Menu
NİL'DEN TUNA'YA YİTİK COĞRAFYAMIZ 5
Deneme/İnceleme/Eleştiri • NİL'DEN TUNA'YA YİTİK COĞRAFYAMIZ 5

NİL'DEN TUNA'YA YİTİK COĞRAFYAMIZ 5



“AH ŞEHİT HAMA, NAURELERİN NEYİ ÖRTER, NEYİ İFŞA EDER!”

Naureler suskun, su dolapları sessiz şimdi… Daha önce bu Naureleri görenler bana, “sen bu dertli dolapları bir de dönerken görseydin. O zaman gönlün daha bir burulurdu. Hakikaten Naurelerin hazin bir sesi var; Yunus’un şiiri boşa değil,” diyor.

Zihnimin derinliklerinden gelen ses bana Hama katliamını hatırlatırken, içimdeki diğer ses ise beni konu ile ilgili kitap ve gazeteleri karıştırmaya yöneltti. Bir gezi olarak başlayan bu yazının içerisine daldıkça coğrafyanın tarihi, sırları ve gizemi de çözülmeye başlıyor gözümde...  Gezi öncesi dikkatimden kaçan pek çok şey, gezi sonrasında yeni bir idrake kapı aralıyor.

Buraya ilk gelişimdi. Öncesinde araştırma yapıp öyle gelmek istiyordum. Ama son anda ortaya çıkan bu sürpriz yolculukta imkân bulamadım. Sonra kendi kendimi “olsun, dert etme, boş gider orada dolarsın belki” diye teselli ettim… Zira kendi gözlerimle seyretmek, bakir bir zihinle okumak daha iyi de olabilirdi. Fakat yine de tarihçi olduğumuz için tam bir bakir seyrediş de diyemezdik. Az çok okuduğumuzun, işittiğimizin bizi bu topraklara çekişi değil miydi zaten bu yolculuğun da asıl sebebi…

Sadece kendi tecrübelerimize dayanırsak o zaman gördüm ki her şey sıradanlaşacak bu coğrafyaya dair… Oysa her şey bir hikâye ile başlamıyor muydu nihayetinde…  İnsanın hikâyesi bile “Âdem’in Hikâyesi” ile başlamıyor muydu? İstesek bile kendimizden önceki bir hikâyeden bağımızı kurtarmamız mümkün mü? Bilgi ve kelimeler ipuçları olsun ama yolu yürüyen kendimiz olalım sırrınca, Âdem misali ben de kelimelerin hakikatini ve rehberliğini istedim. Bir kelimeden cümleye doğru başlayan bir yolculukta külle ulaşmalı, sonrasında ise külden cüze dönmeliydim yeniden… Öyle de oldu. Bu bakir karşılaşmanın akabinde merak ve okuyuşlar başladı… Zaten genellikle böyle oluyor hayatımda… Herhangi bir şeyi öyle pek yüzeysel geçemiyorum. İlle kafama takılan sorular cevabını bulacak... Çözümlenmemiş bir düğüm kalmayacak... Bir de bakıyorum ki konu ile ilgili araştırmalarım meyvesini vermeye başlamış… Bu konuda da öyle oldu. Bir baktım ki konu ile ilgili birçok yazı okumuşum.  Sonra bunu “Hama Katliamı” ile ilgili kitap siparişleri takip etmiş… Gazete yazılarının da izlerini sürüp, konu ile ilgili kitaplar karıştırdıktan sonra nazarımın bakir ve çıplak izlerini, kelimeler dölleyiveriyor…  Okuduklarım kendi gözlemlerimle birleştiğinde farklı bir boyuta dönüşüyor ve kendimce farklı bir idrakin de kapıları aralanıyor. Artık bu coğrafya benim için eskisinden çok daha büyük bir anlam ifade ediyor… İlmel yakıyn ile aynel yakin arası fark bu olsa gerek…

Artık görüyorum ki Hama, Naurelerin iç gıcırdatan acı aksi dolayısıyla değil, yakın tarihe ilişkin bir hüznü de bağrında taşıyor. Konuşsa eli ve dili bağlı… Ona düşen susmak… Konuşmak yasak çünkü… Sükût orucunda şimdi Hama… Hakikati söyleyemedikten ve söylenileni kulaklar işitmedikten sonra sarf edilen kelimeye yazık zira… Dilin sustuğu bu yerde kimi zaman şiirler konuşmuş ama… Tıpkı Naurelerin kimi aylar susup, kimilerinde ise usulen çalıştığı gibi…

İşte bu bağlamda Hama’nın hüznüne dair şiirler de dikkatimden kaçmadı. Nasıl ki

“ …türküler, türkülerimiz köy türküleri ana sütü gibi berrak, ana sütü kadar temiz,” demişse şair, ben de aynı duyguları şiir için de tekrar edebilirim. Zira şiirler de şuur üstü aniden gönülden kopup geliverir ve aklın ve tedbirin sınırlarını aşıp, tercüman olur… Ama neyi ne kadar öğreniriz şiirden muamma olsa da acıya, hüzne, neşeye, kısaca gönül iklimine tercümandır o. İşte Hama’nın hüznüne tercüman olmuş kelimeler… Yürek dağlamış besbelli:


“Aşık karalı mısın, candan yaralı mısın? 
Nedir sendeki bu hal, yoksa Hama’lı mısın?”

  Satır aralarında  yazılmış bir başka şiir gözüme ilişiyor:

“ Nasıl unutursun!.. Dört yan şeytan ablukası

  Yangın göğüslü kızlar ve

  Kıraç yüzlü adamlar ile kurşunlanırdık.

  Hama’daydık!..” diyor.

Görüyorsunuz ki sadece burayı hüzünlü bulan ben değilmişim şüphesiz…

Hama, Halep'in yüz elli kilometre kadar güneyinde, Antakya'ya yüz kilometre uzaklıkta, Asi ırmağının ikiye böldüğü bir kent. Nehrin dirsek yapıp gölcük oluşturduğu Geylaniye yakasındaki (Abdülkadir Geylani'ye izafeten bu ad verilmiş) Sahyuniye Bahçesi, Nuri Camii, Sultan Hamamı, Saadet Bahçesi'nin güzelliğiyle tasvir etmek gerekirse, 1982’ye kadar Ortadoğu'nun Venedik’i kabul edilen bir şehirmiş… Ta ki 14 gün süren o korkunç saldırı ve ablukaya kadar.

Suriye’nin buğday deposu olan Golan yaylasının merkezi Kuneytra şehri olduğunu öğreniyoruz. Burası ilk savaşta (1967) tüm Golan tepeleriyle birlikte İsrail’in eline geçmişti. 1973’te ise İsrail tarafından doğal güvenlik hattının belirlenmesi nedeniyle Suriye’ye geri verilmiş. İsrail geri çekilirken Kuneytra’yı da yakıp yıkmış. Bir enkaz bırakmış Suriye’ye. Şimdi Suriye’de iki enkaz kent olduğu söyleniyor, biri Kuneytra diğeri Hama. Yalnız bir farkla: “ Hama Suriye topçusunun ateşiyle yakılıp yıkılmıştı. Kuneytra ise Yahudiler’in…”

Hz. Ömer (r.a.)’in hilafeti döneminde buranın fethine görevlendirilen Ebu Ubeyde bin Cerrah komutasındaki ordular tarafından fethedilen Hama, Halep’le Humus arasında Asi nehri vadisinde, nehrin iki yakasına yerleşmiş bir şehir... Hama`nın tarihi, bazı kaynaklara göre M.Ö. 5000 yıllarına dayanır. Bazı kaynaklarda ise şehrin M. Ö. 2150 yılında kurulduğu kayıtlıdır. Şehrin Asi Nehri üzerindeki su dolaplarından ötürü Medinetün-Nevair (Su dolabı şehri), Ebu el Fida`dan dolayı da `Fida`nın Kenti` anlamında Medinetül Fida diye de anıldığını görüyoruz. 

Hama’nın kelime anlamını araştırırken ise, bazı kaynaklarda `kale` anlamına rastlarken,  bazılarında ise “sıcak” anlamına geldiği bilgisiyle karşılaştım. Gerçekten de burasının hem iklim olarak hem de taşıdığı manevi hava itibariyle sıcak bir şehir olduğu da bir vakıa... İşte bu sıcak şehirle ilgili 1982′de Hafız Esed rejiminin yürekleri parçalayan yürek kavurucu haberleri… Bunları olaydan yıllar sonra karıştırdığım gazetelerden, kitaplardan öğreniyorum:

Suriye yetkilileri kontrol bariyerleri kurarak, uzun yıllar Hama’yı yabancı ve yerli gazetecilerin görmesini istemeyip, engel olmuşlar. Hama’da bir insanlık suçu dünyanın gözlerinden gizlenmek istenmiş. Kuneytra ise İsrail saldırganlığının bir anıtı gibi muhafaza edilip, özellikle basına açılmış ve görülmesi teşvik edilmiş, ediliyor…

Nasıl ki her milletin dokunulmazları varsa, Hama’da Suriye’nin adeta mayınlı tarlası… Türkiye 12 Eylül kâbusunu yaşadığı 1982’de Hama halkı kendi yönetimince büyük bir katliama uğramış.  Fakat bu olaylar o gün sansür dolayısıyla Suriye gazetelerinde yer almamış. Hatta uzunca bir süre yabancı basının ve gazetecilerin Hama’ya girmesi de yasaklanmış.

Hama’daki olaylara ilişkin Esad rejiminin bakış açısına göre bu bir halk isyanı değil, Müslüman kardeşler örgütünün direnişiydi.  Fakat çoğunluk Hama’da rejimin insanlık dışı uygulamalarına karşı gösterilen tepkidir, örgütsel bir isyan değil halk isyanıdır şeklinde kabul ediyordu. Zira bölgedeki Hıristiyanların bile bu mücadelede halka destek verdiği görülüyordu.

İşte 2 Şubat 1982 gününden günümüze, Türk basına yansıyan haber ve haber başlıklarından bazıları: 

“ Suriye enformasyon Bakanlığı’nın On Altı katlı binası havaya uçuruldu. Hama halkı direniyor.” 

“300 kişi sorgusuz sualsiz kurşuna dizildi. Hama’da Hafız Esad askerleri yağmaya başladı.

Sürgün’deki Suriyeli Gazetecinin İddiası: “ Suriye’deki terörü Hafız Esad’ın kardeşi yönetiyor.” 

“Halep Valisi’nin öldürüldüğü bildiriliyor. Suriye’deki çatışmalarda en az 500 kişi öldü.

Suriye’de çarpışmalar sürüyor. Hama kenti alevler içinde.”

“ Yapılan tespitlere göre bombardımanlarda 38 cami ve İslami merkez yok edildi, 19 cami hasar gördü. Hama kiliselerindeki tarihi ikonaların bombardımanlarla yok edilmesini kimse engelleyemedi. Arkeolojik eser olarak kabul edilen ünlü El-Cedide Kilisesi harabeye çevrildi. Bombalamalardan birçok tarihi eser de hasar gördü.”

“Bülent Erendaç Beyrut’tan bildiriyor: “ Hama’da yüzlerce ev ve 5 cami içindekilerle havaya uçuruldu.

Harabe haline dönen Hama’da elektrik ve su yok.,. Sağlık hizmetleri ise felce uğradı. Müslüman kardeşlerin eline geçirdikleri çok sayıda silah ve cephane ile şehrin altındaki dehlizlerden kaçtıkları, Esad kuvvetlerine karşı gerilla savaşına hazırlandıkları bildiriliyor.” 

“Suriye’de iç harp şiddetleniyor.” 

“Hama caddeleri cesedden geçilmiyor. Suriye kaynıyor. Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat Esad komutasındaki birlikler Hama’yı gece gündüz top ateşi altında tutuyor.”

Katliamdan üç hafta sonra Türk gazetecilerinden Cengiz Çandar olay mahalline ulaşmış. Aşağıda 21 Mart 1982 günü sütununda neşredilen izlenimlerinden kısa bir bölüm dikkatimi çekiyor:

“... Şehrin merkezinde 8- 10 katlı binalar enkaz yığınları halindeydi. Yanmış çatılar, çökmüş damlar, beton yığınları halinde sarkan balkonlar.

Bombardımanla yıkılmış camiler ve minareler...  Yerlerde yatan elektrik direkleri, yıkılmış palmiye ağaçları... Patlamış su borularının çamur deryası ve bataklık haline getirdiği sokaklar...”

Bir başka haberde:

“Rejimin bu isyanı bastırması üç haftadan fazla sürdü. 24 Şubat’ta kendisiyle röportaj yapan bir gazeteci;” Esed, şehirde hayatın normale döndüğünü söylediği halde yollar hala kapalı tutuluyordu. Hükümet kuvvetlerinin Hama’yı kontrol altına almaları haftalarca sürdü. En acımasız katliamların yapıldığı bu harekâtta tanklarıyla dar sokaklara giremeyen askeri kuvvetler uzun menzilli bombardıman topları ve tankları kullandılar, helikopterlerle bomba yağdırdılar, şehrin hedef alınan kesimini buldozerlerle yerle bir ettiler,” diyordu.

Ayrıca Dünya Tarihi içinde Hama olaylarının, sıradan, bir kaç cümleyle geçilecek felaketlerden olmadığı yazılmış. 2 Şubat 1982’den 28 Şubat sabahına kadar tam 26 gün  çok kanlı sıcak savaşın sürdüğü, bu savaşın halk ile gayri milli ordunun kıyasıya iki düşman kuvvet halinde muharebesi olduğu belirtilmiş.

Bazı Batılı gazeteciler katliam sonrası Hama şehrini “İkinci Dünya Savaşı sonrasında enkaz yığını haline gelen Varşova’ya” benzetmişler. Bazı sosyologlar ise Hama katliamını İslâm tarihi içinde İkinci Kerbela olayı olarak değerlendirmişler.

Hama katliamından sonra 800.000 kadar Suriyeli ülkeyi terk etmiş.  20. yüzyılın en büyük katliamlarından olan Hama katliamı yabancı basında geniş yer bulmuş.  Mayıs 1982 tarihinde bir Fransız dergisinde çıkan yazıda Hama katliamındaki kayıpların İsrail’le yapılan Ekim savaşından daha fazla olduğu ifade edilirken,  1982 Mart’ında The Economist dergisinde yayınlanan makalede ise Hama katliamıyla ilgili şunlar belirtilmiş:

“Başkent Şam’a 120 mil uzaklıkta bulunan Hama şehrinde neler yaşandığı belki de hiçbir zaman bilinmeyecek. Üç hafta boyunca tank ve toplarla kuşatılan Hama şehrine hükümet tarafından gazetecilerin girişine izin verilmesi bile aylar aldı. Şehrin tarihi bölgesi buldozerlerle tamamen temizlenmişti. Müslüman Kardeşler’e göre kayıplar ordununkiyle birlikte 30.000’den fazla.  Diğer tahminlere göre ölü sayısı 9.000; Fakat bu düşük tahminler; hastanelerden alınan rakamlara göre verildiğinden, hastanelere ulaşmadan gömülenlerin sayısı eklenmemiştir. Bombardımanlar kilise ve cami ayırt etmeden yapılmıştı. Şehirde asırlardır Sünni çoğunlukla dostça geçinen çeşitli mezheplere bağlı 8.000 Hıristiyan yaşamaktaydı.” Olaylar esnasında kendini kamufle ederek Hama şehrine girebilen Arap olmayan Fransız Liberation gazetesi muhabiri Charles Bobit’in 1 Mart 1982’de yayınlanan haberinde olayların tanığı olarak şehre girdiği gün her şey hükümet tarafından inşaat halinde olsa da bombardımandan hasar görmüş eski evlerin hala görülebildiğini, karşılaştığı Hamalı bir kadının, kocasının günlerdir kafası kopmuş cesedini evinde saklamak zorunda kaldığını, birçok Hamalının da aynı şekilde yaralı yakınlarını evlerinde tuttuklarını, ezan okunduğu an minareler hedef alındığı için şehirde bulunduğu günler boyunca ezan sesi duymadığını aktardı.”

Kimi kaynaklara göre ayaklanmada 5 bin kişi ölmüş. Kimine göre ise 25 bin Müslüman öldürülmüş. Şehrin yarısı yıkılmış. 70 bin insan evsiz kalmış. Eski şehirden geriye birkaç sokak ve birkaç konak kaldığı söyleniyor. Şimdi ise Şam Palas oteli bu yıkıntıların bulunduğu yere dikilmiş. Eski Hama ise eskiden burada iki katlı evleri gösteren fotoğraflarda kalmış. Bombardıman esnasında en çok hasar gören yer bu otelin bulunduğu yer olmuş. Sonra temizlenerek bu turistik otel kurulmuş. Bu olaylar olurken ise maalesef her zaman Orta Doğu’da olan olaylarda olduğu gibi dünyanın gözleri kör, kulakları sağır kalmış… İnsani yardım kuruluşlarınınsa sesi kısılmak bir yana adeta dilleri lal olmuş.

Dikkatimi çeken bir başka başlık ise:

“Hama'da 20 bin kişi katledildi, diyor ve devam ediyor:

2 Şubat 1982'de Esad yönetimi Hama kentinde katliama girişti. 14 gün sonra 20 bin ölü, 20 bin yaralı, bir o kadar mülteci vardı. Türkiye'ye sığınanlar 12 Eylül yönetimince Suriye'ye iade edildi. ( Avni Özgürel- Radikal)”

Bir başka haberde ise şunlar anlatılmış: “ Hafız Esad yönetiminde 1970’ler ve 1980’lerin başında muhalif grupları, özellikle Müslüman Kardeşleri ortadan kaldırmak için planlanan kanlı eylemlerin en şiddetlisi 2 Şubat 1982’de başladı. Başta Hama olmak üzere Suriye’nin kuzey kesimindeki bütün şehirleri tamamıyla temizlemesi istenen Rıfat Esad’a 12.000 asker verildi ve özellikle muhalif unsurlarla bağlantısı bulunan 100 ailenin bütün fertlerini içine alan 5.000 kişiyi öldürme yetkisi verildi. Rıfat Esad, halkın evlerinden işe başladı. Baskı giderek artırılarak bütün evler içindekilerle birlikte yakılıp yıkıldı, hatta çocuklar anne ve babalarının gözleri önünde öldürüldü. Uluslararası Af Örgütü’nün raporuna göre:

“Dar sokaklardan tankların ve askeri birliklerin geçişini kolaylaştırmak için, şehrin eski sokakları, tıpkı çatışmanın ilk beş gününde tanklar tarafından evlerin ezildiği el-Hader sokakları gibi, havadan bombalandı. Günlerce süren ağır bombardımanın ardından 15 Şubat’ta Savunma Bakanı Mustafa Talas isyanın bastırıldığını söylemesine rağmen şehir hala kuşatma altındaydı. İleriki iki hafta boyunca yoğun tutuklamalar sürdürülürken askeri kuvvetlerin halka karşı kötü muamele ettiği ve masum şehir halkına yönelik toplu katliamlar yapıldığı bildiriliyordu. Tam olarak ne olduğunu bilmek kolay olmasa da Uluslararası Af Örgütü şehrin dışındaki hastaneden 19 Şubat günü 70 kişinin toplu olarak katledildiğine ve aynı gün Muhafız Tugayı’nın El-Hader bölgesinde ikamet eden bütün herkesi infaz ettiğine dair haberler geliyordu. Bildirilenlere göre şüphelilerin bulunduğu düşünülen binalarda yaşayanları öldürmek için siyanür kullanıldı. Ayrıca askeri havalimanında, şehir stadyumunda ve askeri kamplarda insanlar toplanarak günlerce açıkta ve yiyeceksiz tutuldular.”

Bu zulüm karşısında bazı Hamalılar, Tükiye’ye mülteci olarak sığınmışlar fakat o dönemki hükümet devletlerarası müzakereler sonucu bu mültecileri iade edince bazıları sınır kapısında teslim sırasında “Bizi Esad’a vermeyin” diye bağıran mültecilerin bir kısmı, kaçma girişiminde bulunarak intihar etmişler. Teslim edilenlerse maalesef kurşuna dizilmiş.

Kamuoyundan gelen yoğun baskılar sonucu,  22 yıl aradan sonra Birleşmiş Milletler nezdinde Hama’daki kitlesel katliamı soruşturmak için ilk defa bağımsız bir komisyon kurulması için bir girişim başlatılmış. Bakalım bu olayların sonucu ne olacak. Sanırım en iyi karar mercii vicdanlarımız olacaktır. Umarım bu tür acı olaylara şehirler bir daha hiç şahit olmaz.

Görüldüğü üzere bu yazılanlar hiç de iç açıcı olaylar değil. Bu fırtınadan sonra biz gittiğimizde Suriye oldukça essizdi. Hatta Hafız Esed’den sonra büyük oğlu muamma bir trafik kazasında vefat ettiği için küçük oğlu Başer Esad işbaşına gelmiş. Halk o kadar çok seviyor ki Başer Esad’ı… O kötü günlerden sonra Suriye’nin yüzünü güldüren bir lider olmuş ve Suriye onunla birlikte yeni bir sürece girmiş. O baskıcı dönemin sonrasında eskisine göre oldukça demokratik bir düzenin var olduğu görünüyor. Tur rehberimiz her şey konuşmak serbest diyordu; sadece Baaz Partisi dışında… 

Aradan bir süre geçti. Hama’da Asi nehri kıyısındaki Kubbeli evler yıkılıp, onların yerini şimdi çiçeklerle donatılmış çay bahçeleri almış. Şimdi buradaki halkın korkusunun gizli servis elemanlarından olduğunu Sarı Otobüs adlı kitapta, yazarın anlattığı bir anıda okumuştum… Öyle ki bu yüzden Hama’da halk artık en yakınına bile güvenemiyor. Yakın tarihte yaşanan acı hala taze. Bir ihbar mekanizması gizli ve derinden bir ahtapot misali ağlarını örmüş. Kubbeli evlerin yerini şimdi apartmanların aldığı şu günlerde Hama’da görünüşe göre huzur ve barışın yanı sıra, bolca da sükûn var… Evet, oldukça suskun bir şehir…

Naureler ise bazı aylar sessiz hüzün deminde yasını tutar şahit olduklarının… Bazı aylarda ise turistlere geçmişten bir nostalji yaşatıp, şehrin kara talihini setreden bir imaja bürünürken, yakın tarihteki bu kara vizyonunu silmek istercesine Naurelerle şehir daha bir ön plana çıkar… “Ey Naureler, bu ne hal; siz de mi Melami meşrepsiniz yoksa?” diyesi geliyor insanın… 

Not: Konu ile ilgili Gazete yazılarının fotoğraflarını görmek için www.edebistan.com sitemizin “ Göz Kirası” Bölümü’ne bakabilirsiniz.

SEVDA

1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.

Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir. 

Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.

Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)

Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.

Daha fazla görüntüle