Bizce açık olmayan nokta, içinde bulunduğumuz bu değişim sürecinden dolayı şiir yazmaksızın varlığımızı sürdüremeyeceğimizdir. T. S. Eliot, “Şiirin Sosyal Görevi” (1945)
“Çağımızın derdi”, diyor Thomas Stearns Eliot (1888-1965), “Tanrı ve İnsan hakkında atalarımızın inandıkları şeylere inanmamak değil sadece, ama Tanrı ve İnsan konusunda onlar gibi hissedememektir… Benim korktuğum şey, bu [dini] duyguların ölmesidir. Aynı şekilde, şiirde ifade bulan duyguların ve şiire duyduğumuz ihtiyacın da yok olması mümkündür. İşte böyle bir yok oluş, belki de, bazı kişilerin, hiçbir amaca hizmet etmeyeceği halde, arzu edilir buldukları bir dünya birliğini kolaylaştırabilir”.
Bugün, belli bir Tikel, hegenomik tikelliğini, “globalleşme” payeli bir şal marifetiyle örtmek, örtbas etmek istiyor. Kendinden maada cümle tekillikleri, tekil adları bir takım “evrensel” kriterlere, standartlara veya değerlere müracaatla bir sözümona-Evrensel’de massetmeye, a-nonim’leştirmeye yönelmiş bulunuyor. Bugün biz, olanca farklılık ve başkalık söylemlerine rağmen (ve ne garip ki, bazen de bu söylemler yoluyla) cümle kendilikleri yontup tesviye, giderek de tasfiye etmekte olan bir süreci yaşıyoruz. Eğer bir çeşitlilik varsa, bu, farklı tektipleştirme usullerine müracaattan kaynaklanıyor olmalı. Bu süreçte, kendine evrensel süsü veren ve Mevcut Durum’dan azami istifadenin yolunu tutan Hegemonik Tikel, hakikaten Başka olana (yani Hasım ve/veya Rakip de olabilecek olana) hiçbir şekilde rıza ve tahammül göstermese de, işleyişine makul bir esneklik katmak, mantığına da meşrulaştırıcı bir düşünsel payanda temin etmek üzere, bir tür “farklılıklar oyunu”na müsaade etmekten, hatta bu oyunu, belli sınırlar ve kurallar dâhilinde, teşvik etmekten geri durmuyor. Çark, kendi-olmayanı kimliğinden edip kendine katarak esneye esneye dönüyor.
Başta Dil olmak üzere bir toplumun (öncelikle kendi toplumunun) kendine mahsus vasıflarını koruma ve sürdürme zaruretine dikkat çeken İngiliz şairi Eliot’ın 1945’te yani ikinci perdesi 1989’da açılan bu çağın tam başında söylediği bu sözlerden, bizim de kendi hesabımıza öğreneceğimiz şeyler olmalı. Globalleşme sürecinde, Avrupa sürecinde, Bolonya sürecinde… Türk Düşüncesi, Türk Eğitimi, Türk Şiiri… nereye gidiyor sorusu, kendimizden bihaber ve kendimize bigâne değilsek, acilen gündemimize oturmalı. Kendimize, adımıza, kendi adımıza sahip çıkmak gibi bir meselemiz varsa, Mevcut Durum’un haysiyet-kırıcı bir tarzda tektipleştirici işleyişinden ve onu meşrulaştırıp pekiştiren İdeoloji’nin artan nüfuzundan şikayet ediyorsak, bu meseleleri artık dert edinmemiz gerekiyor.
İlginçtir, Eliot yukarıdaki satırları İkinci Dünya Savaşı’nın sonu, dolayısıyla Pax Americana’nın tam da başlangıcı olan bir tarihte kaleme almış. Bu alıntının yer aldığı makale, “Şiirin Sosyal Görevi” başlığını taşıyor (T.S. Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler, çev. S. Kantarcıoğlu, Paradigma yay., 2007). Başlıkta geçen “sosyal” ibaresini, bir toplumu tam da o toplum yapan her neler ise onların özlü ifadesi anlamında “millî” diye de anlayabiliriz, hatta belki de öyle anlamalıyız; zira, aynı makalede, “hiçbir sanatın şiir kadar ısrarlı bir şekilde milli olmadığını” vurgulayan Eliot’ın kendisidir. Keza, “her dilin şiirinde sadece o dili ana dili olarak konuşanların anlayabileceği unsurların olduğuna” işaretle Şiir’in “bir tek o dilde söylenebilecek ve başka dillerde ifadesi edilmesi zor olan” şeyleri ifade ettiğine dikkatimizi çeken, dahası “bir toplumda, daima, kendi zamanının ilerisinde, ona bağımlı olmaksızın yenilikleri hazmedebilen ve şiirden anlayan öncü bir grubun olması gerektiğini” vurgulayan yine Eliot’tır.
Gitgide daha çok kanıksanır hale gelen dayatılmış bir normallik düzeninde yaşıyoruz. Mütedavil cari normların icbarı ve teshiri altında, sersemletilen insanlar, içinde sürüklendikleri süreci norm-al sayıyor ve bu süreçle birlikte sürüklenmekten ekseriya memnun görünüyorlar. Mevcut İdeoloji, bu memnuniyetin derecesi ölçüsünde, olan-biteni kaçınılmaz, giderek de makbul ve arzuya şayan göstermekte fazlaca zorluk çekmiyor. Peki ama Şiir, bu İdeoloji’de delikler açabilir mi? Olanı başka türlü görmede, keza başka türlü olanı görmede bize yardımcı olabilir mi? Şiir; insanları Mevcut’a göre, Mevcut için ve Mevcut adına eğip-bükerek, yontup-tesviye ederek onları uygun ve elverişli bir biçime sokan ya da, Althusser’in diyeceği gibi, insanlar üzerinde Devletin İdeolojik Aygıtı (DİA) olarak biçimlendirici ameliyelerde bulunan hâlihazır eğitim düzeneğinde, tornasında, tezgâhında çatlaklar oluşturabilir mi? İnsanlar “Mevcut’tan Başka Türlü”yü Şiir’in açtığı yolda/n düşünebilir mi, düşleyebilir mi, hissedebilir mi?
Tarif ve analiz edilemediğinden, zapt edilip avuçlanamadığından, dahası para da etmediğinden, istiskal edilmek bir yana, yok farz edilip konu-dışı, giderek de devre-dışı bırakılana (Şiir’in adlandırabileceği bir şeydir o!) zihnimizde, kalbimizde, dolayısıyla hayatımızda Şiir yoluyla bir yer açabilir miyiz? Globalleştikçe çivisi çıkan dünyamızda Şiir, alçalan şuur düzeyimizi yükseltici, azalan hassasiyetimizi arttırıcı, körelen hassalarımızı bileyici ve ayaklar altına alınan haysiyetimizi oradan tutup kaldırıcı bir etki yaratabilir mi? Başka türlü söylersek, Şiir, DİA olarak Eğitim’in zihinlerde, ruhlarda, hayatlarda yol açtığı tahribatı telafi edebilir mi? Ya da, Şiir, diyelim Avrupaî ölçekte Yüksek Öğrenim’in standardizasyonunu amaçlayan bir Bolonya Süreci’ne rağmen, bize mahsus olanı muhafaza ve geliştirme görevini bugün de yerine getirebilir mi? Ezcümle: Şiir, yontulmaktan bizi muhafaza edecek alternatif bir eğitim sağlayabilir mi?
Chuang Tzu (İ. Ö. 4. asır), bilge kişiyi, “yontulmamış kütük” olarak adlandırıyordu. Şiir, bilgeliğin kapılarını bize elbet aralayabilir ve kendimize dayatılan sınırlamaları fark ettirecek bir hassasiyeti bize elbet kazandırabilir. Ama… Ekranlara ve vitrinlere ayarlı olmayı çağdaş, temel “olma tarzı” olarak kanıksamış olan biz çok-bilmiş zamânelerin, önce, Şiir’le b/ilgilenme’yi şuurlu bir şekilde temel bir uğraş alanı olarak seçmesi gerekir. Bir kez bu yola girildiğinde ancak Çağdaş Eğitim’in “düşünsel ve duygusal sınırlamaları”nı fark edip aşmada Şiir’in neler sağlayabileceği hakkıyla anlaşılabilecektir. Ancak o zaman anlaşılabilecek bir diğer temel husus da varlıkla ilişkinin Dilde kurulduğudur – lisân ve/veya gönül olarak Dilde.
Ufku ve programı Mevcut’a hizmetle, Mevcut’u tahkimle, Mevcut’u takdisle mukayyet olan Mevcut Eğitim’in bizi, İdeoloji’de, “eğitilmiş özneler” olarak kurarken üstümüze saldığı etkilerin savuşturulmasında, keza “yontulmamış” bir yanımız kalmışsa hala onun korunup geliştirilmesinde, Şiir’in sunduğu imkân bize yardımcı olabilir. Kendi adına ve kendi adını düşünüp-düşlemekten geri durmayan “ad sahibi” fertler olarak temayüz etmede biz Şiir’den yardım umabiliriz. Şiir, Mevcut Durum’u koruyup sürdürmeye hizmet eden hâkim mantık-ve-işleyiş’in bir “dışı” veya bir “ötesi” olduğunu duyumsayabilmenin ve düş-ünebilmenin imkânı sağlayabilir bize. Bu imkân, bizi, dünyaya bakışımızı, dolayısıyla dünyaya karşı takındığımız tavrı gözden geçirmeye, giderek değiştirmeye yöneltebilir. Ama bu yöneltme, biz söz konusu bakış ve tavır değişikliğine zaten yönelmiş ve hazır haldeysek, ancak o zaman, –hakkıyla– gerçekleşebilecektir.
Evet, Şiir’in alternatif eğitimine sahiden kendimizi açtığımızda, Mevcut Durum’la ilişkimizde belirlenen duyuş-düşünüş şeklimiz ile yaşam tarzımızı gözden geçirmeye başlamamız, bu çağda, bu zamanda yaşıyor olmanın ne idüğüne kafa yormayı temel bir işimiz olarak kabul etmemiz, sonuç olarak da Durum’dan memnuniyete garkolmayı bırakarak bize dayatılanı reddetme ve “bu değil!” deyip “başka türlü olanı” aramaya başlamamız imkân dairesine girer. Keza, fert ve toplum olarak “kendi olma” meselesini baş araştırma konusu olarak önümüze koymamız da bu surette mümkün olur. O zaman, çeşitli yollardan bir “dünya birliği”ne doğru gidiyor görünen Çağcıl Süreç’te şu önemli soruyu da elbet kendimize sorarız: Avrupa standartlarında eğitim yapmamızı isteyenler, Avrupa standartlarında şiir yazmamızı da isteyecekler mi?
Şiir’den sağlanan alternatif eğitimi kastedercesine Eliot, bir başka yerde, “Eğitimin bir işlevi de yaşadığımız çağın düşünsel ve duygusal sınırlamalarından kurtulmada bize yardımcı olmasıdır” demektedir.Bizi çağdaş, aşırı-çağdaş kılan yani bizi yaşadığımız çağa, bu çağ’daki Mevcut Durum’a sıkı sıkıya bağlayan, rapteden, çivileyen, zımbalayan, tıkan, hapseden, kapatan çağdaş, aşırı-çağdaş eğitimin demek ki çekivermeli kuyruğunu! Nietzsche, çevresindeki dummkopf zamânelere “Ben sizin için değil, gelecek çağdakiler için yazıyorum. Beni yüz yıl sonra anlayacaklar!” derken aşırı-çağdaş’ların zinhar anlamayacakları ve asla benimseyemeyecekleri çağ-aşırı bir konumdan sesleniyordu.
Eğitim, evet; ama hangi eğitim? Burada, eğitimde yatan eğilime dikkat etmek gerekiyor öncelikle. Hangi eğitim? Mesela bir Bolonya sürecinin, o sürece hâkim eğilimin belirlediği eğitim mi? Bu sürecinin veya buna benzer süreçlerin Türk Düşüncesi’yle, Türk Şiiri’yle, ezcümle bize mahsus olanla ilgisi nedir? Bize mahsus olan ne? Biz kimiz? Bugün, bu ve benzeri soruların hakkını yiyen ve bizi sahte veya tâlî sorularla meşgul eden bir ortam mevcut. Bugün, maalesef. Bunların, hakkı verilmiş bir biçimde, düşünülmesi, konuşulması ve tartışılması esasen alternatif eğitimin / alternatif eğilimin üstesinden gelebileceği bir görev.
(YENİ ŞAFAK KİTAP, 01.02.2012)