Fuad Bey derin düşünceler içerisindeydi. Yoğun bir merak ve aşk ile hakikati arıyordu. Hem kendi hakikatini, hem de bir medeniyete kimlik kazandıran hakikatleri... Beyninde her biri balyoz gibi ağır ve cevap bulması kendince elzem olan bir sürü sorular vardı.
Yurt dışından bir “Medeniyetler Tartışması Sempozyumu’ndan yeni dönmüştü; yorgundu ve mahzundu. Dışarıdaki düşmanları, içerideki kendi medeniyetine yabancı insanları gördükçe çareler üretmeye çalışıyordu fakat, kim ne kadar dikkate alırdı sözlerini orası meçhuldü. Herkesin kendi derd-i maişetinde, kendi hülyasında, kendi rüyasında ve de kaybettiğinin yasında mağmum bir halde gezdiği bir dünyada, kaç hakikat sevdalısı vakit bulacaktı böyle şeyleri düşünmeye...
“Her medeniyet ben idrakini, kimliğini, kendisini kendi yapan özelliklerini nereden alırdı? Elbetteki kendi değerlerinden, özünden almalı değil miydi? Yoksa hep kopye olmanın ve taklidin ötesine geçemeyecekti bu kesin... Lakin bunu ne şahsına ne de toplumuna yakıştıramıyordu. Kafasına üşüşen binlerce sorudan biri dudaklarından dökülüverdi:
“Medeniyetlere ben idrakini kazandıran sâikler neler?”
Bir yandan bunları düşünürken öte yandan yorgunluktan kapanmaya yüz tutmuş göz kapaklarını güçlükle aralayıp, üzerini değiştirdi ve rutin temizliğini yapıp dişlerini fırçaladı. Sonrada ağırlaşan bedenini bembeyaz çarşaflar ve nevresimler kaplı yatağın içerisine bıraktı. Yorucu bir günün ve yorucu düşüncelerin ağırlığıyla derince bir uykuya çoktan dalmıştı bile... Vakit haylice ilerleyip de gece yarısının son üçte birlik dilimine geldiğinde bir rüya kendisini uykudan uyandırdı. Manada Tiyn suresini okuyor ve “Teheccüd Namazı” kılıyordu... Gözlerini araladı... “Hay Allah rüya imiş” dedi. Çok etkilenmişti. Derhal abdest alıp da iki rekat “Teheccüd Namazı”na niyetlendiğinde, rüyada da zikrettiği “Tiyn Suresi” dudaklarından dökülüverdi. Hem okuyor hem de düşünüyordu. Ne kadar engel olmak istese de bu ayeti kerimede geçen dört beldeyi düşünmeden edemiyordu namazda... O beldeleri ziyaret edip buralarda tek başına bir gece geçirmeyi arzu ediyordu. Böylece sanki orada neyin idrak edildiğini anlayabilecekti. Bu manevi tecrübeyi kuvvetle yaşamak arzusu duyuyordu. Bu yüzden oralara gitme arzusuna bir türlü hakim olamıyordu. Namazını sanki bu dört beldede eda ediyordu.
Oysa hakikat sinesinde gizliydi. Hıra’da aramak yersizdi. Ama belki mekanla bütünleşmek daha farklı bir etki yapabilirdi. Bir gece Mescid-i Aksa, Bir gece Tur-u Sina, bir gece Hıra ve Bir gece de Buda’nın aydınlandığı söylenen İncir ağacının altında... Aşkla, arayışla, vuslat hasretiyle, okudu sureyi.
Selam verdikten sonra kıbleye doğru oturup derin bir tefekküre daldı. Halâ “Tiyn Suresi”ni ve burada adı geçen dört beldeyi düşünüyordu. Bu beldelerin her biri de aslında topluma yön veren medeniyet çekirdeklerinin oluşturulduğu önemli mekânlardı. Kendi uruçlarını/miraçlarını gerçekleştiren bu yüce şahsiyetlerin, toplumlarını dönüştürmelerini onları aydınlatan bir Güneşe dönüşmelerini düşünüyordu. “İyi de insan buralarda neyi idrak etmeye çalışır? Neyi okurdu? Okumaktan kasıt neydi? Okurken neyle sadık kalınacaktı metne? Mutlak bir metin gerek değil miydi harflerden müteşekil... Önce gözle olurdu harfler zihnimize nakil... Bu mürekkeple oluşan şekilse akılla yorumlanıverirdi. Buradaki idrake yerleşen medluller nasıl anlaşılırdı? Sonra her bir cümle setrederken harflerin doğuşunu neye delalet ederdi tüm bunlar? Bu şekilde bu kainatı nasıl okumak gerekliydi? Ya harfler meçhulse medlul nasıl olurdu? Bu âlemin harfleri Esmâ-ül Hüsnâ... Ya esmânın hakikatini nasıl anlamalıydı? Peygamber neyi nasıl okumuştu? Ben neyi, nasıl okumalıyım?” diye düşünüyordu. Bu sorunu cevabıysa varlık sorusunda düğümleniyordu. Daha doğrusu varlık kategorileri ve yoklukta...
Hiç ve de hep olmada...”
Önce bu varlık sorusunu kendisine sordu:
“Hangi gaye için, hangi binanın tuğlası olmak için yaratıldığını” düşünüyordu. Bir de
“Hakikatte ne gibi bir fonksiyonun icrası için yaratıldığını...”
“Uygun yerde durup durmadığını” sorgulamaktan kendini alamıyordu bir türlü...
Hele de kıymet bilinmemek, hafife alınmak da cabası...
Ne zor şeymiş hakikat sancısını çekmek!..
“Hak ettiği pozisyondan yükseğini yahut aşağısını, o halin bekasını ya da zevalini istemeksizin bir teslimiyet içerisinde bulunmak gerekli” diye düşündüğü bir demdeydi...
“Bu yanlış bir kaderci anlayışa saplanıp, çalışmayı bırakmak değil midir diye fısıldadı içinde bir ses...”
“Değil elbette...” Kişi kapasitesini kullanma noktasında, cüz’i irâdesini sonuna kadar kullanmaya gayret etmeli. İradenin külden olduğunu da idrak etmeli. Beden denilen kaba varlık verdiğinin, testileri kırmak gerektiğinin hakikatıyla... Lakin istesek de istemesek de zuhuratların insanı gitmesi gerektiği mecrâya götüreceği muhakkak!” diye düşünerek bu vehmi bastırdı.
Sonra aklına bir hikâye geldi:
“Dervişin biri, bir gün hocasına: “Hocam himmet nedir?” diye sormuş.
Hocası da:
“Himmet gayrettir evladım!” demiş.
Bu sözü aklına getirince:
“Gayret et ki himmet bulasın Fuad! Sonra da vukuata teslim olasın!”,
diye kendi kendine tekrarladı.
Bu düşünce selinden sonra zihni yeniden bu dört beldede yoğunlaştı. Bu beldelerdeki ben idrâkinin toplumu nasıl dönüştürdüğünü düşünmekten, Fuad gibi bir kişinin kendisini alabilmesi ne mümkündü... Düşünceleri Buda’da yoğunlaştı. Bazı güvenilir kaynaklar onun toplumuna gönderilmiş bir Peygamber olduğunu söylüyordu.
“Buda’yı İncir ağacına ne çekmiş olabilirdi?”
“Hangi doğum sancısını duyuyordu acaba?”
“Hissedebilir miydi o mekâna gittiğinde Buda’nın derinliklerindeki varlık sancısını?”
“Toplumunda oluşmuş olan kast sistemini, adaletsizlikleri, toplumun açmazlarına çözüm arayışlarını ve varlık sancısını çeken bir adamı aynen onun gibi anlayabilir miydi?”
“Coğrafyayla/mekânla bütünleştiğinde idrak boyutunda da yaşayabilir miydi bu hali acaba?”
“Nasıl değiştirmişti acaba Kutsal İncir ağacı’nın altındaki tecrübe Buda’yı? Ya da sonrasında bulunduğu toplumu?”
Ondan bir medeniyet doğmuştu. İnsanlığı tutuşturan bir kordu
Kutsal İncir ağacının altında aydınlanışı...
Fuad Bey’in düşünceleri daha sonra Hz. Musa’da yoğunlaştı.
İsrail oğulları’nın uğradığı haksızlıklara, açmazlarına çözüm arayan ve ıssız çölde bir ışık, bir rehber, yol gösterici arayan Musa’nın Tur Dağı’ndaki ışığa yönelişi ve gönlünün derinliklerindeki kutsal aydınlıkla, Tur Dağındaki ışığın birleşmesi... Mümkün müydü hiç o Hakikat arayışı ve aşkıyla yansındı da sevdiği onu terk etsin? Suyu arayan, aşktan kurumuş bir toprak olsun da ab-ı hayatı, Mevla’sı ona yetişmesin!..
Tur-u Sina’dan ilahi levhalarla topluma döndüğünde, dönüştürdü de toplumunu...
Bu meseller boşa söylenmemişti... Zira medeniyetin ben idraki, dönüşümünün köşe taşlarından başkası değildi idrak eden, lübb ehilleri için...
Daha sonra Mekke’yi düşündü. Hz. Muhammed’i... Ve de sık sık çekildiği Hıra Dağı’nı, Muhammed’in Hıra’sını...
“Neler çekmiş, neler yaşamış, neler idrak etmişti ve neleri okumuştu?” Bir gece, Ah! Bir gece kalabilseydi Hıra’da... Ve yaşayabilseydi Hz. Muhammed’in idrâkini... Hakkı ile anlayabilseydi biricik hakikati tüm açıklığıyla... Alın akı, gönül ve göz aydınlığı ve güzel bir selâmet ile...
Sonrasında ise diğer mekânı düşündü... Bir gecesini de Mescid-i Aksâ’da geçirebilseydim ve İsrâ Mucizesi’ni idrak edebilseydim. Ayak izlerim Meryem’in dolaştığı Süleyman mabedinde, Meryem’in kutlu mihrabında, erkek merkezli toplumda bir kadının, “rical olan bir kadının”, “er” olmuş yiğit bir kadının ilm-ü ledün meyveleriyle rızıklanmasının hakikatiyle zevkyab dolaşsaydı önce... Sonra da Meryem’in doğum sancısını, vahye muhatap oluşunu derununda yaşayıp, İsa müjdenin doğumunu idrak edebilseydi...
Ve sonra...
Ve sonra da Hz. İsa’nın ayak izlerine, Hz. Muhammed’in ayak izlerine karışsaydı izleri. Burak’ın kanadında refrefin durağında, ilahi hakikatin şahikasında bunları yaşayabilecek gönle sahip olabilseydi ve yükseliş kavsini idrak edebilseydi...
İyi de nasıl olacaktı nasıl idrak edebilecekti bu biricik hakikat? Mevlâna’nın düğün dediği, “Şeb-i Aruz” dediği hakikat... Rehbersiz, bir başına gece karanlığında iken nasıl bulacaktı Hızır’ını. Merhametli Mevla’sı ne zaman gönderecekti ruhani doğumuda merhametli ebesi olan Hızır’ını... İkinci fecir ne zaman doğacak ve sabah ne zaman olacaktı. Rüyalar bitip hakikat nasıl doğacaktı. Ölü balık dirilip deryaya ne zaman gidecekti. Testiler ne vakit kırılıp, deryaya kavuşacak, nehirler ne vakit deryaya kavuşacaktı. Bu gerçekleşmezse, “bir ben vardır bende benden içeru” sırrı da, “bir medeniyetin ben idraki” de nasıl oluşurdu ki... Kendini tanımayan nasıl dönüşür dönüştürürdü. Bunun içindir ki Muhammedi Hakikati idrak, Nur-u Muhammedi’yi bulmak ve toplumumuza nice Muhammedlerin doğması gerekli değil miydi? Zatı ile bu mümkün olmasa da Muhammed’in aynasına boyanan nice Muhammedler çıkmalı değil miydi toplumuma... Hz. Musa, daha sonra da Hz İsa... Hz. Muhammed (sav)... Her biri de önce kendi derinliklerindeki benini/ hakikatini, yani kendini bilip, bulup idrak ettikten sonra, vazifesini müdrik olarak toplumlarını da dönüştürmemişler miydi? Bu dönüştürme önce en yakınlardan başlayarak bütün bir medeniyeti dönüştüren bir meşale olmamış mıydı? Bu anlamda Hz. Muhammed(s.a.v) efendimiz, Hıra’da ben dönüşümünü ve idrakini tamamlarken, kendisiyle birlikte “Oku’” emriyle kâinat kitabını ve yaradılışı; bütün oluş ve bozuluşu, sadece sebep sonuç ilişkisi ile değil, onun da ötesinde derin bir idrakle okumamış mıydı? Onun idrak ve hakikat meşalesidir ki, sadece kendini ve ailesini, yakınlarını tutuşturmakla kalmadı... Mekke’yi, Medine’yi, Arap yarımadasını, Hicaz’ı Mısır’ı, İran ve Bizans’ı, daha sonraki devirlerde Selçuklu, Osmanlı, Endülüs derken, günümüze değin bütün İslam uygarlığını tutuşturan bir medeniyet meşalesine ve hikmete dönüştü. Başka kim 23 yılda bu başarıyı yakalayabilir. Onun miracı, onun Hıra’sı, bütün kâinatı değiştiren, hâlâ da milyonlarcasını bugün ve kıyamete kadar tutuşturacak olan bir mirastı.
Hz. Musa, Hz İsa da aynen onun gibi, hem kendi toplumlarını hem de onları izleyenler tutuşturan bir medeniyet ve tasavvur inşâsına dönüşmedi mi? Bu gün medeniyet numunesi olarak gördüğümüz bir çok toplumu temelde geçmişte ve bu gün dönüştüren saiklere baktığımızda, aynı sorunların açmazlarıyla, acı çeken yüce ruhların doğumunu müşahede etmemek ne mümkün!..”
İşte bu sorular ve düşünceler içerisindeyken insanı ö züne çağıran saba makamında deruni bir ahenkle sabah ezanının sadâsı sokaklarda yankılanıyordu. Ne muazzam dâvudi bir sesti. Haydi selamete, haydi kurtuluşa, silm diyarına, felaha diye çağırırken en önemli davet mesajını vermeyi de unutmuyordu:
“Namaz uykudan hayırlıdır!”
“Uykudan uyanma vakti... İkinci fecir...”
İnsanların uykuda olup da ölünce uyanacağı günü beklemeden, sen bugün uyan, bugün diril, ölü canlardan olma. Diril, kurtuluşa er, felah bul...”
Fuad bu davete uydu. Namazını eda ederken bunun hakikatini de idrak etmeyi ve ikinci secdenin idrakini ve bununla ilgili bir hak dostunun nefeslerini hatırladı:
Namâzı Mi'râc Kılan İkinci Secdelerdir!
Nebî'ye göre namâz: Mi'râcı, müminlerin.
Namâzı Mi'râc kılan nedir? Bunu fehmedin!
Mi'râc Hak'kın Nûru’nda ifnâ-i vücûddur, bil!
Beşer de İnsân olur ve Hak indinde mukbil.
Secde, bil ki, varlığı ifnâ etmeğe denktir.
Secdenin fehâmeti kemâline mîhenktir1.
Sordun mu hiç kendine:"Secde neden ikidir?
Bir kez secde etmekle yapılan hatâ nedir?"
İlk secde, varlığının Rab'ba iâdesidir;
Ama vehminin dahi açık irâesidir2:
Sen ancak bir fakîrsin. Ne verirsin ki Rab'ba?
Vehmen varlık vermişsin, beden denilen kaba.
İlk secdenin medlûlü3 için gerekir tövbe;
Secde-i sehiv şarttır! Bu, uygundur edebe.
Vehmî varlığın vehmi böylece red olunur;
Sâcidin namâzı da "hâzâ" bir Mi'râc olur.
Ganiyy-i Muhtefî
Namazda buradaki hakikatleri idrak etmeye çalıştı. Bititdiğinde gönlünün sesini dinledi. Eli boş gönlü dolu bir yolculuk için zaruriyat miktarınca bir eşya ile hemen küçük bir valiz hazırladı... Sonra da telefonun tuşlarını aceleyle çevirdi...
Gitmeliydi...
Hem de derhal, en hızlı şekilde... Zira vakit kaybetmişti zaten. Daha fazlasını yitirmek istemiyordu. Kara yoluyla gidemezdi. En hızlısından ama yine de temkin ve teenniyle!..
“Alo! Orası havaalanı mı acaba?
Karşıdaki ses:
“-Evet efedim!”
“Bir bilet lütfen!...
“Nereye mi?
“ ...”
1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.
Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir.
Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.
Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)
Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.