Menu
imge ve gerçeklik arasında Hz. Muhammet
Deneme/İnceleme/Eleştiri • imge ve gerçeklik arasında Hz. Muhammet

imge ve gerçeklik arasında Hz. Muhammet



İnsan kendi çevresindeki şeylere anlam yükleyen bir varlıktır. Nesnelerin bizzat kendilerindeolumlu ya da olumsuz bir anlam yoktur. Nesneler dünyası, insanla anlam kazanır. Anlam yükleme sadece bir tanımlama olayı değildir, aynı zamanda davranışları da etkileyen (kimi zaman belirleyen) bir işlemdir. Nasıl tanımlarsak, öyle davranırız. Sözgelimi doğada gezen bir sürüngeni “zararlı”, “zehirli” ya da “tehlikeli” diye tanımlarsak, onlardan kaçarız. Hatta onları kovalamaya ve öldürmeye yelteniriz. Tersinden bir hayvanı “sevimli” ve “hoş” bulursak, onunla aramızdaki mesafe kısalar ve ona sevgiyle yaklaşırız. Bu kez, tam tersine ona yönelen bir tehlike ve tehdit olursa hemen onu ortadan kaldırmaya çalışırız.

Anlam yükleyen bir varlık olarak insanın çevresiyle kurduğu bu sembolik ilişki, onun eylemlerini de anlamlandıran ve açıklayan bir çerçevedir. Eğer bir kişi ya da grubun eylemlerini anlamak istiyorsak, onların davranışlarının geri planında yatan anlam, motif, beklenti ve değerlere bakmalıyız. Davranış, eylemin sadece bir parçasıdır. Eylem daha geniş bir kavram olup insanın düşünüş, duyuş ve davranışlarının toplamıdır. İnsan davranışını gözlemlemek anlamanın ilk adımıdır. Sadece dışa yansıyan jest ve mimiklerle, insanın davranışını kavramak mümkün değildir. Bundan sonra ikinci bir adım atarak, davranışın geri planını oluşturan düşünce ve duygulara da bakmalıyız. Bunu anlamanın yöntemi, söz konusu kişi ve gruba katılmak, içerden gözlem yapmak ve empati (duygudaşlık) kurmaktır. Ancak bu şekilde insanların davranışlarının derinliğine inmek mümkündür.

İnsan eylemlerini, anlam, anlam yükleme, sembolik yaklaşım ve tanımlarla kavramaya çalışan sosyolojik ve antropolojik bir kuramın (“simgesel etkileşimcilik”) sosyal gerçekliği açıklama biçimi –her kuramsal yaklaşımda olduğu üzere- elbette sınırlıdır. Çünkü söz konusu kuram, insanı anlam yükleyen bir varlık olarak tanımlarken, onun tümüyle masum bir varlık olduğundan yola çıkmaktadır. Oysa insan, aynı zamanda çıkarcı, tuzak kurucu ve dolayısıyla kötücül bir varlıktır. Bazen eşyaya ve şeylere vermek istediği anlamı verir. Bu noktada o, kendi çıkar ve zaaflarından bağımsız olarak düşünmez. Öyleyse anlam yükleme, her zaman masumane bir girişim değildir.

Bu sınırlılıkları da dikkate alarak Hz. Muhammed’in çağdaşlarından bir kısmının ona ve onun mesajına olumlu tepki verirken, neden bir kısmının bunun tam tersi bir tepki verdiklerini sorguladığımızda dikkatimi çeken şey, onların bu tutumlarının Hz. Muhammed hakkındaki beklenti ve imajlarıyla yakından alakalı olduğunu görmekteyiz. Söz konusu insanların beklenti ve imajları göz önüne alındığında o çağdaşlarının beklentilerine cevap verememiş ve dolayısıyla onlara hayal kırıklığı yaşatmıştır. Bunu, nereden anlıyoruz? Bunu söz konusu kesimlerin peygamberlik hakkındaki beklenti ve imgelerinden anlıyoruz. Elbette onların bu beklenti ve imgelerinde ne kadar samimi olduklarını da tartışacağız, ama önce bir peygamberden ne beklediklerine ve muhayyilelerinde ne tür bir imaj olduğuna bakmalıyız.

Hz. Muhammed’in peygamberliğini sorgulayanların en önemli gerekçesi, onun sıradan (bizim gibi) bir beşer olduğuna ilişkin algıları etrafında dönüp dolaşmaktadır. Onlara göre Muhammed, iddialarını kanıtlamak için bir melekle gelmeli ve mucizeler getirmeliydi. “Dediler ki: “Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda, pazarda dolaşır. Ona bir melek indirilseydi de bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya!” (Furkan, 7). Onların tanıdığı Muhammed, Mekke sokaklarında ve pazarında dolaşıyor ve herkes gibi yemek yiyordu. Oysa peygamber, daha farklı bir kişilik sergilemeliydi. Sözgelimi onunla birlikte bir melek indirilmeli ve ikisi birlikte insanları Allah’ın mesajına çağırmalıydılar!

Melekle ilgili bu talebin ne anlama geldiğini anlamak için Arap muhayyilesinde melek imgesinin ne olduğuna daha yakından bakmak gerekiyor. Araplar, dinî gelişimin öyle bir aşamasında bulunuyorlardı ki, Tanrı ile ilişkilerin sağlanmasında aracılara büyük önem veriyorlardı. Kur’an ve tarihî rivayetlerden anlaşıldığına göre Araplar, meleklerin cinsiyeti, soyu ve rolleri konusunda belirli düşüncelere sahiptiler. Buna göre onlar meleklerin dişi olduğuna inanıyor (İsra, 40) ve onları “Tanrı’nın kızları” olarak niteliyorlardı (Nahl, 57). Melekler, onların dinî ve sembolik dünyalarında iki işlevi birden görüyorlardı. Bir yandan melekler, aşkın ve yüce Tanrı ile kendi aralarında bir köprü işlevi görüyordu. Bu şekilde kendisine uzanılamayan ve kendisiyle ilişki kurulamayan soyut bir Tanrı’ya ulaşabiliyorlardı. Diğer yandan melekler, kutsal bir amaca hizmet ettiklerinden dolayı insanlar tarafından kutsallaştırılıyor ve hatta tanrılaştırılıyordu. Melekleri tanrılaştıran ya da en azından “şefaatçi” olarak kabul eden Araplar, bunların heykellerini yapmışlar ve onları simgeleştiriyorlardı. Araplar en ünlü putları olan Lat, Menat ve Uzza’yı, aslında gökte bulunan meleklerin yeryüzündeki birer sembolü ve heykeli olarak sayıyorlardı. Bu şekilde soyut Tanrı ile kendileri aralarında aracılık yapacak ve kendilerine şefaat edecek olan melekler daha somut bir kişiliğe dönüştürülmüş oluyordu.

Arapların melekler hakkındaki inançları atalarından geliyordu. Tüm geleneksel toplumlar gibi onlarda geçmişe ve atalarına büyük önem veriyor ve onlardan kalan inanç, sembol ve geleneklere sıkı sıkıya bağlıydılar. Geleneklere körü körüne bağlanmaları ve bu konudaki tutuculukları, onların yeni dine girmelerini engellemiştir. Üstelik yeni din (İslam) Tanrı’yla ilişkilerinde kendilerine daha somut bir bağlılık sağlayan meleklerin aracı ve şefaatçilik rolüne itiraz ediyordu. Yeni dine geçmek, onlar için hem eski inançlarından, geçmişlerinden ve atalarından kopmak, hem de gökle ilişkilerinin kesilmesi anlamına geliyordu. Zira dinî gelişimin bu aşamasında, Tanrı ile aracısız bir ilişki kurmayı düşünemiyorlardı.

Anlaşılan o ki melekler, Arap muhayyilesinde çok merkezi bir yer işgal ediyor ve eğer Muhammed kendini, tıpkı melekler gibi gökle ilişki kuran bir kimse olarak takdim ediyorsa, o zaman bir melekle gelerek kendilerini ikna etmeliydi. Arapların bu melek inançlarıyla Kur’an’ın öğretileri arasında kalan Hz. Muhammed, onlara durumu izah etmekte zorlanıyor ve göğsü sıkışıyordu: “Şimdi onların: ‘Ona bir hazine indirilmeli ya da onunla birlikte bir melek gelmeli değimliydi?’ demeleri dolayısıyla göğsün daralıp sana vahyolunandan bir kısmını mı terk edeceksin? (Hud, 12).

Öte taraftan Mekkeli Araplar, Ehl-i Kitap insanlarla bir arada yaşıyor ya da onlarla sık sık ilişki kuruyorlardı. Onlarla kurdukları ilişkilerde önceki peygamberlerin hikâyelerini dinliyor ve mucizelerinin olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle haklı olarak peygamberlik iddiasıyla gelmiş olan bir kimse mucize taleplerine karşılık vermeliydi. “Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bize bir mucize getir.” (Şuara, 124). Hatta onlar bu taleplerinde ileri gidiyorlar ve bayağı uçuk şeyler istiyorlardı: “Dediler ki: “Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe yahut altından bir evin olmadıkça, ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz.” (İsrâ, 90,91,92). Bu talepler karşısında Hz. Muhammed ancak şunu söyleyebilmiştir:“Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resul olarak gönderilen bir beşerim.” (İsrâ, 93). Bu kadar ileri giden talepler ve beklentilerle, buna verilen bu tür bir cevap, elbette insanlarda bir hayal kırıklığı yaratmış ve muhtemelen bu taleplere cevap veremeyen Hz. Muhammed de kendini çaresiz ve zayıf hissetmiştir.

Çağdaşlarının olağanüstü, efsanevi ve mucizevî bir kimliğe sahip peygamber imgesi ve beklentisi içinde olmaları karşısında Kur’an’ın sergilediği tavır oldukça gerçekçi ve insanîdir. Her şeyden önce Kur’an, defaatle Hz. Muhammed’in beşer kimliğine vurgu yapar ve onun başka bir biçimde sunumlanmasına itiraz eder. “De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım.” (Kehf, 110). Fakat bu dürüst tavır ve gerçekçilik, onun aleyhine olmuştur. Çünkü “İnsanlara hidayet (Kur’an) geldikten sonra onların iman etmelerine ancak, “Allah bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?” demeleri engel olmuştur.” (İsra, 94).

İkinci olarak Hz. Muhammed, Mekke toplumunda nüfuz sahibi, zengin ve okuryazar bir kişi değildi. Tam tersine anne-babası erkenden vefat etmiş olduğundan amcasının himayesinde bir yetim, gençliğinde Mekke’nin koyunlarını gütmüş, ileriki yaşlarında ise Hz. Hatice’nin emrinde ticaretle meşgul bir insandı. Üstelik o, okuma yazma bilmeyen ümmi bir kişiydi. Bu son husus, Kur’an tarafından teyit edilmektedir: “Sen şu Kur’an’dan önce hiçbir kitap okumuyor ve onu sağ elinle yazmıyordun. (Okuyup yazsaydın) o takdirde batıl peşinde koşanlar, şüpheye düşerlerdi.” (Ankebut, 48).

Üçüncü olarak Muhammed, gençliğinde de doğru bir yol üzerinde değildi. Bu konuda Kur’an açık sözlüdür: “İşte sana da, emrimizle, bir ruh (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi, kendisiyle doğru yola eriştireceğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun; göklerdeki ve yerdeki her şeyin sahibi olan Allah’ın yoluna. İyi bilin ki, bütün işler sonunda Allah’a döner.” (Şura, 52-53).

Hz. Muhammed’in bu sade, sıradan ve mütevazı konumu karşısında Mekkeli aristokratlar, büyüklenerek “peygamberlik ve vahy almak ona mı kaldı” diye sorular soruyorlar ve bu işe ondan daha fazla kendilerinin layık olduğunu söylüyorlardı. “Bu Kur’an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilseydi ya!” dediler.” (Zuhruf, 31). Araplar, sadece Hz. Muhammed’in peygamberliğini tartışmaya açmıyorlardı, bununla birlikte onun getirdiği Kur’an ayetlerinin değerini de tam olarak takdir edemiyorlardı. “Onlara karşı âyetlerimiz okunduğu zaman, “Duyduk, istesek biz de bunun benzerini elbette söyleriz. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir” dediler.” (Enfal, 31).

Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmekte zorlanan Mekkeliler, temelde kendi imge ve beklentilerinin kurbanı olmuşlardır. İmge ile gerçeklik arasındaki uçurum, onların gerçekliği olduğu gibi kavramlarına engel olmuştur. Bu ilk etapta masumane bir algı ve tutum gibi gözükse de Kur’an gerçeğin öteki yüzünü de gözler önüne sermektedir.

Hz. Muhammed’in karşıtları, bir yandan tümüyle kurgusal imge ve beklentilerle, gerçeği kabul etmeye yanaşmazken, diğer yandan da Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in içlerine düştükleri yanılgı ve çelişkileri göstermelerine rağmen kendi konumlarını gözden geçirmeyi reddetmişlerdir.

Bu yanılgı ve çelişkilerin başında melekle ilgili görüşleri gelmektedir. Kur’an, melek talepleri karşısında, Tanrı’yla doğrudan ilişki kurabilecekleri yeni bir din ve Tanrı anlayışı sunmuştur. Bu yeni öğretiyi, Kur’an bir diyalog üslubu içinde ve sorular sorarak sunmaktadır: “And olsun, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette, “Allah” derler. Öyleyken nasıl döndürülüyorlar?” (Zuhruf, 87).

Peygamberin çağdaşı olan Araplar, Allah’a inanmayan Tanrıtanımaz bir topluluk değildi. Bilakis onlar, Kur’an’ın da açıkça belirttiği gibi, Allah inancına sahiptiler. Onlar kendileri başta olmak üzere yeri göğü ve evreni yaratan kudretli ve yaratıcı bir Allah fikrine yabancı değildiler. Onların “döndürüldükleri” nokta, bu yüce Allah fikriyle birlikte bir takım aracıları kabul etmeleri ve bunları Tanrı’ya eş saymalarıydı. Bu anlamda onlar tek Tanrıcı (tevhitçi) değil, çok Tanrıcı (politeist) bir anlayışa sahiptiler. Bu anlayışın temelinde ise, şefaat düşüncesi ve Allah’a yakınlaşma fikri bulunmaktaydı. Şu ayetler bu gerçeği su yüzüne çıkarmaktadır:

“Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde onun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (Yunus, 18).

“İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. Onu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” (Zümer, 3).

Kur’an onlara sadece sahih bir Tanrı anlayışı sunmamıştır. Aynı zamanda onların peygamberler ve melekler hakkındaki görüş ve taleplerine de açık cevaplar vermiştir:

1) Sadece Muhammed değil, ondan önce gönderilen diğer peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşıda pazarda gezerlerdi (Furkan, 20).

2) “Onlar (böyle davranmakla), bulut gölgeleri içinde Allah’ın (azabının) ve meleklerin kendilerine gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar? Halbuki bütün işler Allah’a döndürülür.” (Bakara, 210).

3) Açıktan görebileceğimiz bir melek indirseydi artık iş bitirilmiş olurdu, sonra da size göz açtırılmazdı (En’am, 8).

4) “Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine), yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.” (İsra, 95).

Bu ve benzeri ayetlerde neden melek gönderilmediği izah edilmektedir. Eğer bir melek gönderilseydi, o zaman sınanmanın anlamı olmayacaktı. Oysa din demek teslimiyet demektir. Görmeden gayba ve gaybî hakikatlere iman etmek, dinin özüdür. Mekkeliler dinin doğasını bir tarafa bırakıp kendi algılarına göre şekillenen bir din anlayışının ve peygamberlik misyonunun peşine düşmüşlerdi. Sanki imtihan edilen kendileri değil de peygambermiş gibi davranıyorlardı.

Kaldı  ki eğer yeryüzündeki insanlar melekler olsaydı, o zaman melek gönderilirdi. Siz melek olmadığınıza göre, elbette size; sizi anlayan ve sizinle iletişim kurabilecek bir beşer gönderilmiştir. Bu geçmişte böyleydi, şimdi de böyledir. Bir melek gönderseydik, bu yine bir beşer kılığında olacaktı ve siz yine yanılgılara düşecektiniz. “Eğer onu (Peygamberi) bir melek kılsaydık yine onu bir adam (suretinde) yapardık2 ve onları yine içinde bulundukları karmaşaya düşürmüş olurduk.” (En’am, 9).

Meleklerle ilgili yanlış algının bir başka noktası da kendileri kız  çocuklarına hiçbir değer vermedikleri halde, melekleri “Allah’ın kızları” diye niteleyerek Tanrı’ya böyle bir şeyi yakıştırmaları ve uygun görmeleridir. Bu noktada Kur’an onların içine düştükleri çelişkiyi şu sözlerle karşılamaktadır: “Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların yaratılışına şahit mi oldular? Onların (yalan) şahitlikleri yazılacak ve sorgulanacaklardır.” (Zuhruf, 19). “Erkek size de, dişi O’na mı?” (Necm, 21).

Melekler bir tarafa “Kur’an ayetleri” karşısında da tutumları açık bir çelişki içeriyordu: Bir taraftan Kur’an’ın Muhammed gibi aristokrat olmayan bir kimseye indirilmesini, ona layık görmüyorlar –ki burada açık bir çekememezlik söz konusudur- diğer yandan da onun getirdiği ayetlerin bir benzerini söyleyebileceklerini, çünkü bunun eskilerin masallarından başka bir şey olmadığını iddia ediyorlardı.

Son olarak önemli bir tartışma konusu olan mucizelere de değinmeden geçmemeliyiz. Kur’an, bugünkü Müslümanların bile kabul etmekte zorlanacakları bir mesaj veriyor. Bu mesaja sadece Mekkeli Araplar değil, daha sonraki dönemlerdeki Müslümanlar da gözlerini kapadılar. İşte, bu konudaki en çarpıcı ayet şudur: “Bizi, (Kureyş’in istediği) mucizeleri göndermekten, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olması alıkoydu. (Nitekim) Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onlar bu yüzden zalim oldular. Oysa biz mucizeleri sırf korkutmak için göndeririz.” (İsra, 59).

Hz. Muhammed’e gönderilen en büyük mucize Kur’an’dır. O, bundan başka bir mucize göstermemiştir. Hem de tüm ısrarlara rağmen….  Çünkü geçmiş toplumların deneyimleri açıkça göstermiştir ki mucizeler insanları ikna etmeye yetmemiştir. Çünkü mucize talep eden kavimler bu kez de peygamberleri “büyücü” ve “sihirbaz” olarak yaftalayarak şarlatanlarla onları aynı konumda değerlendirmişlerdir. Demek ki mucizeler, inkârcıların inkârlarını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Bu kadar açık mucizelere bile inkârcı bir tutumla yaklaşanlar için, ilahi azab ve helak hak olmuştur. Bu kadar tarihsel tecrübeye rağmen mucize taleplerinin geri çevrilmesi, aslında onlara gösterilen bir müsamahadan ve rahmetten başka bir şey değildir.

Hz. Muhammed’e yönelik itirazlar kadar bunların temelini teşkil eden yanlış inanç, algı ve imgeler de ilginç bir şekilde meşrulaştırılmıştır. Bu meşrulaştırma çerçevesi, tarih ve tarihî anlatıları kendilerinden aldıkları atalarıdır. Araplar, tüm geleneksel toplumlar gibi geçmişe ve atalarına büyük bir önem veriyorlardı. Çünkü sahip oldukları çoğu şeyi geçmişten almışlardı. Geçmişe, atalara ve onların geleneklerine aşırı bağlılık, onları her türlü yeni fikir ve düşünceye kapalı kılmıştır. Bu nedenle Kur’an ısrarla, Tanrı, melek, mucize ve peygamberlik gibi temel konularda onların inanç ve algılarının temeli olan tarih anlayışlarına, tarihsel anlatılara ve atalarına da ağır eleştiriler getirmiştir. Buna en iyi örnek aşağıdaki ayettir: “Onlara, “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) ve Peygamber’e gelin” denildiğinde onlar, “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter” derler. Peki ya babaları bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamamış olsalar da mı?” (Maide, 104).

Özetlersek; Hz. Muhammed’in çağdaşlarının nübüvvet karşısındaki algı, imaj ve beklentileri sadece peygamberi zor duruma sokmakla kalmamış, kendilerini de bir tuzağın içine çekmiştir. Yaptıkları yanlış tanımlar, onları yanlış davranışlara sürüklemiştir. Üstelik kendi inanç ve algılarını da gözden geçirme ve değiştirme konusunda inatçı davranarak önlerine gelen nimeti tepmişlerdir. Özellikle geçmişi kutsallaştıran ve kendine referans alan eski ve yaşlı kuşaklar sonuna kadar direnmişlerdir. Bu açıdan, Hz. Muhammed onların beklentilerini yerine getirememiş ve dolayısıyla derin bir hayal kırıklığına yol açmış gözükmektedir!