Ondokuzuncu yüzyılda dünya kamuoyu, giderek tüm dünyada salgın bir hale gelen bir “mikrop”tan bahsetmektedir. Bu mikrop, onsekizinci yüzyılın sonunda önce Avrupa’da ortaya çıkmış, daha sonraki yüzyıl boyunca ise diğer kıtalara ve milletlere sıçramıştır. Bu mikrop, ünlü Türk sosyolog Ziya Gökalp’e göre “milliyet fikri”nden başkası değildir. “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı kitapçığının son bölümünde (“Milliyet ve İslamlık”) bu konuda hakkında şunları söylemektedir: “İslam dünyasının son ümidi olan Osmanlı devletini yüzyıldan beri parçalayan manevî bir mikrop var. Bu mikrop şimdiye kadar Osmanlılığın düşmanı idi ve İslamiyet’e büyük zararlar verdi. Ancak bugün artık Müslümanlığın lehine dönerek, yaptığı yıkıcılıkları gidermeye çalışıyor. Bu mikrop «milliyet fikri»dir.”
Osmanlı aydınları, 19. yüzyılın “milliyetler yüzyılı” olduğunun farkındadırlar ve milliyetçiliği, milletlerin ruhuna işleyen bir mikrop olarak görmektedirler. Fakat bu mikrobun faydalı bir mikrop mu yoksa zararlı bir mikrop mu olduğu konusunda farklı düşünmektedirler. Osmanlı aydınlarının milliyetçiliği nasıl algıladıklarına geçmeden önce hangi etkilere maruz kaldıklarını anlamak açısından Avrupa’da geçerli olan farklı millet ve milliyetçilik anlayışlarına kısaca değinmek gerekiyor.
millet olmanın halleri
Milliyetçilik, modern milliyet fikrine bağlı olarak ortaya çıkan milli devletin bir ideolojisidir. Bu ideolojinin dayandığı temel fikir, “millet” kavramı ile “devlet” kavramı arasında bir özdeşlik olduğu ya da olması gerektiğidir. Bir başka deyişle modern devletin sınırları, millet kavramının sınırlarıyla belirlenmiştir. O zaman millet tarafından belirlenen bir devlet ideolojisinde en kritik mesele, “millet”in ne olduğu fikri etrafında düğümlenmektedir.
Milleti tanımlamada bazı düşünürler objektif kriterlerin esas alınması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bunlara göre millet, ortak tarih ve ırk, dil, kültür ve din gibi ortak değerlere dayanan özgül bir topluluktur. Bu millet anlayışı, daha çok Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde geçerlilik kazanmıştır. Bu tanımdan anlaşılacağı üzere millet, gelişi güzel oluşmuş bir fenomen değildir. Her şeyden önce o, tarihsel ve kültürel bir olgudur. Bu sebeple bu milliyetçilik biçimi “kültürel milliyetçilik”, kültürel milliyetçiliğin tanımladığı millet ise “kültür milleti” (Kulturnation) olarak adlandırılmıştır. Bu fikri, klasik şekliyle ve Romantizmin etkisiyle ifade eden kişi, Alman kültür filozofu Joh. G. Herder olmuştur.
Objektif olarak belirlenebilen ortak değerlere ve kriterlere atıfta bulunan kültürel milliyetçilik, bu ortak değerlere sahip olmayan kişi ve grupları milletin dışında görür ve hatta onları dışlamaktan kaçınmaz. Çünkü millete ait olmayan unsurlar yabancı, azınlık, vs. olarak karşılanır ve bunlara eşit haklar tanınmaz. Azınlıklar için çözüm, ya eşitsiz konuma razı olmak ya da zamanla millet içinde asimile olarak geniş topluluğun bir parçası haline gelmektir.
Kimi düşünürler, milleti tanımlamada objektif veriler yerine sübjektif verileri öne çıkarmışlardır. Bunlara göre bir milleti millet yapan şey, farklı etnik ve ırksal kökenlere sahip olsalar bile tarihsel olarak geliştirilmiş bir aidiyet duygusu ve müşterek bir kader birliği fikrine sahip olmaktır. Klasik biçiminin Fransız bilim adamı Ernest Renan tarafından formüle edildiği bu fikir, Fransa’da etkili olmuş ve hatta “Fransız tarzı milliyetçilik” olarak adlandırılmıştır. Bu milliyetçilik türü, ilkinin tersine liberal bir devlet tipini öngörmekte ve vatandaşlık bağıyla devlete bağlı olan herkesi millete dahil etmekte ve eşit haklar vermektedir. Bu milliyetçilik türüne “siyasal milliyetçilik”, bunun öngördüğü millete de siyasal topluluk anlamında “devlete bağlı millet” (Staatnation) denilmektedir.
Bu iki millet ve milliyetçilik fikrinde de, ortak değerlerin neler olduğu ve bunlara yapılan vurgu farklılıklarına rağmen esas olan ulusun birliğidir ve farklılıklar ya reddedilmekte ya da göz ardı edilmektedir. İlkinde tarihsel ve kültürel kimliğe dayalı aidiyet, ikincisinde ise tarihsel ve siyasal bağlılığa dayalı aidiyet duygusu, millet olmanın çekirdeğini oluşturmaktadır.
Bu iki millet ve milliyetçilik biçimini ideal tipik kurgular olarak görmekte fayda var. Tarihsel ve toplumsal pratikte her iki millet fikrinden öğeleri içinde barındıran pek çok kombinasyona rastlamak mümkündür. Hatta zamanla, milliyeti oluşturan objektif ve sübjektif kriterler arasında kaymalar gözlenmektedir. O halde milliyet ve milliyetçilik statik değil, dinamik bir fenomen olarak görülmelidir.
Bilimsel literatürde milliyetçilik ideolojisinin bir sonuç mu yoksa bir sebep mi olduğu hep tartışıla gelmiştir. Geçmişte, artan milliyet bilincinin milliyetçiliği ve milli devleti doğurduğu ve dolayısıyla bu olguların bir sonuç olduğu savunulurken, günümüzde milletlerin milli devletler tarafından inşa edilen bir kurgu oldukları fikri daha öne çıkmış durumdadır. Bu tartışmaların sonucunda bu iki kavram arasında bir nedensellik ilişkisi görmek yerine, etkileşim olduğu fikri savunulmaya başlanmıştır. Buna göre milli devlet, milliyetçiliği; milliyetçilik ise milli devleti ilerletmektedir. Ya da tersinden liberal ve küreselleşen devlet, milliyetçiliği sorun olarak görmekte ve kendi halkına daha evrensel değerler ve evrensel bir bakış açısı empoze etmektedir. Böylece milliyetçilik siyasal ve toplumsal alanın merkezinden kıyısına itilmektedir. Bu tür ülkelerde milliyetçilik ve milliyetçi kesimler marjinal gruplar olarak lanse edilmektedir.
Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmek kadar neye ihtiyaç olarak doğduğunu da bilmek gerekir. Milliyetçilik, Avrupa’da bir bütünleşme çerçevesi olarak gerileyen din ve kilise kurumuna bir alternatif olarak doğmuştur. Bir yandan Avrupa’da Protestanlık etkisiyle beliren dinî yaşamdaki çeşitlilik, diğer yandan da ilerleyen bilim ve akılcılık dinin toplumsal etkisini azaltmaya ve dolayısıyla hem siyasal hem de toplumsal anlamda sekülerleşmeye yol açmıştır. Fransız Devrimi, siyasal anlamda milliyet fikrinin devrimci bir ifadesi olarak sivrilmiş ve dine dayalı olmayan bir devlet ve rejim tipinin olasılığını ortaya koymuştur. Dolayısıyla gerileyen din ve din temelindeki bütünleşmenin yerini millet ve milleti kendisine dayanak olarak alan milliyetçilik ve milli devlet olgusu almıştır. O halde milliyet-millet-milliyetçilik ve milli devlet gibi kavramlar, dinden boşalan toplumsal ve siyasal boşluğu dolduran kavramlardır.
Osmanlı aydınlarının milliyetçilik algılamaları
Milliyetçiliğin ilk dönemi, 18. yüzyılın sonundan itibaren başlayıp 20. yüzyılın başlarına kadar sürmektedir. 19. yüzyıl boyunca esen milliyetçilik rüzgârlarının etkisiyle ulus devletinin oluşumunda üç önemli eğilim ortaya çıkmıştır. İlk olarak Osmanlı Devlet’inden kopan milletler kendi milli devletlerini kurmuşlardır. Bu anlamda milliyetçilik, bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına hizmet ederken, diğer taraftan da Yunanlılar başta olmak üzere Sırplar, Romanyalılar ve Karadağlılar gibi ulusların kendi ulus devletlerini kurmalarını ifade etmektedir. İkinci olarak İtalya ve Almanya’da birlik yanlısı milliyetçilik bu ülkelerin parçalanmışlığını ortadan kaldırmayı ve bütünleşmelerini ifade etmektedir. Parçalanmış topraklar aynı devletin altında bir araya getirilmiştir. Üçüncü olarak “irredantizm” (Kurtarımcılık) olarak adlandırılan hareketlerin ortaya çıkmasıdır. İrredantizm, İtalyanca kökenli bir sözcük olup dil, din, soy ve kültür birlikteliği olduğu halde herhangi bir devletin sınırları dışında yer alan halk ile söz konusu devletin birleşmesi fikridir.
Osmanlı aydınları milliyetçilikle tanıştıklarında, bu fikrin Osmanlı açısından ne anlama geldiği ya da geleceğini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle ayrılıkçı milliyetçilik hareketlerine karşı ilk tepkileri Osmanlıcılık biçiminde olmuştur. Osmanlı devletinde yaşayan tüm unsurlara ayrım yapmaksızın eşit yurttaş olarak davranma ve onları Osmanlılık aidiyetinde buluşturma anlamına gelen Osmanlıcık, daha sonra “Üç Tarz-ı Siyaset”e bölünecek olan Osmanlı aydınlarının ortak düşüncesini oluşturuyordu. Fakat bu siyasetin etkili olmaması, aydınların milliyetçilik karşısındaki düşüncelerini daha açık bir şekilde ifade etmelerine ve dolayısıyla farklılaşmalarına yol açmıştır.
Çoğu yazarın ifade ettiği üzere milliyetçilik önce gayri Müslim unsurlar arasında, sonra Arnavut ve Araplarda, en sonra da Türklerde ortaya çıkmıştır. Türklerin en sona kalması Osmanlı devletinin kurucusu ve asıl sahipleri olması dolayısıyladır. Türklerin erken bir dönemde milliyetçilik yapması, bu devlete vücut veren unsurları ayrılıkçılığa sevk etmek ve dolayısıyla bir an önce Osmanlı’nın parçalanması anlamına geleceği için son ana kadar Osmanlıcılık konusunda ısrarlı olmuşlardır. Yusuf Akçura, “Üç Tarz-ı Siyaset”i yazdığı yıllarda (1904 Mısır, 1912 İstanbul) Türkler arasında Türkçü ve milliyetçi fikirlerin yepyeni bir fikir olduğunu ve sadece Rusya’da meskûn Türklerde belirgin bir hale geldiğini bildirmektedir. Müslümanlar arasında milliyetçilik ve ırkçılık davasının 15-20 senelik bir hadise olduğunu söyleyen Babanzade Ahmed Naim ise, 23 Nisan 1914 yılında yazdığı “İslam’da Da’va-yı Kavmiyet” adlı makalesinde Arnavutların başına gelen musibetin bize bir ibret dersi olması gerektiğini vurgularken, Kürt kardeşlerimizin henüz bu hastalığa yakalanmadığını ve bundan sonra da yakalanmamalarını Cenab-ı Hak’tan niyaz etmektedir.
Batıdan esen milliyetçilik rüzgârlarının Osmanlı üzerindeki olumsuz etkilerini fark eden Osmanlı aydınları ve seçkinleri, 19. yüzyıl boyunca Osmanlıcılık olarak ifade edilen bir fikriyatı dillendirme ve politika olarak uygulamaya başlamışlardır. Osmanlıcılık, etnik milliyetçiliğe karşı Osmanlı’nın bulduğu ve dolayısıyla ilk etapta milliyetçilik karşıtı bir akım olarak görülebilir. Ama klasik Osmanlı millet sisteminden farklı bir model olarak aynı zamanda yeni bir olgudur. Osmanlıcılık da bir birlik ideolojisi olarak milliyetçiliğin farklı bir biçimi olarak yorumlanabilir. Klasik millet sisteminde farklılıklar ve farklılıkların kurumsallaşması esas iken, Osmanlıcılıkta devlet ve hukuk karşısında yurttaşların eşitliği ilke olarak benimsenmiştir. Millet ve mezhep farkı gözetmeksizin herkesin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan Tanzimat Fermanı, Osmanlıcılık düşüncesinin ilk somut adımıdır.
Osmanlıcılık, yüzyılın ikinci yarısında farklı etnik ve dinî gruplardan aydınların kümelendiği muhalif örgütlerin de ortak temeli olmuştur. Yeni Osmanlılar kadar bu gruptan aydınların temelini attıkları Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti, ilk döneminde Osmanlıcıdır. Çekirdeği 1889 yılında bir kısım Askeri Tıbbiye öğrencisinin girişimiyle kurulan İttihad-ı Osmani (daha sonra adı Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti olarak değişecektir)’nin ayırıcı özellikleri şöyle sıralanabilir:
İçinde İmparatorluğu oluşturan her unsurdan üye olduğu gibi, Cemiyet, Abdülhamit karşısında Ermeni örgütleriyle işbirliği yapmaktan geri durmamıştır.
İçinde ağırlığı askerler oluşturmazlar. Devrimci niteliğine karşın cemiyet sivil kuruluşlara özgü “demokratik tartışma” geleneğini benimsemiştir.
Cemiyet, çok açık bir biçimde Osmanlıcıdır.
Cemiyet’in fikri donanımı, büyük ölçüde Fransa kaynaklıdır.
1895’te hayli gelişmiş bulunan örgüt içinde bir “nizamname” ihtiyacı ortaya çıkınca, hem yazılı bir nizamname kaleme alınmış hem de ismi değiştirilmiştir. Nizamname’nin 2. maddesi, amacın genelin menfaatini korumak, hiçbir şekilde milliyet, kavmiyet, cinsiyet, mezhep farkı gütmemek ve üyeler arasında tam bir eşitlik bulunduğunu belirtilmektedir. Bu fikrin arkasında “ortak vatan” ve Osmanlı devletine bağlılık fikri yatmaktadır. Daha sonraki yıllarda farklı grupların oluşacağı ve Osmanlılık idealinin suya düşmesinden sonra daha milliyetçi (Türkçü) bir çizgiye oturacak olan bu örgüt, içinde farklı fikir adamlarını ve etnik kökenden insanları barındırıyor olması dolayısıyla partiküler çıkarlara prim vermiyordu.
Osmanlı aydınları arasında milliyetçiliğe en sert ve olumsuz tepki veren fikir adamları İslamcılar olmuştur. Babanzade Ahmed Naim, Mehmet Akif Ersoy, Sait Halim Paşa gibi şahıslar başta olmak üzere İslamcılar milliyetçiliği, Osmanlı devletine ve Müslümanlara zarar veren bir Avrupa hastalığı (Frenk illeti) olarak algılamışlar ve Müslümanları şiddetle bundan men etmeye çalışmışlardır. İslamcı yazarların metinlerini okuduğumuz zaman neden onların milliyetçiliğe karşı olduklarını üç nokta halinde özetleyebiliriz:
Milliyetçilik denen şey, aslında İslam nazarında kavmiyetçilik ve ırkçılıktan ibarettir. İslam, ilke olarak sadece etnik ve kavmî bağları esas alan birliktelikleri ve bunu propaganda eden anlayışları yasaklamıştır. İslamiyet, insanlık tarihinde köklü bir devrim yaparak kabile ve kavmiyet bağlarının kuvvetli olduğu dönemleri arkada bırakarak farklı etnik ve ırkî unsurlardan oluşan Müslümanları kardeş kılmıştır. Bu kardeşlik bağını reddetmek ve eski topluluk temellerine dönmek, Cahiliye çağına ve onun asabiyet ruhuna geri dönmektir.
Milliyetçilik ilke olarak İslam’ın kardeşlik ve ümmetçilik değerleriyle bağdaşmadığı gibi farklı din ve etnisitelerden oluşmuş bulunan Osmanlı İmparatorluğunu da parçalayacak tehlikeli bir fikirdir. Avrupa menşeli olan bu fikir, aynı zaman da Avrupa’nın “böl-yönet” politikalarına hizmet etmektedir.
Türkçülerin uğrunda mücadele ettikleri Pantürkizm bir ütopyadır. Osmanlı’nın parçalanma sürecine girdiği ve güç kaybettiği bir aşamada bu ideali gerçekleştirmek ham bir hayaldir. İslam Birliği ideali, hilafetin hala yaşadığı bir dünyada, Pantürkizm fikrinden daha gerçekçidir. Müslüman uluslar uyandırılarak ve cihad ruhu diriltilerek Avrupa sömürgeciliğine karşı daha etkin bir mücadele verilebilir.
Her ne kadar İslamcılar milliyetçiliğe cahiliye düşüncesi ve hareketi gibi bakmışlarsa da Türkçüleri homojen bir grup olarak değerlendirip onları tümden dışlama yoluna gitmemişlerdir. Onları “halis Türkçü” ve “İslamcı Türkçü” olmak üzere iki grup halinde ele alarak, ilk grubu yoldan çıkmış görürken, ikincileri hala öğüt almaya müsait ve dolayısıyla ikna edilmesi gereken bir grup olarak değerlendirmişlerdir. Bu nedenle yazılarında ilk olarak milliyetçiliği normatif- İslamî değerler temelinde yargılama yoluna başvurmuşlardır. Ama öte taraftan toplumsal, siyasal ve kültürel yönden de bu düşüncenin getireceği olumsuzluklara değinmişlerdir.
Bu karşı tepkiler bir tarafa bırakılırsa Osmanlı’da milliyetçiliğe karşı iki farklı olumlu tepki verildiği söylenebilir. İlki, İttihad ve Terakki Partisi’ninin ikinci döneminde fikri çizgisini ifade eden ve bu örgütün ideologu olarak sayılabilecek Ziya Gökalp’in harsçı milliyetçiliği, ikincisi de Yusuf Akçura’nın dillendirdiği ırka dayalı milliyetçilik fikridir. 20. yüzyılın başında Osmanlıcılık idealinin giderek işlevsiz hale gelmesiyle birlikte, “Üç Tarz-ı Siyaset”ten biri ortadan kalkmış ve geriye, giderek güçlenen Türkçü ve diğer milliyetçi hareketlerle ve bunun karşıtı olan İslamcılık akımı kalmıştır. İkinci dönemde İttihad ve Terakki Partisi’nin ideolojik donanımı Alman düşünce ve devlet anlayışının etkisi altında gelişmiştir. 1908 İhtilali ordu tarafından ve de “Alman subayları” olarak bilinen, Almanya’da eğitim görmüş Türk askeri tarafından yapılmıştır. Alman dostu olan bu subaylar ve fikir adamları, daha sıkı Türkçü fikirlere sahiptiler ve kültür kavramı etrafında birleştirilmiş bir “Türk” öznesinin devleti yapılandırmasını hedefliyorlardı. İkinci kuşak ittihatçıların en yakın müttefikleri de Osmanlı Yahudileridir. Yahudiler, İttihad ve Terakki’ye hem mali hem de fikri destek vermekten geri durmamışlardır.
Yusuf Akçura, “Üç Tarz-ı Siyaset” ((1904, Mısır) adlı makalesinde zamanın üç önemli fikri hareketi olan Osmanlılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarını, imkânları, yaşama şansları ve çıkmazlarıyla itibariyle değerlendirmiş ve Türkçülük konusundaki görüşlerini ortaya koymuştur. Ona göre “ırka dayalı bir siyasî Türk milleti” teşkil etmek fikri pek yenidir. Bu fikir İstanbul’da ilmi bir mahfelde dil konusundaki çalışmalarla başlamıştır. Bu mahfelin teşekkülünde Osmanlılarla Almanlar arasında artan ilişkiler etkili olmuştur. Almanların tarih ve lisan ilimleri hakkındaki araştırmaları Türk gençlerinin dikkatini çekmiştir. Türklerin birleşmeleri fikri müphem bir şekilde de olsa Rusya’da meskûn olan Türkler arasında görülmektedir.
“Türk birliği siyaseti”, Osmanlı içinde Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurlar başta olmak üzere Türklüğü hiç benimsememiş unsurları da Türkleştirerek, Doğu Avrupa’dan Asya’ya kadar yayılmış bulunan Türklerin birleşmesini sağlayacaktır. Bu faydaya karşılık Akçura bu siyasetin mahzurlarının da farkındadır: “Bu faydalara mukabil, Osmanlı ülkelerinde meskûn, Müslim olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesi de mümkün bulunmayan kavimlerin Osmanlı devleti elinden çıkması ve İslamiyetin Türk ve Türk olmayan kısımlarına ayrılarak, artık Osmanlı Devleti’nin Türk olmayan Müslümanlar ile ciddi bir münasebeti kalmaması mahzurları vardır.”
Türklerin birleşmesini, İslam siyasetinden daha zor olduğunu itiraf eden Akçura, buna rağmen tercihini açıkça ortaya koymaktan çekinmez: “Lakin şu da unutulmamalıdır ki, zamanımızda birleşmesi muhtemel Türklerin büyük bir kısmı Müslümandır. Bu cihetle, İslam dini, büyük Türk milliyetinin teşekkülünde muhim bir unsur olabilir. Milliyeti tarif etmek isteyenlerden bazıları, dine bir amil gibi bakmaktadırlar. İslam, Türklüğün birleşmesinde şu hizmeti yerine getirebilmek için, son zamanlarda Hıristiyanlıkta da olduğu gibi, içinde milliyetlerin doğmasını kabul edecek şekilde değişmelidir. Bu değişme ise hemen hemen mecburidir de: Zamanımız tarihinde görülen umumi cereyan ırklardadır. Dinler, din olmak bakımından, gittikçe siyasi ehemmiyetlerini, kuvvetlerini kaybediyorlar. İçtimai olmaktan ziyade şahsileşiyorlar. Cemiyetlerde vicdan serbestliği, din birliğinin yerini alıyor. Dinler, cemiyetlerin ek işleri olmaktan vaz geçerek, kalblerin hadi ve mürşitliğini deruhte ediyor, ancak Halik ile mahlûk arasındaki vicdanî rabıta haline geçiyor. Dolayısıyla dinler ancak ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı ve hatta hizmet edici olarak, siyasi ve içtimai ehemmiyetlerini muhafaza edebiliyorlar.”
Bu alıntıdan anlaşılacağı üzere Akçura, dünya konjonktürüne kendisini aşırı bir şekilde kaptırmış, zamanın milliyet ve ırklar çağı olduğunu söyleyerek dinlerin de buna ayak uydurmasını talep etmektedir. Ona göre İslam, vicdani bir inanç ve ırklara destek veren bir unsur olarak daha asli bir işlev yüklenmelidir. Başka bir deyişle kendi siyasetini bırakıp Türk birliği siyasetinde araçsal bir rol oynamalıdır.
Akçura, Türk birliği siyasetinin içte engelleri olduğu gibi dışarıda da engelleri olduğunu belirtmekte, ancak bu engellerin İslamiyet siyasetine kıyasla daha az olduğunu ve sadece Rusların Türk tebaası bulundurmaktan dolayı karşı çıkacağını söylemektedir. Ayrıca Rusya menfaatlerine zararlı olduğu için bazı Hıristiyan ülkelerin de ona destek vereceğini belirtmektedir. Sonuç olarak İslam siyaseti ile Türk birliği siyaseti, eşit denebilecek menfaat ve mahsurları ihtiva etmekte ve uygulama açısından da kolaylık ve zorluk bakımından yine aynı derecededir.
Yusuf Akçura ile, Pantürkizm ve Turancılık siyasetinde birleşseler de Ziya Gökalp kültürel bir milliyetçilikten yanadır. “Türkçülüğün Esasları”na göre, millet ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümredir. “Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.” “Türk bir milletin adıdır. Millet kendisine mahsus bir harsa malik olan bir zümre demektir. O halde Türkün yalnız bir lisanı, bir tek harsı olabilir.” Bu tanımlardan anlaşılacağı üzere Gökalp milleti, aynı dili ve kültürü paylaşan görece homojen bir topluluk olarak niteler, millet içinde kültürel farklılıkları göz ardı eder ya da önemsemez.
Farklı vesilelerle Gökalp, Türkçülük anlayışını açıklığa kavuşturmaya ve kendisine yönelen sorulara cevap vermeye çalışmıştır. Yeni Gün gazetesinde “Türk kimdir?” başlıklı yazısında kültürel milliyetçiliğin sınırları ve etnik bakımdan Türk olmadığı halde Türklerle birlikte yaşayan insanların konumu hakkında şunları söylemektedir: “.. Türk olmak için, yalnız Türk kanı taşımak, Türk ırkından olmak kâfi değildir. Türk olmak için her şeyden evvel Türk harsı ile terbiye görmek ve Türk mefkûresi için çalışmak şarttır. Bu şartları haiz olmayanlara, kanca ve ırkça Türk olsalar bile «Türk» unvanını veremeyiz.” “Milliyet de, din gibi «kalben tasdik ve lisanan ikrar» şartlarına bağlıdır. Lisanîyle «Türküm» deyen ve samimi olarak kalbinde bu kanaatı taşıyan her fert Türktür. Bu vasıfları haiz olanların Türklüklerinden asla şüphe etmemeliyiz. Aynı zamanda bu kimseler de başkalarını şüpheye düşürecek hareketlerden ictinap etmelidirler.”
Ziya Gökalp’in millet ve milliyetçilik anlayışı, Akçura’nın anlayışına kıyasla daha geniş ve esnek bir anlayış ise de iki noktada sorunlu gözükmektedir. İlk olarak kültür müphem bir kavramdır. Bu müphemliği dolayısıyla soyca Türk olan bir kişi, bu kültüre katılmadığı zaman Türklük dairesinin dışına çıkmakta, soyca Türk olmadığı halde “Türküm” diyen ve Türk kültürüne göre yaşayan bir yabancı da (?) Türk telakki edilmektedir. Her iki durumda da somut bir ölçüm söz konusu değildir. İman gibi ikrar ve tasdik meselesidir. Bu çoğu zaman kişilerin samimiyetinin sorgulanmasına yol açacaktır. İkinci olarak Gökalp, Türk olmayan gruplar için kültürel asimilasyonu zorunlu görmektedir. Nitekim o, asimilasyonu “temessül” (benzeme) olarak adlandırmakta ve bu konuda şunları söylemektedir: “Bir millet, yalnız tenasül tarikiyle çoğalmaz, kısmen de temessül tarikiyle çoğalır. Türklerin başka milletlere temessül etmesini kabul edip de, başka milletlere mensup fertleri temessül etmesini kabul etmemek doğru olabilir mi?” Bu sözlerden anlaşılacağı üzere Gökalp milletlerin kendisinden olmayan fertleri ve grupları asimile etmesini, kendi kültürüne katmasını meşru bir hak olarak görmektedir.
Bu durumda Akçura nasıl ırksal-etnik millet tanımı gereği, bu tanıma uymayanları dışlamak ya da Türkleştirmek gerektiğine inanıyorsa, Gökalp de benzer şekilde Türk olmayanları, ya samimi bir şekilde “Türküm” demeye çağırmakta ve temessül etmekte ya da “millet”in dışında tutmaktadır. Millet tanımları ve milliyetçilik anlayışları farklı olsa da her ikisi de asimilasyonist ve dışlayıcı bir politikaya meşruiyet kazandırmaktadırlar.
“Fransız milliyetçiliği”nden “Alman milliyetçiliği”ne
Eğer Türk milliyetçiliğini Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura üzerinden yorumlayacak olursak, yurttaşlık bağını temel alan Fransa tarzı bir milliyetçilikten daha fazla ırk ve kültürü temel alan Alman tarzı bir milliyetçiliği esas aldığını söyleyebiliriz. Bunda, daha önce andığımız Almanya ile ilişkiler ve Alman yanlısı hareketin İttihad ve Terakki içinde güç kazanmış olması etkili gözükmektedir. Buna karşın Yeni Osmanlılar ve ilk dönem İttihad ve Terakki’nin milliyetçilik biçimi, Fransız tarzıyla benzeşmektedir. Bunu doğal karşılamak gerekir, çünkü bu dönemde söz konusu örgütler etrafında kümelenen aydınlar Fransa’dan etkileniyorlardı. Demek ki Osmanlı aydınlarının kültürel yörüngesi değişince milliyetçilik anlayışları da değişmiştir.
Cumhuriyet döneminde bir yandan Fransız tarzı milliyetçilik ile Alman tarzı milliyetçilik, diğer yandan da “Misak-i Milli” sınırlarına çekilmiş Kemalist milliyetçilik ile Pantürkist milliyetçilik arasında bir rekabet söz konusudur. Kemalist milliyetçilik, daha etnik ve seküler bir nitelik taşımaktadır. Zaman zaman işbirliği yapsalar da çoğu zaman rakibini (Pantürkist-Turancı milliyetçilik) bastırmış ve resmi bir görüş olarak modern Cumhuriyete damgasını vurmuştur.
KAYNAKÇA
Akçura, Yusuf, “Üç Tarz-ı Siyaset”, Sh. 484-487, In: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası, Tanzimat ve Meşrutiyetin Birikimi, İletişim, İstanbul 2001.
Aydın, Suavi, “İki İttihad Terakki: İki Ayrı Siyaset, İki Ayrı Siyaset”, Sh. 117-128, In: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası, Tanzimat ve Meşrutiyetin Birikimi, İletişim, İstanbul 2001.
Bora, Tanıl, Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul 2003.
Couwenberg, S. W., Nationaliteit en Nationalisme, Bron van integratie en desintegratie, SDU Uitgeverij, Den Haag 1994.
Düzdağ, Ertuğrul, Türkiye’de İslam ve Irkçılık Meselesi, MED, İstanbul 1978.
Gökalp, Ziya, Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak, Toker Yayınları, İstanbul 1992.
Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Kamer Yayınları, İstanbul 1996.
Gökalp, Ziya, Makaleler IX, Yeni Gün-Yeni Türkiye-Cumhuriyet Gazetelerindeki Yazılar, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1980.
Yıldız, Ahmet, “Kemalist Milliyetçilik”, Sh. 210-234, In: İnsel, Ahmet, Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul 2002.