Türkiye’de Alevilik tartışması iki biçimde yapıla gelmektedir. Bir kısım insan, “Alevilik nedir?” sorusuna cevap ararken, bir kısım insan da busoruyu Alevilerin kendi iç meselesi olarak algılamakta sorunu başka bir düzlemde ele almaktadır. Bu ikincilere göre Alevilik kendi içinde bir kimlik sorunu olmakla birlikte, dışarıdakileri (ki bunun içinde özellikle devlet bulunmaktadır) ilgilendiren şey, Aleviliğin statüsünün ne olacağı sorunudur. Sorunu ilk biçimiyle tartışanlar da kendi içlerinde ikiye ayrılmış durumdalar. Aleviler, “Alevi kimliğinin kabulü” üzerinde ısrar ederken, dışarıdakiler ısrarla Aleviliğin ne olduğunun “tanımlanması”nı istiyorlar.
Bugünkü koşullarda bir kimlik olarak Aleviliğin ne olduğuna kesin bir yanıt vermek kolay gözükmüyor. Bunun birçok sebepleri var. Alevilik, tarihsel süreçte kendi kültürel kaynaklarından kopmuş ve “sözel” olarak aktarıla gelen bir kültüre dönüşmüştür. Üstelik farklı coğrafya ve koşullarda yaşayan Alevilik, oldukça farklılaşmıştır. Bugün bir değil birçok Alevilikten bahsetmek mümkündür. Bu anlamda Alevi kimliği çoğul bir kimliktir. Bunu da garipsememek gerekir. Çünkü yazılı kaynaklarla ilişkisini çok iyi sürdürmüş olan Sünni İslam da bugün çoğul bir görünüme sahiptir. Hiç kimse bugün Sünniliği tekil bir kimlik olarak tanımlayamaz. Bir alt-grup, Sünniliği tanımlamaya giriştiğinde başka bir alt-grup buna tepki gösterecektir.
Aleviliğin tanımlanmasında bugün için alınması gereken en iyi pozisyon şudur: Her (dışarıdan) tanımlama bir müdahaledir. Her müdahale ise Alevi kimliğine ilişkin sorunları daha da artıracaktır. Bu konuda Alevilerin kendi aralarında bir diyaloga girmelerini ve uzlaşabildikleri oranda uzlaşmalarını beklemektir. Kaldı ki, demin sıraladığımız nedenlerle tam bir uzlaşma ve ortak kimlik tanımı hiç zaman mümkün olamayacaktır. Alevilik, bildiğimiz ve beklediğimizden daha komplike bir olaydır. Sosyolojik ve antropolojik anlamda sinkretik bir kültürdür. Çok farklı inançlar ve kültürler Alevilik potasında erimiştir. Bunu çözümlemeye çalışmak bile uzun araştırmalara ihtiyaç duymaktadır. Objektif bir Alevilik tanımı mümkün değildir. Yapılabilecek olanın en iyisi, Alevi grup ve örgütlerin kendi sübjektif algılarını ortaya koymaları ve kamuoyuyla paylaşmalarıdır.
Bizi asıl ilgilendiren nokta, Aleviliğin statüsünün nasıl düzenleneceği sorunudur. Bu konuda da iki tür tartışma yapılmaktadır. Büyük bir kesim, söz konusu meseleyi laiklik perspektifinden bir yere yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu noktada mevcut durumun analizinde pek çok yaklaşıma rastlandığı gibi nasıl çözümleneceğine ilişkin de pek çok yaklaşım bulunmaktadır. Kimi Aleviler Türkiye’de devletin laik (yansızlık ve eşitlik anlamında) olmadığını söylerken, kimileri de bilakis Türkiye’nin laik olduğunda ısrarlı ve hatta Alevileri “laikliğin güvencesi” olarak görmektedirler. Bu yaklaşımlardan dolayı Aleviliğin statüsünün nasıl düzenleneceği konusunda da Aleviler arasında bir uzlaşma bulmak mümkün değildir. Bir örnek vermek gerekirse Cem Vakfı, Aleviliğin devlet tarafından –Diyanet gibi- resmen tanınmasını ve bir bütçe verilmesini talep ederken, diğer örgütlerin çoğu bunun devlete bağlı bir Alevilik yaratacağından endişe duymaktadırlar.
ÇOKKÜLTÜRCÜ SÖYLEMİN SESSİZLİĞİ
Aleviliğin statüsüne ilişkin ikinci bir tartışma, çeşitlilik ve tanınma politikaları açısından yapılmaktadır. Doğrusunu söylemek gerekirse sorunu bu perspektiften tartışan kesim çok küçük bir azınlıktır. Sözgelimi akademisyenlerle yapılan “2. Alevilik Çalıştayı”nda bu yönde görüş belirten kimse çıkmamıştır. Tarafımızdan kısmen gündeme getirilen bu yaklaşıma göre sorun, dinî, kültürel ve etnik farklılıkların nasıl ele alınacağı sorusu etrafında dönüp dolaşmaktadır. Bu konuda dünyada koskoca bir literatür oluşmuştur. Yetmişli yıllarda Kanada’da başlayan çokkültürlülük tartışmaları, zamanla tüm dünyaya yayılmış ve bu konuda kuramsal ve pratik pek çok yaklaşım ortaya konmuştur. Türkiye’nin bu zengin literatürden yararlanamıyor olması büyük bir eksikliktir. Bu, aynı zamanda Türk akademi dünyasının dünyada olup bitenlere ne kadar kayıtsız (ya da habersiz) kaldıklarına değin önemli bir göstergedir.
Öteden beri Türkiye’de etnik, kültürel ve dinî farklılıklar üzerinde konuşmak, söz konusu farklılıkları/duyarlılıkları “kaşımak” şeklinde damgalanmış ve bunun Türk toplumunun “birlik ve beraberliğine” zarar vereceği ve hatta bölünmeye yol açacağı iddia edilmiştir. Bu konularda araştırma yapanlar, yabancı güçler adına çalışan bir ajan veya en azından yabancı güçlerin oyunlarından habersiz gaflet ve delalet içinde olan kişiler olarak görülmüştür.
Oysa Cumhuriyet döneminde farklılıklar meselesinin her zaman böyle algılanmadığını görüyoruz. 1924 Anayasası, “Türkiye ahalisi”nin farklı “din ve ırktan” oluştuğunu kabul ediyor ve bu unsurların “vatandaşlık bakımından Türk” olarak ifade ediyordu (88. madde). Zamanla bu madde çıkartıldığı gibi, Kürtler örneğinde görüldüğü gibi göz göre göre bir etnik grubun varlığı inkâr edilmiştir. Bu gelişmeler olmasaydı, acaba bugün Kürt sorunu diye bir sorunumuz olur muydu? Haydi diyelim ki PKK dış güçlerin beslediği ve üzerimize saldığı fabrikasyon bir terör örgütüdür. Pekiyi ya Alevileri nereye koyacağız? Şimdi Aleviler terör işlemediği için Alevilik sorunu diye bir sorunumuz yoktur mu diyeceğiz? Ya da buna rağmen bir sorunun varlığından bahsedeceksek, bu sorunun kaynağı nedir? Kaldı ki Türkiye etnik, dini ve kültürel farklılıklardan kaynaklanan sorunlarını yeterince geciktirmiş ve bunu daha fazla öteleme lüksüne de sahip değildir. Cumhurbaşkanı Gül’ün de ifade ettiği gibi bugün söz konusu sorunları çözmek için tarihi bir fırsat yakalanmıştır. Bugün sağduyu sahibi her Türkiyeli vatandaş ortada bir sorun olduğunu görmekte ve bunun çözülmesi gerektiğini düşünmektedir. Bugünkü olumlu toplumsal atmosferi ve iktidarın siyasal yaklaşımını bir daha bulamayabiliriz.
O halde çözüm nasıl olacaktır?
ÇOKKÜLTÜRCÜ YAKLAŞIMLAR
Çokkültürlülük literatüründeki yaklaşımları, kabaca üç temel yaklaşımla sınırlandırmak mümkündür:
1. Kültürel, dini ve etnik farklılıkları kabul etmek ve hatta teşvik etmeyi düşünen radikal çokkültürcü yaklaşım;
2. Söz konusu farklılıkları tali düzeyde kabul etmek ve kurumsallaştırmanın yolunu açmayı savunan liberal çokkültürcü yaklaşım;
3. Farklılıkları kamusal alanda değil özel yaşam alanıyla sınırlı olarak özgür bırakmayı düşünen cumhuriyetçi yaklaşım.
İlk yaklaşım, farklılıkları her alanda (özel ve kamusal) kurumsallaştırmayı ve paralel toplumlar yaratmayı beraberinde getireceği için çok tercih edilen bir yaklaşım değildir. Sözgelimi Kürtçe’nin ikinci bir resmi dil ilan edilmesi ve Kürtçe eğitim yolunun açılması böyle bir soruna yol açabilir. Bu nedenle ortak bir dilden vazgeçmemek gerekiyor. Bunun yanında tabi ki Kürtçe dili, seçmeli bir ders olarak okutulabilir ve bu dilde her tür yayın yapılabilir.
Üçüncü yaklaşım, Türkiye’nin uzun bir zaman hem Alevilik hem de Kürtler için de tercih ettiği bir yol olmuştur. Ama bu yaklaşımdan bile zaman zaman sapılıp inkâr ve asimilasyon politikalarına geçilmiştir. Bugün bu yaklaşımın soruna çözüm olmayacağı açıktır. Ne günümüzün demokrasi anlayışı ne de söz konusu grupların bilinçlilik düzeyi bununla tatmin bulmayacaktır.
Üçüncü yaklaşım, bana en uygun seçenek gelmektedir. O halde bu Aleviler açısından bu ne anlama gelmektedir? Alevilik, “1. Alevi Çalıştayı”nda taleplerini dile getirmişlerdir. Bu talepleri şöyle özetlemek mümkündür: Zorunlu din derslerinin kaldırılması, Alevi köylerine cami yapma politikasından vazgeçilmesi, Madımak Oteli’nin müze haline getirilmesi, Hacı Bektaş Dergâhı başta olmak üzere Alevilerin ellerinden alınmış değerlerin geri verilmesi ve cemevlerinin “ibadethane” olarak yasal statüye kavuşturulması. Bu taleplerin netleştirilmesi konusunda bir tartışma zorunludur. Sözgelimi Aleviler kendi çocukları için din derslerinden (daha doğrusu din ve ahlak kültürü dersleri) muaf talep edebilirler ama bunun tümden kaldırılması ileri giden bir taleptir. Bu konuda Sünnilerin taleplerini dinlemek ve din eğitimine –eğer söz konusu ders kaldırılacaksa- bir çözüm bulunmalıdır.
Alevi talepleri, görüldüğü üzere statükoda değişimleri içerdiği için Sünnileri de ilgilendirmekte ve dolayısıyla sorunun etraflıca konuşulması gerekmektedir. Bu süreçte sadece Aleviler değil Sünniler de görüşlerini açıklamak ve sürece katılmak zorundadırlar. Kürt sorunun da olduğu gibi, Alevi sorununun da çözümlenmesinde geniş bir toplumsal uzlaşıya ihtiyaç duyulmaktadır.
SORUNU HANGİ YAKLAŞIM ÇÖZER?
Şimdi söz konusu taleplerin liberal çokkültürcü yaklaşımla çözülüp çözülemeyeceğine geçebiliriz. Söz konusu yaklaşımın entelektüel sözcüsü Kanadalı siyaset felsefecisi Will Kymlika, Batılı anlamda ne liberalizmin ne de insan hakları anlayışının farklılıkları güvence altına alamadığını söylemekte ve modern devletin temel felsefesine köklü eleştiriler getirmektedir. Eleştirilerin özünü, bireysel haklar ile grup hakları arasındaki farklılık oluşturmaktadır. Ona göre liberal ve insan haklarına dayalı modern devlet, “birey”den yola çıkmakta ve onun haklarını güvence altına almaktadır. Oysa dini, etnik ve kültürel farklılıklar bir grupla mümkün olup “grup hakları” diye yeni bir grup haklar kategorisini kabul etmeyi gerektirmektedir. Evet, sorun gruplarının kabul edilip ya da edilmemesi etrafında dönmektedir. “Onların din ve inançlarına karışan mı var, istediği gibi cemevlerini açsınlar ve ibadetlerini yapsınlar” şeklindeki açıklamalar, sorunu bireysel bir düzlemde görmekten kaynaklanmaktadır.
Sorunu bir “grup hakkı” çerçevesinde ele aldığımızda buradaki ilk mesele söz konusu hakların devlet tarafından güvenceye alınmasıdır. Bu konuda da iki yaklaşım bulunmaktadır. Bir yaklaşıma göre devlet, hakları sadece güvenceye alır ve korur. Bu açıdan bakılınca Alevi cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi sorunu çözecektir. Ancak ikinci bir yaklaşım, hakların sadece korumakla yetinilmeyip teşvik edilmesi gerektiğini de düşünmekte ve devlete daha fazla rol tanımaktadır. Bu yaklaşıma göre cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması yetmez. Buna ek olarak cemevlerinin şehir planlarında hesaba katılması, yer tahsisi ve inşasında devlet yardımı verilmesinden tutun, bunların işler halde kalması için işletme masraflarının karşılanmasına ve dedelerin maaşa bağlanmasına kadar birçok destek verilmesi gerekmektedir.
Grup haklarının gerçekleştirilmesi için bunları bir kamu hizmeti çerçevesinde algılayan ikinci yaklaşımda devlete aktif bir rol verilmektedir. Sanırım olayın böyle bir şekilde ele alınması hususunda ne devlet katında, ne de Aleviler arasında bir uzlaşma bulunmaktadır. Bu durumda Alevi açılımı iki tür çözüm düzeyiyle karşı karşıyadır: Minimum ve maksimum çözüm düzeyi. Eğer devlet sadece grup haklarını pasif anlamda güvence altına almakla yetinecekse birinci yaklaşımla iktifa edilebilir. Yok eğer Aleviler daha ileri düzeyde bir güvence istiyorlarsa, yani tanınma ötesinde bir teşvik ve finans talep ediyorlarsa bu durumda ikinci yaklaşım gündeme gelecektir. Liberal çokkültürcü yaklaşım her ikisini de kapsayan ve dolayısıyla sorunu iki düzeyde de çözecek olan bir yaklaşımdır. İkinci yaklaşım tercih edildiğinde detaylarda birçok konunun tartışılması gerekmektedir. Sözgelimi cemevlerinin finansı hangi modelle yapılacaktır? Dünyada ve Avrupa’da birçok finans modelleri bulunmaktadır. Dolayısıyla laiklik tek bir modelle sınırlandırılamaz. Eğer Aleviler, Diyanet modeli ve mevcut din-devlet ilişkileri dışında bir öneri getirirlerse bu da tartışılmaya değer bir konu olacaktır.