İstanbul’un Fethi’nin 555. yıldönümünü kutladığımız bu günde İstanbul’un Fethine alışılmışın dışında bir perspektiften bakabilelim istiyorum. Zira Fetih bir kapı açmaktır. FTH kökünden gelir. Fetih ise açan, başlatan anlamlarını içerdiğini düşünecek olursak “İstanbul’un Fethi” bir kapı açmıştır. Zira İstanbul sıradan bir şehir değildir. Tüm Dünya Hristyanlarının dini açıdan Vatikan’dan sonra önemli ikinci merkezi... Batı âlemi için dini bir şehir... Tüm Dünya Ortodokslarının ruhani merkezi... Bu anlamda, Fatih Hristiyan Batı Medeniyeti’nin önemli merkezini ele geçirerek bir kapı aralamıştır.
Neye bir kapı açılmıştır diye sorulacak olursa, elbette ki Türk- İslam kültürünün Diyar-ı Rum’a girişine... Zira şehir alınır alınmaz, her fetih sonrası alışılageldiği üzere şehre Türk-İslam silueti kazandırmaya çalışmıştır?
Peygamberimiz nasıl ki Medine’ye Hicretten sonra ilk olarak şehrin adını Yesrib’den, Medeni insanların yaşadığı şehir anlamına gelen Medine’ye dönüştürmüşse, Fatih de buradan mülhem şehrin adını Konstantinople’dan İstanbul’a dönüştürerek etimolojik manada şehrin adında bir dil devrimi yapmış ve Ortodoksların bol olduğu bu şehre İslambol adını vermiştir. Bir süre sonra da isim İslambol’dan İstanbol’a ve nihayetindeyse günümüzdeki söylemiyle İstanbul’a dönüşmüştür. İstanbul’un fetihten sonra başka isimleri de olmuştur halk arasında: “Dersaadet...”, “Der-i Aliye”, “Asitane” gibi isimler de verilmiş... Elbette ki Sadece değişen şehrin ismi olmamıştır. “Azîz AllÄh” seslerinin her ezânda hâkimdir olduğu; ben değil biz olmanın, dirsek temasını aksettiren camilerin insanı aşkın boyuta taşıyan latif bir iklimi ise, daha önceleri şehrin semalarında çınlayan Çan sesinin yerini almıştır.
Fetih sonrası Osmanlı o bölgelerde kendi kültürümüze ait yatırımlarını inşa etmekte gecikmemiştir. İlk yapılan yapıların karakteristiğine bakacak olursak ilk sırayı hamam ve çeşme alır. Ondan sonra, sonra cami ve medreseler gelmiştir. Her Medeniyetin bir ben idraki, kimlik kodları vardır. Aslında bu kavrama biz daha kapsamlı ve güzel bir isim vermişiz ve adına “medeniyet” demişiz, “kültür” demişiz. Ecdadımız her gittiği beldeye kendi kimliğimizin mührünü vurmuş. Zira hemen her yerde Medeniyetimizin bir taşıyıcısı olarak yaptırdığı; zahiri ve batini temizlenme ve abudestin sembolü olan bir çeşme ve hamama, ilmin çevresinde şekillenmiş şehir vizyonunu simgeleyen bir mescide rastlamamak ne mümkün!.. Saflaşma, süzülüş, temizleniş, özü buluş gibi... Arınmanın ve ilmin sembolü olan çeşme ile başlayan bu zahiri temizliğe, bu saflaşmaya, bu öze dönüşe mescitlerde devam ediyoruz. Zira ecdad her mescidin hemen yanı başında ilim öğrenilen derslikleri yapmış. Her cami aynı zamanda bir ilim ve irfan yuvası olmuş zamanında... İlmin etrafında gelişmişliğin nişanesi gibi, ilmin etrafında kurulmuş şehirler.
Cami çıkışı, namazdan çıkan mü’minlerin hemen uğrayabilecekleri arastalar ise adeta şehircilik açısından da ayrı bir inkılaba örnek teşkil ederken nasıl ki Batı inancı çevresinde bir şehircilik sergilemişse, Osmanlı’da medeniyetlerini Kur’ân ve ilim çevresinde şekillendirmişlerdi. Ecdâdımız gittikleri her yerde nice hayr kurumları yapıp bizlere yadigâr ve vediâ bırakmışlar.
Hayatları tek dünya üzerine kurulmamış bir medeniyetin taşıyıcısı, gönüllerinde yanan kutsal ateşin nuru, her sokağında bir câmi, bir türbe, bir zâviyenin insânı cezbeden buğusudur hala semamızı kaplayan... Bir beldenin değeri sâdece o kentin doğal ve coğrafi konumundan gelmez. Asıl şehre hayat veren orada yaşayan insanların o şehre kattıkları kültür, yani sosyal dokudur. İşte en çok da bu havayı seviyoruz ve mâzinin daha güzel olduğunu idrâk ettikçe o güzel insanları ve beldelerini arıyoruz, hatırlıyoruz. Yüce mirasları hamil bu beldeyi hatırlarken hangisinden başlamalı bilmem ki... Yine Üsküdar diyeceğim sanırım. Zira, İhtişamı zarafet ile buluşturan, yüksek bir medeniyetin merkezi koca şehir İstanbul ve sarayın mührünü taşıyan Aziz Üsküdar!
Üsküdar deyince adı artık bu mübarek belde ile özdeşleşen yaşayan son üç kadim Üsküdarlı’dan biri olan Ahmed Yüksel Özemre Hoca’nın son kitabı “ Hasretini Çektiğim Üsküdar” da anlattığı Miskinler Tekkesi’nde “fukarâ taşı”nı, “sadaka taşı”nı, Müslüman Türk’ü farklı kılan, ona üstün hasletler kazandıran mertliğini, civanmertliğini, cömertliğini, iyilikseverliğini hatırlatmalı. Yoksa Ebrunun, Hat’tın, gül’ün ve gülcülüğün tarihî, kutsal mekânı mı demeli, yahut satılmasıyla yüreğimi cızz ettiren canım Attar Dükkanını mı hatırlamalı? Zira hangi özelliğini anlatsak mürekkepler yetmez. Çünkü Attar dükkanı değil de adeta koca bir devrin, bir kültürel dokusunu ilmik ilmik nakşeden görünmeyen bir üniversitenin üzerine adeta bir kepenk kapatılmış diye düşünsek de, Attar dükkanı müdavimleri ve onlardan feyz alanların gönlünde daim yaşayacağını düşünerek teselli buluyoruz. Umarım onları sevenlerinin de gönüllerinde yeşerir ve Attar dükkanının mirası yeniden şem’a/kandil olup tutuşturur cihanı.
Hatırlamak ama neden? Elbette ki Ecdadın mirasını taşıyabilecek kaplar olabilmek için... Zarafette, sahavette, ilimde, sanatta, toplum yaşamında kısaca her alanda ayna olsun diye hatırlatmalı. Zira kaybettiklerimizi unuttuk. Aslında hafızamızı yitirdik desek daha doğru. Hafızanın sırrı bu değil mi zaten... Unuttuklarımızı hatırlamak... Yitirdiklerimize kavuşmak, kırılma noktalarını onarmak, eksiklerimizi görmek ama reddetmemek... Bu gayelerle toplumsal hafızamızı yeniden kazanalım, uyuyan devi uyandıralım, yıkık, viran, döküntü gibi görünen hazinede neler saklı keşfedelim istiyoruz.
Hani meşhur bir söz vardır ya “Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu ve İstanbul’da yazıldı” diye... Bu söze vesile de çoğunlukla Üsküdar olsa gerektir. Zira “Cami” etrafında “Kur’an” etrafında şekillenmiş bir Medeniyetin Kur’an’a hizmetine mazhar olmuş İstanbul beldesi ve tilavetiyle “Üsküdar ağzı” olarak nam salmış Mübarek Üsküdar beldesi. Yine dünyaca ünlü nice sanat ustaları bu beldeden zuhur etmiş ve ömürlerini Kur’ana hizmet eksininde yan bir hizmet olarak şekillenen hat sanatı, ebru sanatı cilt sanatı şeklinde zuhur etmiştir.
Dünyanın hiçbir medeniyetinde bir milletin alfabesinin sanata dönüşmesi pek vâki değildir. Hattâ buna Japon ve Çin alfabesi de dahildir. Şimdi batıda bizim medeniyetimizden mülhem bir takım kaligrafi denilen çalışmalar ortaya çıkmaya başlamışsa da bunu böylesine bir sanata dönüştüren de ecdadımızdır. Yine sanatlarını nesflerine değil de Allah’a rücu ettirerek mahviyet içerisinde icrâ eden ve boy abesti aldıktan sonra teknesinin başına oturan ebru ustaları, “Yâ Rabbi, senin sıfatlarına rücu ediyorum, suyun üzerine renkleri açarken beni koru, yoksa ben kendimi hâlik sanırım,” diye dua ederlermiş. Böylesine sanatlarında yedi tula sahibi olmuş nice ebru ustaları ve dahi hattatların da Üsküdar Beldesi’nden çıkması da mânidardır. Meselâ, merhum “Mustafa Düzgünman’ın” ebruları dünyaca ün kazanmıştır. Yine halen Hikmet Barutçugil’in ebruları kendi alanında bir tarz oluşturmuştur. Dünyada tanınmış ve Ebruları dünyada uluslararası sergilerde rağbet görmektedir. Tıpkı Necmeddin Okyay’ın ebruları gibi... Bu örnekleri çoğaltmak mümkün...
Kısacası Kur’ân-ı Kerim’i baş kitap olmak üzere kitapları baş tâcı, hayat pusulası, rehber olarak görmüş hâyrlı bir milletin evlâtları, O’nu en güzel şekilde yazmak çabasıyla “Hat san’atını, süslemek için, Tezhibi, Hattın zemini için “Ebru’yu”, ciltlemek için “ciltçiliği”, korumak ve hürmet etmek için Kuran Mahfazalarını, rahlelerini ve mahfazalardaki sedef kakmaları ortaya koymuşlardır. Böylece medeniyetlerini Kur’ân, Kitap ve ilim çevresinde şekillendirmişlerdi. “Ya şimdikiler?” diye bir soru gelebilir aklınıza... Şimdi şehirler neyin çevresinde kurulup şekilleniyor? İşte ferih ilmin etrafında şekillenmiş bir Medeniyete kapı aralamıştır.
Selatin camlerii ve imaretleri, köşkleri ve konaklarıyla saray/payitaht bu beldeye mührünü vurmuş. Buraya gelen saray erkanı sarayın kültürünü de beldeye ziyadesiyle taşımış görünüyor.
Hasretini Çektiğim Üsküdar Adlı kirapta ve eski İstanbul’u anlatan diğer kitaplarda okuduğumuz o eski günleri, O günün insanlarını,, kemal sahibi dostları arıyoruz. O kamil insanların şehri, Üsküdar’a has kokuları, sesleri, insanları, zerâfeti, tavırları yok artık.“İlkbaharda ve yazın Üsküdar sokaklarında akasyalar, erguvanlar, mimozalar, ıhlamurlar, aylandızlar açar; bahçelerin duvarlarından sokaklara asmalar ve mor salkımlar sarkardı diye tasvir ettiği, Hemen hemen her evin bahçesinde özenle yetiştirilen gül, yabangülü, ortanca karanfil, papatya, filbahri, hanımeli, begonya, boru çiçeği, akşamsefası, şebboy, sardunya, aslanağzı, fesleğen ve hercaî menekşe bulunurdu diye naklettiği Baharda konakların bahçelerinden yükselen şebboy kokuları, pencerelerin önündeki karanfillerin ve sadunyaların kokularıyla cümbüş ederdi dediği, Toygartepesi’ndeki Necmeddin Okyay Hoca’nın ve Doğancılar Sümbülzâde Sokağı’nda Şekerci Güzel Hasan Alptekin’in evlerinin civârından geçenler, bu zevâtın gülistanlarından yükselen gül kokularıyla mest olurlardı”; diye naklettiği sokaklarda iz sürsek de yok artık hiçbiri. Buna rağmen hüzünle birlikte ümidi de taşıyoruz...
Fetih bir kapı açmaktır demiştim. Evet Fatih, “İstanbul’un fethi” ile bir kapı açtı bizlere, anahtarına sahip çıkarsak kapıyı kapatmazsak daima açık kalacak bir kapı... Bugün anlattığımız tadları bulamasak da bir yakınlık dilini bulmak, bir yabancılaşmanın daha önüne geçebilmek ve dudaklarımızı bal-u şeker ile tatlandırmak dileğiyle hoşça kalın, hoşça bakın zatınıza efendim!
29 Mayıs 2008
1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.
Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir.
Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.
Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)
Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.