Menu
“Müsâhabe” Türü Üzerine
Deneme/İnceleme/Eleştiri • “Müsâhabe” Türü Üzerine

“Müsâhabe” Türü Üzerine

Yeni Türk edebiyatında fikir yazıları olarak ele alınan edebî türler incelendiğinde temelde bu türlerin birbirlerine ait bazı ortak özellikleri bünyelerinde taşıdıkları ve birbirlerinden farklı ve açık bir veya iki özellikle ayrılarak tanımlandıkları görülmektedir. Bu düz yazıya bağlı fikir yazılarından biri de sohbet türüdür.

Sohbet türü üzerine görüş bildirmiş bazı kaynaklar incelendiğinde bunların, çoğunun akademik bir kaygıyla hazırlanmadığı ve daha çok yazılı anlatım hakkında ders kitabı olarak hazırlandıkları görülmektedir. Bugün hâlâ bu türün Türk edebiyatındaki seyrini ele almış akademik bir çalışma mevcut değildir. Yine aynı şekilde türün sınırlarını açık ve ayrıntılı bir şekilde belirleyen bir çalışma da yoktur. Şunu da belirtmek gerekir ki bu türü edebî türler arasında sayan yazar sayısı azdır. Sohbet yazıları Türk edebiyatında Tanzimat’la birlikte gelişen gazetecilikle birlikte yerini almıştır. Türk edebiyatında daha önceleri “müsâhabe” adıyla anılan bu tür daha çok günlük olaylardan seçilmiş bir konuyla ilgili kişisel görüşlerin okuyucu ile karşı karşıya bulunuyormuş gibi konuşma havasında fazla derinliğe inilmeden kaleme alındığı yazılardır.

İnsanlar karşılıklı konuşmayı sevdiklerinden, söyleşi türündeki yazıları okumayı sever. İyi bildiği ve herkesin ilgilendiği bir konuda çoğu kişi söyleşi yazabilir. Bunun için bir konuda, ne söyleyeceğini bilmenin yanı sıra, nasıl söyleyeceğini bilmek gerekmektedir.

Sohbet yazarları, kültür, sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlarda zengin bir birikimi olan kişilerdir. Ele aldığı konuyu fazla derine inmeden, kanıtlama endişesi taşımadan âdeta okuyucularla dertleşiyormuş gibi içten anlatır. Konunun ağırlaşmaya başladığı, okuyucunun sıkılmaya başladığını düşündüğü anda bir espri yaparak, bir nükte söyleyerek, bir fıkra anlatarak okuyucunun ilgisini canlı tutmayı başarır. Ayrıca okuyucunun fikir üzerine dikkatini çekmek ve okuyucuyu düşündürmek için anlatımda yer yer sorulara başvurulabilmektedir. Düşüncelerini kimi zaman bir atasözü söyleyerek, bir vecize söyleyerek, bazen de ünlü bir düşünürün sözleriyle pekiştirir. En sıkıcı, en ağır konular bile usta bir sohbet yazarının kalemiyle şekillenince neşeyle, keyifle okunan bir yazı haline dönüşür. Sohbet yazılarında yazar, kendi kişisel görüş veya duygularına yer vermektedir

Sohbet yazılarını diğer fikir yazılarından ayıran temel özellik üsluptur. Sohbette yazar, okuyucu karşısında sıcak, içten samimî bir anlatım yolu seçmektedir. Sohbette hâkim olan anlatım tarzının birisi ile konuşuyormuş gibi senli-benli olduğudur.

Sohbet, bir yazı türü olarak Türk edebiyatına Tanzimat Dönemi’nde gazetecilikle girmiştir. Bu dönemin genel anlayışına uygun olarak yazarlar, diğer türlerde olduğu gibi, sohbette de toplumsal fayda ilkesini gözetmiş; dönemine göre sade bir dil kullanmaya çalışmışlardır.

Tanzimat Dönemi’nde Ahmet Mithat Efendi; Servet-i Fünûn Dönemi’nde ise Tevfik Fikret, Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Cahit Yalçın sohbet türünde yazılar yazmıştır. Servet-i Fünûn Dönemi’nde bağımsız çizgide eser veren Ahmet Rasim, sohbet türünün ilk yetkin ürünlerinden biri olan Ramazan Sohbetleri adlı eseri yazmıştır. Cumhuriyet Dönemi’nde Nurullah Ataç’ın Söyleşiler, Şevket Rado’nun Eşref Saat, Suut Kemal Yetkin’in Edebiyat Konuşmaları, Melih Cevdet Anday’ın Dilimiz Üstüne Konuşmalar, Ahmet Kabaklı’nın Sohbetler adlı eserleri en tanınmış örneklerindendir.

Kenan Hulusi Koray’ın da Muhit dergisinde (1929-1932) yayımlanan söyleşileri bulunmaktadır. İstanbul Şehir Üniversitesi’nin dergi arşivinde Kenan Hulusi Koray’ın Muhit dergisinde yayımladığı, Ahmet Haşim ile edebiyatımız hakkında yaptığı sohbetin üslubu oldukça ilgi çekicidir. Koray’ın bu sohbeti nasıl bir ruh hali içinde ve atmosferde yazmış olduğunu bilmek yazıyı okunabilir kılmaktadır. Aynı zamanda Meşrutiyet sonrası “Tekçi Öz Şiir” tarzının büyük şairi olan Ahmet Haşim’in edebiyatımız hakkındaki görüşlerini de öğrenmiş olacağız. Hem 4 Haziran 1933’de vefat eden Ahmet Haşim’i hem de 23 Mayıs 1943’de Vefat eden Kenan Hulusi Koray’ı milletimizin diline, sanatına yaptığı büyük hizmetleri düşünerek hürmetle ve rahmetle anıyoruz. Bu makale ile de iki değerli edebî şahsiyeti yâd edelim.

 

Edebiyatımız Hakkında Ahmet Haşim Bey Ne Diyor?

 

Bir Nisan günü; saat bir buçuk sularında… Belvü apartmanına gitmek için, kim bilir nasıl bir hisle, Moda caddesini değil, Mühürdar taraflarını, bu uzun ve çapraşık yolu takip ediyorum.

 

Panjurlarını henüz daha açamayan, ağaçları yapraksız ve kapıları sımsıkı kapalı köşkler, uzak ve gürültülü bir Garp şehrinin haricinde açılmış mukavvadan bir el işi sergisi gibi.

 

Güneş olmakla beraber, ince bir su buharıyla örtülü gökyüzü, bu mukavva dekor üstüne, adeta eflatun bir abajur haliyle kapanıyor ve belki de uzaklarda, uzak deniz hattı nihayetindeki şu küçük yelkenli bu eflâtun abajurun iç sathına nakşedilmiş hakiki bir Çin minyatürüdür.

 

Fakat ben, zamanı ne kadar da yanlış intihap etmişim… Şüphe yok ki, ona gitmek için, zaman bir gün yarısı almayacaktı; her halde bir kızıllı şey; mesela bir akşam; üstümdeki bu muhayyerül’ukul abajur rengini saniyeden saniyeye değiştire değiştire yavaş ve ketum kısılıyor; belki aynı yollar; fakat hiçbir vakit böyle âsude ve donuk değil…

 

Ona gitmek için, zamanı o derece yanlış intihap etmişim ki…

 

İşte ne tuhaf… Odası içindeyim; penceresinden dışarıya, bahçesine bakıyor; her halde dalgın, muhayyelesi yüklü, soruyor!

-Neden konuşacağız?

Kolumun üstünden dizlerime doğru hafif bir şeyin düştüğünü hissediyorum; bir tüy kadar hafif ve yumuşak; başımı kaldırıyorum; iki duvarın birleştiği noktada aynalı küçük bir köşe rafı, mavi çiniden bir çiçeklik, aşağı doğru sarkan papatyalar, her halde yeni konmuş olacak, dizlerim üstüne düşen bu şeyi elimde tuttuğum kitabın içine yavaşça saklıyorum ve:

- Şüphesiz, diyorum, edebiyattan!

Birdenbire hiç ümit etmediğim ani bir hamleyle başını çeviriyor:

-Edebiyat mı, o nasıl şey… Âzası tam ve müstakil bir varlık halinde edebiyat isimli bir şey tanımıyorum.

-Zatı âlinize bunu herhalde ben öğretecek değilim.

Fakat hâlâ ve şiddetle ısrar ediyor; elleri cebinde ve sol kaşı muhayyelesinin çizdiği kavislerle hemayar olarak, adeta iğnelenmiş bir yabancı kaş gibi yukarda:

- Şimdiye kadar, diyor, hiçbir tarihi tabiinin kaydettiğinden haberdar olmadığımı bu nâşenide hayvanın nasıl bir şey olduğunu sizden öğrenmekle minnettarınız olacağım!

Bu küçük çarpışma mânidar bir sükûta inkılâp etmek üzereyken:

­­­­­­­­­­- Edebiyat, diye başlıyor, başlı başına mevcut bir şey olması gerek…

Artık kelimelerin yumuşak seyyaliyeti içine gömülüyorum; onu dinleyeceğim:

- Herhangi bir asrın hars muhassalası, o devre ait bütün bilgilerin halis cevherlerinden terekküp etmiş bir hülasadır. Bilirsiniz, eski şair zamanın en büyük bir âlimiydi: Doktordu, filozoftu, müneccimdi, filoloğdu, teoloğdu, sihirbazdı, tarihşinastı, askerdi, gemiciydi, poletikacıydı, devlet adamıydı, iktisatçıydı, ressamdı, mühendisti; ilâh…

 

Bütün umumî bilgiler bir dimağda birleşip sentezle husule getirdiği dakikada, o adam asrın en büyük edibi oluyordu. Bildiğimiz gibi şah eserler böyle zengin zekâlardan doğmuştur. “Edip” diye ayrı bir şey yoktur. Yalnız mevzuu anlatış ve anlatıştaki gaye fark ile “Edip” âlimden farklıdır. Hiçlik edebiyatın yegâne sermayesi olsaydı, edebiyatın milletler hayatında ehemmiyeti bu kadar büyük olmazdı. İşte onun içindir ki edebiyat sahasında bunca acı hüsranlar ve tevzi’ edilecek bu kadar az zafer çelenkleri var.

 

Bir sanatkâr yalnız bir zekâ ve bilgi mucizesi değil aynı zamanda bir göz, bir burun, bir sinir, bir kalp, bir duyuş ve anlayış mucizesidir. Dimağı ve eti ile herkesin fevkinde olmadıkça binlerce insanın bir zevk ve teessür merkezi olmak payesine eremez.

 

Bu yumuşak ve harikulade seyyal anlatış, bütün düşüncelerimi, yavaş yavaş Payelenin mukaddimesine doğru götürüyor; biraz bahsetmek istiyorum; fakat birden bire kesiyor:

- Her yaşın, diyor, bir anlayışı var: eskiden elbise modaları gibi san’at ve fikir modalarının mevcut olduğuna inanmıştım. Fakat bugün anlıyorum ki, zaman zaman doğup ölen şekiller haricinde, hiçbir yeni tekemmüle muhtaç olmayan bir edebiyat var. Bunu belki geç anladım.

Şimdi okuduğum eserlerde aradığım şey, o eseri insanlığın büyük şah eserleriyle akraba eden bağlardır.

Burada sordum:

- Şu halde efendim, bizim edebiyatımız bir edebiyat olabilmek ve aynı zamanda, insanlığın söylemiş olduğunuz büyük şaheserlerine bağlanabilmek için, hangi karakteristik noktaya doğru gitmelidir?...

- Bizim edebiyatımız bir edebiyat olabilmek için ne yapmalıdır; bunu bilmem… Bildiğim şu ki, bugünkü gibi olmaktan artık kurtulmalıdır. Cebinde yeni bir dünyanın anahtarı ile haftada bir ufuklardan Bâb-ı Âli’ye gelen perişan saçlı, dâhi bakışlı, dâhi yürüyüşlü kimselerin şakası diyelim fazla sürmüştür zannediyorum. Bunların her biri yakından veya uzaktan ismini işittikleri ve tabi’ oldukları memleketlere göre yazıyor; biri Rus, biri Alman, biri Fransız… Dünya üzerinde ne kadar medeniyet varsa bizim de bir birinden o kadar farklı edebiyatımız var. Her yabancı bir modeli taklit ederek dünyaya yeni bir duygu usulü getirdiğini zannediyor.

- Evet, yalnız şunu söylemek isterim ki,hedefini bulmamış olan bu edebiyat içinde hiçbir şey yok mu?...

O vakit, gözlerinin harikûlade samimi bir ışıkla yandığını görüyorum:

- Yakup, diyor, Yakup…

Ve ışıklı bir denizaltı kadar serinlik hissini veren bu oda içinde, yine elleri cebinde olduğu halde:

-Şu baş, diye ilave ediyor, kürrei arzın en büyük zekâlarından birinin başıdır. Edebiyatımız bütün zavallılıklarının tesellisini, bu başın asîl mahsulatını okuyarak bulabilir.

Duvarın filiz rengi sathında, Yakup’un adeta canlanmış gibi duran bir portresini gösteriyordu.

-Sonra, şüphesiz ki Falih… Bugünün en kudretli edebi Pol Moran Falih’in bir eşidir.

O zaman ayağa kalkıyorum; ve onunla beraber, Ateş ve Güneş müellifine uzun uzun bakıyoruz.

Bu oda, ne kadar da çok bir sabah denizine girmiş kadar tazelik ve serinlik hissini veriyor. Havasıma itimadım olmasa, teneffüs ettiğim bu hava içinde ellerim bir su kitlesi arayacak ve güneşi aksettiren yeşil ve hareli mermerlerin nerde saklı olduğunu soracağım.

Bununla beraber yine bir denize girmiş kadar göğsüm yavaş yavaş hareket ede ede, bu oda içine bakıyorum: adeta, muhayyerül’ukul bir deniz mahlûku gibi kızıl camlı bir saat ve belki de aradığım yeşil ve hareli mermerler üstünde garip bir sesle yürüyor; yanında bir takvim; alüminyum çerçeveli bir ayna ve mavi taştan orta Afrikalı bir kadın mâbude… Pencerelerin duvar dibinde bir büst… Ona bakarken içimden yavaş yavaş tekrarlıyorum:

                                             

                                             Bî-haber gövdeme gelmiş konmuş,

                                            Müteheyyiç, mütekallis bir baş;

                                            Ayırır sanki bu baştan etimi

                                            Ömr-i ehrâma muâdil bir yaş!..

 

ve duvarlarda Gri-Çenko’nun üç tablosu…

Kapı yavaşça vuruluyor; havasımın dakikalardan beri aradığı bir denizin içeriye dolacağını zannediyorum, fakat onun sesi:

- Sizi, diyor, çay içirmeden bırakmayacağım!...

Bu satırları yazdığım dakikalarda, bu kızıl çayın buruk ıtrını, dilimin ucunda hâlâ ve kuvvetle duymaktayım.

                                                                                

                                                                                                                    KENAN HULÛSİ

 

Not: Sohbetin Muhit dergisindeki orijinal hali korunarak aynen yazılmıştır. Bu nedenle bazı kelimeler dönemin imla kuralları ile yazılı bırakılmıştır.

 

Kaynak:

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

İstanbul Şehir University Repository TT -507600

Muhit dergisi s 8-9

Serdar Odacı, (2001),”Türk Edebiyatında Sohbet Türü Üzerine Bazı Görüşler”, Türkbilig 2: 92-96

 

FATMA LEYLÂ

Hacettepe Üniversitesi Almanca Biyoloji Öğretmenliği’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Fen Fakültesi Sistematik Zooloji Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. TÜBİTAK Deniz Bilimleri Çevre Araştırma Grubu’nun projelerinde araştırmacı olarak çalıştı. Şiirleri halen Edebi Kültür Dergisi sitesinde yayınlanmakta.