Menu
Physis'in intikamı ve tekhne'nin elimizden çıkışı
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Physis'in intikamı ve tekhne'nin elimizden çıkışı

Physis'in intikamı ve tekhne'nin elimizden çıkışı

Her yerde özgürlükten yoksun ve tekniğe bağlanmış haldeyiz; onu tutkuyla olumlayalım veya olumsuzlayalım. Tekniği nötr bir şey [salt bir araç] olarak gördüğümüzde, mümkün olan en kötü tarzda tekniğe teslim oluruz; çünkü bugün özellikle pek rağbet gören bu tasarım, bizi tekniğin özü karşısında büsbütün körleştirir.

Heidegger

Tekniğe Yönelik Soru’da (Afa, çev. D. Özlem, 1997) Heidegger (1881-1976)

poiesis’iniki temel tarzından söz eder,  poiesis’in yani ortaya-çıkma’nın ya da üretim’in… Bunlardan ilki ‘doğal üretim’ anlamında physis’tir, tomurcuğun çiçek açması ya da bir volkanın patlaması gibi; diğeri ‘yapay üretim’ anlamında tekhne’dir. Kendi kendinden itibaren yani içsel bir hareketle ortaya-çıkan doğal üretime mukabil sun’i üretim olarak tekhne dış bir müdahaleyle yani insanın dahliyle ortaya-çıkar. Sun’i ya da doğal-olmayan poiesis’i ifade eden tekhne'nin de keza iki temel tarzı söz konusudur: sanayi devrimiyle bir üst aşamaya geçen sınaat (örneğin marangozluk) ile Heidegger’in «hakikatin hüküm sürmesini sağlayan ve güvencede tutan» bir tür «sofuluk» (Frömmigkeit) olarak nitelediği ve teknolojik nihilizme çare olarak sunduğu sanat (öncelikle de şiir).

Sanatın «yalnızca tekhne olarak adlandırıldığı» çağlar geride kaldı bugün. Görünen o ki, kökensel anlam ve işlevini kaybettiğinden, sanatın kendisi de artık elimizden çıkmış vaziyette, zira biz post/modernler çoktandır tekhne’nin anlamını teknolojiye ve sanatın anlamını da estetiğe daraltmış vaziyetteyiz. Hem hakikat (˂ a-letheia: gizini-açma) dedikleri eni konu bir kurmaca, bir kuruntu bizim için: «Gizini-açacak» bir hakikat yok ortada, giz çoktan buharlaştı çünkü ‘izlediğimiz yolun’ açıklığında.

«Dünya Tasarımları Çağı»nda Heidegger Yeniçağ’la birlikte  «tanrıların yittiğini» ve bu surette insanın özne’ye (sub-jectum : ‘altta-yatan’, temel, asıl) dönüştüğünü yani bütün varolanların «bağlantı noktası» ya da merkezi haline geldiği ifade eder. Hümanizm hükümferma olmuş ve insan Tanrı’dan boşalan yeri almıştır artık. İnsanın özne haline gelmesiyle birlikte doğa da «karşıda-duran» bir şey, bir nesne (ob-jectum) haline gelmiştir. Evet, bu surette doğa  insanın bilmesine, tasarrufuna ve müdahalesine müsait ve amade bir nesne’ye, eş deyişle bir  tasarım’a (Bild) dönüşmüştür. Yeniçağ’la birlikte ‘izlenen yol’ (methodos) haline gelen bilim, bilme’yi ‘saymaya, hesaplamaya ve ölçmeye’ indirgeyen tarzıyla ve esasta hümanist bir metafiziğe dayanmasıyla İlkçağ’ın bilme tarzı olan episteme’den, keza Ortaçağ’ın bilme tarzı olan doctrina’dan ayrılır. Modern tekniğin maddi ve ideolojik çerçevesini Yeniçağ’ın doğa bilimlerinde zirveye ulaşan sağın bilim anlayışı belirlemiştir başlangıçta, ne var ki teknokratik bir yapının peyden pey hakimiyetini tesis etmesiyle birlikte bilim, mümkün kıldığı tekniğe tâbi hale gelmiş ve varlık sebebini tekniğin  hizmetinde bulunmaktan alır olmuştur. Bugün tekno-loji veya tekno-bilim derken bu iki veçhenin bütünleştiği bir ve aynı süreçten söz ediyoruz.

Demek ki, Heidegger’in bilhassa işaret ettiği üzere, modern teknoloji klasik anlamda teknikten esasta farklılaşır. Modern çağla birlikte teknoloji doğaya (physis) öykünme veya onu tamamlama gibi masum eğilimlerin ötesine geçmiş ve doğayı itip kakarak onun yerini almaya kalkışmak suretiyle adeta «ikinci bir doğa» hüviyetine bürünmüştür. Teknolojiye eleştirel yaklaşımıyla dikkat çeken Jacques Ellul (1912-1994) modern çağda tekniğin  «başlıca ya da belirleyici faktör olmakla yetinmediği, ama Sistem haline geldiği» tespitinden hareketle bugün artık «tekniğin insanın hizmetinde değil de insanın tekniğin hizmetinde olduğunu» ifade eder (Le Système Technicien, Le cherche midi, 2004). Ellul’e göre Sistem’in başlıca özelliği onun otonomisidir. Bu otonomi uyarınca Sistem kendi temelini yine kendinde bulur, meşruiyetini ise gösterdiği performanstan alır. Bu durumda insan Sistem’i kendine değil de kendini Sistem’e uyarlamak zorunda kalmaktadır ki bedeli ağır bir zorunluluktur bu. Heidegger ise, kendi cenahından, modern teknolojinin ‘çağımızın kaderi’ haline gelişine işaretle teknolojik mantığın içerdiği tehlikeye, tehlikeli nihilizme dikkat çekmiştir.

Heidegger’e göre modern tekniğin özü çerçeveleme’de (Ge-stell) yatar ki tehlikeli olan tam da budur; buna göre modern teknik doğayı onda saklı-olanı açığa-çıkarmak üzere «provoke eder», ona «meydan okur» ve onda olanı söküp almak üzere ona «saldırır». Bu surette doğa ne ise o olmaktan çıkıp bir el-altında-duran (Bestand) haline getirilir ve kullanıma, işletime amâde hale sokulur : Orman, ‘orman olarak orman’ değil de bir kereste deposudur artık, dağ ‘dağ olarak dağ’ değil de bir maden yatağıdır. Evet, varlıkla ya da physis’le içsel bir bağ içerisinde varolagelmiş bir varolan (orman veya dağ) çerçeveleyici ve düzenleyici teknik süreçlerde kullanıma amâde bir el-altında-duran’a dönüşür. Ne var ki burada asıl tehlike çerçeveleyici ve düzenleyici mantık-ve-işlem’in doğayla sınırlı kalmayıp bizzat insanı, insanın doğasını da hedeflemesi ve sonuçta insanın kendisinin de giderek bir el-altında-duran’a dönüşmesidir. Bu tehlikeli noktaya insanın elinden çıkan, onun elinin ürünü olan tekniğin insanın elinden çıkmasıyla yani kontrolü haricine kaymasıyla varılmıştır: İnsan, elinin ürünü olan tekniği elinde tutamamaktadır artık. Tıpkı büyücü çırağının hikayesinde olduğu gibi, insan başlattığı ya da müdahil olduğu teknik süreçlere giderek tâbi ve mahkum hale gelmiştir. Bugün teknoloji insan hayatının neredeyse bütün alanlarına nüfuz etmiştir: yaşadığımız bir tekno-hayat’tır artık. Sonuçta teknolojinin otonom mantık-ve-işleyiş’i onu üreten insanı da içine almıştır; başka bir ifadeyle insanın elinden çıkan teknoloji dönüp onu ele geçirmiştir. Heidegger, doğa bir yana insanın kendisini de tehdit eder hale gelen bu süreçteki vehâmete dikkat çekmiştir.

Ama Spengler (1880-1936) 1931’de yayınlanan İnsan ve Teknik’de (L’homme et la Technique, Gallimard, 1958) bu sürece Heidegger’den de önce işaret etmiştir: “Dünyanın makinalaşması had safhada tehlike arz eden bir aşırı-gerilim safhasına geçmiş bulunuyor” diyen düşünür, şöyle sürdürür sözlerini: “Bitkileri, hayvanları ve insanlarıyla yeryüzünün  çehresi  eskisi gibi değil artık… Yaşayan her varlık organizasyon’un kıskacında can çekişiyor.  Yapay-yapıntı  bir dünya doğal dünyaya nüfuz ederek onu zehirliyor.  Medeniyetin kendisi de her şeyi mekanik olarak yapan ya da yapmayı deneyen bir makina haline gelmiş bulunuyor”. İşin ilginci Spengler bu satırları fütüristlerin Makina’ya övgüler düzdüğü döneme hiç de uzak olmayan bir zamanda, ‘mekanik medeniyet hayalleri’nin gelecek hülyalarını halen süslemeye devam ettiği bir devirde kaleme almıştır; keza o bu satırları korkunç savaş makinalarının denenip sınandığı ve buna bağlı olarak kitlesel ölümlerle muazzam yıkımların yaşandığı İkinci Dünya Savaşı henüz vuku bulmadan, Amerika Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları atmadan önce kaleme almıştır.

Bu yazıyı kaleme alırken tevafuk eseri bir manşet ilişti gözümüze. “[Japonya’yı] bu kez kendi atomu vurdu!” deniyordu Yeni Şafak’ın bir manşetinde. Haberin devamını aynen aktarıyoruz: “Japonya, İkinci Dünya Savaşı'nda Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarıyla sarsıldı. Cuma günü 9.0 büyüklüğündeki deprem ve tsunaminin yol açtığı yıkım ülkeyi yeni bir nükleer felaketle karşı karşıya getirdi. Ülke, yeni bir patlama riskiyle yüz yüze. Japonya Başbakanı Kan'ın, 'İkinci Dünya Savaşı'ndan beri en ciddi kriz' sözleri, tehlikenin boyutlarını ortaya koydu”. Hiç arzu edilmez ama doğal afetin tetiklediği, onunla iç içe geçen, belki onu da aşıp geçecek olan yeni bir teknolojik afet riskiyle karşıyayız.

Ama esas kriz daha derinde yatıyor. İnsanın yeryüzündeki mevcudiyetinin anlamıyla doğrudan irtibatlı olup ‘physis’in intikamı ve tekhne’nin elimizden çıkışı’ olarak tezahür edenşu derin poetik krizden söz ediyoruz. ‘Kudret istemi’nin fasit döngüsüne kapılıp varlıktaki yerini unutan ve nihayet elinin ürününün boynuna dolanmasıyla nefesi kesilir gibi olan post/modern insanın krizidir bu. Kriz anları derinlemesine düşünüp-taşınmayı ve esasa ilişkin sorular sormayı talep eder haddizatında. “Karada ve denizde fesat ortaya-çıktı”ysa, insan “elleriyle kazandığı”na dönüp bakmalı öncelikle (Rûm, 41). Ve esasa ilişkin şu soruyu sormalı kendine: Yeryüzünde ikâmetim şairâne mi, yoksa zalimâne mi?

(YENİ ŞAFAK KİTAP, 06.04.2011)