Hıraya çıkışın, İniş Vakti’nde.
Bilmezdik bir zamanlar
“Ağaçların doruklarına ve Dağlara İnmek için çıkıldığını”
Dağlar adeta ulvi bir çıkış kavsi, (*)
İnmekse adeta toprak gibi ve mütevazı...
Halkla halk, hakla hak ve hemhal olma demi.
Fütüvvetmiş vesselam bunların cem’i.
Fütüvvet bir tac imiş, taçsız, nişansız,
Toprak gibi vermek hep vermek imiş...
İnsanlar her türlü pisliği atarken,
Bitirivermekmiş güzellikleri yeniden derinlilerden
Yırtıp atmakmış benlik gömleklerini...
Bir gündönümünde, sulayacağız belki yeniden fidelerimizi
Açacağız ol demde, vakti merhunda...
işitilir ol demde tek bir ses, “ Meryem! ,İsa Mesih!
İçimizdesin ey Meryem, sen bizsin sanki, biz de sen.
Lakin, İsa’nın zuhuru ne vakit, hangi dem.
Bu muamma, bir nur, Hay, Kayyum,
Bir Hu ile üfürülen rahmani soluk
Bekliyor ruhumuz bir vahdeti soluk.

(Sevda Dıraga Canbaz;www.edebistan.com da yayımlanmış, Sürgün’de İsa’ya Gebe Adlı şiirden seçilen mısralar.)
(Dağlar adeta ulvi bir çıkış kavsi derken Meratib-i Tevhide iktibas)

(*)Meratib-i Tevhide İktibas

SEVDA

1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.

Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir. 

Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.

Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)

Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.

Daha fazla görüntüle