1.
Hakikat, daima tek bir şeyin hakikati olsa da, onun dile getirilmesi olarak güzel söz, yeni hakikatlere pencere açması, hakikatin hayat ve beyan esasında kapsamının genişletilmesi bakımından çok katlı, çok boyutlu bir yapı arz eder.
Zira her güzel söz verimlilik, bolluk, bereket, ihsan, nimet, bağış, kerem anlamında tekvinî olarak vahdete ve kesrete tabidir. Bu manada her söz “kün”den bir öze ve “besmele”den bir biçime sahiptir.
Ecdadımız söz konusu öz ve biçimi dikkate alarak, daima güzel sözü kayda geçirmeye, yenilerini söyleyerek onu çoğlatılmaya gayret etmişlerdir. Hatta kimileri, en güzel sözleri seçip derlemek suretiyle, hem ilgililerine bir hizmet sunmuşlar, hem de başkalarının söylediklerini kayda geçirmek (hıfzetmek) suretiyle, güzellikte onları aşan (tekrarlamaktan kaçınan) yeni bir imkan ve yönelim elde etmişlerdir.
Bugün bizler de gerek mezkur derlemelerden, gerekse yeni okumalarımızdan, güzel sözler elde etmeye devam etmekle kalmıyor, şu devir itibariyle sosyal medya diye adlanadırılan sanal alanlarda onları paylaşarak, çok hızlı bir şekilde yayılmalarına da katkıda bulunuyoruz.
Elbette, hemen her güzel söz ilk söylenişi itibariyle, belirli bir bağlama aittir ve paylaşılması o bağlamda (dolayısıyla sözün kendisinde) bir yaralamayı göze almakla mümkündür. Ama sözün kaderi (hilkati, yapısı) hep böyle değil midir zaten?
Ben de cehlimle ulaştığım bu husustan cesaret alarak, Şeyh Muhyiddin’in sözlerinden, nasipse zaman zaman alıntılar yapacağım. Bununla, onun sözlerini mümkün olabildiğince bağlamında sabit tutmaya ve sosyal medyadaki muhtemel yağmalanmaya karşı, onun doğrusunu nakletme cihetinden kısmen engel olmaya çalışacağımı umuyorum:
Şeyh Muhyiddin’den esas alacağım ilk eser, Fütûhât-ı Mekkiyye’dir. Ekrem Demirli tarafından tercüme edilmiş ve Litera Yayıncılık tarafından 2006 – 2012’de 18 cilt halinde yayınlanmıştır.
Şeyh Muhyiddin diyor ki:
“Müminlerin seçkinlerinin takip ettiği Allah’a giden yol dört kısımdır: Dürtüler, çağrılar, ahlak ve hakikatler.” (FM, 1:79)
“Konuşan, öğrendiği şeyden haber verendir. (FM, 1:241)
“Akıl, Hak’tan alır nefse verir, nefis akıldan alır ve ondan fiil meydana gelir.” (FM, 1:255)
“Hak ile kullar arasında inayetten başka bağıntı, hükümden başka sebep, ezelden başka vakit yoktur. Bunun dışında ise sadece körlük ve karıştırma vardır.” (es-Sünhaci’den nakl., FM, 1:256)
“Bazen gülme ve sevinme, kabul etme ve razı olmak anlamına gelir.” (FM, 1:269)
“İtaat öncedir, günah sonra.” (FM, 1:346)
“Topraktan olması nedeniyle Adem’e doğası gereği tevazu verilmiştir. Büyüklenirse kendisine ilişen ve Adem’in de içerdiği ateş unsuru sayesinde kabul ettiği bir durum nedeniyle büyüklenir.” (FM, 1:381)
“Selam bir duadır.” (FM, 1:411)
“Hz. Peygamber, efendisinin dövdüğü bir cariyeye şöyle demiş: ‘Allah nerededir?’ Kadın göğü işaret etmiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kadının işaretini (delil) kabul edip, sahibine şöyle demiştir: ‘Onu azad et, çünkü mümindir.” (FM, 2:77)
“Ebu’l-Bedr şöyle dedi: ‘Ebu’s-Suud, başka hiç kimseden duymadığım şu mısrayı sürekli tekrarlardı:
Ayağını ölüm batağına yerleştirdi
Dedi ki ona: Tabanının altındaki yeniden diriliştir
O şöyle derdi: Beş vakit namaz ve ölümü beklemekten başka bir şey yok! Bu sözün altında büyük bir bilgi yatar. Yine şöyle derdi: Allah karşısında adam, evcil bir kuş gibidir: dolu bir ağız, koşan bir ayak!” (FM, 2:89)
“Hz. Peygamber: Ümmetim içinde sezgi sahipleri var ise, Ömer onlardan biridir.” (FM, 2:125)
“Niyet, toprağın bitirdiği şeyler için yağmur gibidir. Niyet zatı yönünden tek, konusu –ki niyet edilen şey demektir- itibariyle farklıdır.
Netice ise niyete değil, niyetin ilgili olduğu şeye göredir. Çünkü niyetin payı, fiile yönelmek ya da onu terk etmektir.” (FM, 2:150)
“Öfke, kalbin karanlığıdır.” (FM, 2:157)
“Yaygı üzerine otur. (...) Yayılmaktan sakın!” (FM, 2:215)
“Genç, yaratıklara muamele ederken, imkanı ve kudreti ölçüsünde gücünü Hakkı razı edecek şekilde harcayan kimsedir.” (FM, 2:249)
“Sabır aydınlıktır. Tasa nefsin karanlığıdır.” (FM, 2:291)
“Adalet, alemin iyiliğinin kendisinde bulunduğu bir imkandır.” (FM, 2:311)
“Hareketi çok olan kimseye, her şeyin lüzumsuzu daha hızlı ulaşır.” (FM, 2:332)
“İnsan uyuduğunda, uyuduğu hale göre berzah alemine göçer.” (FM, 2:345)
“Düşünceler, beşincisi olmayan dört kısımdır: Rabbânî düşünce, melekî düşünce, nefsî düşünce ve şeytanî düşünce.” (FM, 2:355)
“Görüş ayrılığı, karşı tarafın görüşünü anlamamaktan ve lafızların anlamını araştırmamaktan kaynaklanır.” (FM, 2:385)
2.
Şeyh Muhyiddin’in sözlerini tematik başlıklar altında toplayabilmeyi ve bu sayede onları belli kavramlar, ıstılahlar, tanımlar, nispetler / fenomenler... bütünlüğü içinde vermeyi çok isterdim.
Ne var ki, Şeyh Muhyiddin bizim ulema ve ariflerimize mahsus bütüncül bakışla yazma tarzlarının neredeyse tamamını, kendi yazma tarzında topladığı ve bilgiyi cüziden külliye doğru, genişlemeden çok bir açılma olarak gördüğü için sözlerini de çok yönlü ve yoğun olarak bina etmiş; örneğin ilkin ahlak kelimesiyle başlıklandırılabileceğimiz bir sözünün kaydında nefs, cihat, iyilik-kötülük, sevinç, hüzün.. gibi kelimelere de en az ilk kelime kadar değer yüklemiştir.
Nitekim Hazret’ten derlediğim ve burada paylaştığım sözlerden oluşan ilk defterimin ana başlığı: “Ahlak, edep, iman, terbiye, kalp, hisler ve haller”dir. Bu nedenle ilgili seçmelerimden, kendilerine özel bir temalandırmayı okurumun anlayış ve zevkine havale etmek durumundayım.
Şeyh Muhyiddin diyor ki:
“Akıllı insan, kalbine gelen düşüncelerin hangisinin Allah’tan, hangisinin nefsinden veya melek ya da şeytan güruhundan geldiğini ayırt edebilen kişidir.” (FM, 3:68)
“Niyet, kendi etkisinin olduğu yerde hükumrandır.” (FM, 3:71)
“İnsanın rızkı, topladıkları değil, beslendiği şeydir.” (FM, 3:73)
“Zan, insanın hakikatine aittir. Binaenaleyn haya bütünüyle hayırdır, ‘haya imandandır’ ve ‘haya ancak iyilik getirir.” (FM, 3:78)
“İman, bilgide daha tamdır.” (FM, 3:124)
“İnsanın vatanı, kulluğudur.” (FM, 155)
“Niyet, amelin ruhu ve hayatıdır. (FM, 3:160)
“Bedel, bedeli olduğu şeyin yerini almalıdır.” (FM, 3:183)
“Hüküm, hale uyar ve hüküm, hallerin ve isimlerin yer değiştirmesiyle yer değiştirir.” (FM, 3:183)
“Şirk koşan kimse, özü gereği necistir.” (FM, 3:208)
“Kendi nefsiyle Rabbinden perdelenen kimse temiz değildir.” (FM, 3:211)
“Kalp, Allah’ın kulda baktığı yerdir. Şeriat ise, insanın dışına bakar ve dünya yurdunda, yükümlülük aleminde insanın batınına değil dışına ve zahirine dikkat eder.” (FM, 3:218)
“Kulluk, bütün yükümlülükleri ortaya çıkaran birleştirici nedendir.” (FM, 3:220)
“Kulun seçim sahibi olması, seçimde mecbur (zorlanan) olmasıdır.” (FM, 3:277)
“Allah, kalbi kırık olanlarla beraberdir.” (FM, 3:292)
“Eller, kuvvetin yeridir.” (FM, 3:373)
“Şehadet, iddiamahallidir.” (FM, 3:394)
“Hal, Allah’a yaklaştıran bir şey değildir. Dünya ise (Allah’a) yaklaştıran sebeplerin bulunduğu yerdir. Ahiret ise, yakınlık yeridir. Gerçek bilgin, her niteliği kendi yerinde hüküm sahibi yapar. Halin hükmü ise ahirettedir. Bilgi ise, hem dünyada hem ahirette, kısaca her yerde hüküm sahibidir. Çünkü onun üstünlüğü eksiksizdir.” (FM, 4:63)
“Kalp, kayıtsız anlamda geniş olandır.” (4:71)
“Davranış dili, söz dilinden daha açıktır.” (FM, 164)
“İnsan, hakikatleri bulundukları hal üzere öğrenmeyi sağlayan görme makamıdır. Allah’ın Peygamberi ihsanı, Cebrail’e işaret ettiğimiz şekliyle yorumlamıştır (Allah’ı ‘görür gibi’ ibadet etmek).” (FM, 4:189)
“Dünya hayatıteklif ve amel yeridir.” (FM, 4:189)
“Dünya, sakınma yeridir. (...) Dünya hayatı bir emniyet ve güven yeri değildir. Hikmetli ve bilgili insan, her mertebeye o mertebenin müstehak olduğu şekilde davranır.” (FM, 4:193)
“Secde etmek, kalbe vaciptir.” (FM, 4:198)
“Bedende bir organ vardır, düzgün olduğunda bedenin diğer kısımları da düzelir, bozulduğunda ise bedenin diğer kısımları da bozulur. Dikkat edin! O kalptir!” (FM, 4:253)
“Maddi ve manevi bütün iyilikler, nefislerin sadakasıdır. (...) İnsan bir sadaka vereceği zaman, önüne çıkan ilk muhtaç kendisi olacaktır.” (FM, 4:291-292)
“İmanasıl, amel ise, hiç kuşku yok ki, bu asılın bir feridir.” (FM, 4:324)
“İnsan vaktinin oğludur (ibnü’l-vakt); ne geçmiş zamanın ne de gelecek zamanın oğludur. Bununla beraber insan geleceğe niyet edip geçmiş hakkında temennide bulunabilir. Fakat bütün bunlar, şimdiki zamanda yapılır. Şu halde insan, geçmiş ya da gelecek zamanda değil, şimdiki zamandadır.” (FM, 4:327)
“Sorulan şeyin cevabını gizleyen kimseyi Allah ateşe kor.” (FM, 4:337)
“Bilgin, insanların muhtaç olduğu bilgisinin onlar adına kendisinde bir emanet olduğuna inanmalıdır. Dolayısıyla bilginin bilgisindeki yetkisi, emanetçinin emanetteki hükmü gibidir. Ya da bilgin, bilgisinin insanların kendisindeki bir alacağı olduğuna inanmalıdır. Bu durumda, bilgili kişi borçlu insana benzer.” (FM, 4:336-337)
“Bilginin miktarı manevi, amelin miktarı ise duyusal bir şeydir.” (FM, 4:361)
3.
“İnsan” der Şeyh Muhyiddin, “hakikati bakımından tek, güçleri bakımından çoktur.”
Bu çokluk nedeniyle, insanı -ve dolayısıyla kendimizi- anlamakta ve tanımakta güçlük çekeriz. Zira duyular, duygular, kalp, akıl, hayal, idrak ve irade esasında çoğalan o güçler, insanı mekan edinme bakımından, tek bir öze sahip olsalar da, yerleşme düzeylerinin her fertte farklı olması nedeniyle farklılaşırlar.
Şeyh Muhyiddin, Fütûhât-ı Mekkiyye’sinde, söz konusu güçleri, bilmeyi irade edenlere tezahürleriyle birlikte anlatmıştır. Şeyh’in bundan asıl maksadının ne olduğunu ise, Frithjof Schoun’un şu cümlelerine yaslanarak verebiliriz:
“İnsanın akıl, irade ve duygudan yaratıldığını söylemek, insanın Hakikat, Yol ve Erdem için yaratıldığını söylemektir. Bir başka deyişle: Akıl, Hakikat’i kavramak için, irade Mutlak İyi üzerinde yoğunlaşmak için ve duygu Hakikat’e ve İyi’ye uymak için yaratılmıştır. ‘Duygu’ yerine ‘nefs’ veya ‘sevme melekesi’ de diyebilirdik, çünkü bu insanın temel bir boyutudur; duygu, çoğu zaman düşünüldüğünün aksine, bir zayıflık değildir; bilakis ‘Tanrı, Sevgidir’ sırrına uygun şekilde İlahi Tabiat’a katılmaktır.” (Bir Merkeze Sahip Olmak, çev.: Tahir Uluç)
Seçilmiş sözlerin yenisinde bu bağlamı lütfen gözetelim.
Diyor ki Şeyh Muhyiddin:
“Kendine karşı samimi olan kişi, nefsinin ırzını sakınan kişidir. Bu da, insanın kendisine verdiği sadakadandır.” (FM, 4:396)
“Düşünen nefs için hal, hayvani nefs için mizaç gibidir. Mizaç, beden üzerinde hükümran olduğu gibi, hal de nefs üzerinde hükümrandır.” (FM, 4:431)
“Bir araya gelme, ayrılmanın varlığına kanıttır, çünkü ayrışma olmasaydı bitişme olmazdı.” (FM, 4:450)
“Tahmin, bilgiye, ölçülerin belirlenmesine ve kesin görüşe gereksinim duyan tehlike bölgesidir. (...) Tahmin, baskın zan demektir.” (FM, 5:19)
“Aruz, insanın kendi niyeti olmaksızın, yaptığı iyiliklerden insana gelen şeydir. Ya da niyetin şart koşulmadığı, fakat yapıldığında insanın sevap aldığı amellerden insana gelen şeydir. Hz. Peygamber (müslüman olan birine) şöyle buyurur: ‘Yaptığın bir iyilik nedeniyle müslüman oldun.’ Yani, (daha önce yaptığın) o davranışın sevabı da senindir.” (FM, 5:29-30)
“Gereksiz işler, izin verilmiş davranışlara ilave şeylerdir.” (FM, 5:43)
“Zevk, ilahi tecellinin kaynağıdır. (...) Zevk (tatma), bir şeyi tadan insanda meydana gelen bir ilişkidir (nispet).” (FM, 5:55-56)
“(...) İnsan bedeni ve güçleri, onun şehri, bölgesi ve tebaasıdır. Sen, Hakkın şeriatında senin adına belirlediği şekilde, o güçlerde tasarruf yapmakla yükümlüsün. Sen, başkasından değil, o güçlerden sorumlu bir çobansın. Çünkü Allah, herkesi kendi haline ve imkanına göre yükümlü tutmuştur, kimseyi başkasının dururmundan yükümlü tutmamıştır. Öyleyse ‘Herkes kendi yaptığının rehinidir.’ Ve ‘Herkes kendi adına mücadele eder.’ Her insanın yükümlülüğü boynuna asılmıştır.” (FM, 5:120)
“Düşünce ve kıyastan hareket edenler, hikmeti tesadüfen bulabilirler.” (FM, 156)
“Hasret kelimesi ‘hasertü es-sevbe anni (elbiseyi kendimden çıkardım)’ ifadesinden gelir. Böylelikle elbisenin altındaki ortaya çıkar.
Pişmanlık ise, bu en yüksek makamda insanın komşusunu ve arkadaşını görmesidir.” (FM, 5:163)
“Binek, bedenin kendisidir. Çünkü beden, ruhun bineğidir. Bu ruh, nefse üflenmiş insan hakikatidir.” (FM, 5:252)
“Ziyaret, meyletmek demektir. Ve (ziyaretin masdarı olan) ‘zever’ kelimesi de buradan gelir.” (FM, 5:265)
“Fiil, fail ve edilgen arasındaki bir haldir.” (FM, 5:274)
“Kavisin eğriliği, onun doğruluğudur.” (FM, 5:283)
“Kulun kendisinden ortaya çıkan fiildeki etkisi, sadece kazanımdır. Kazanım, kulun o fiili tercih etmesidir. Kul ne zorlanmıştır ne de o fiili yapmada mecburdur.” (FM, 5:324)
“Kulun hakikati ihmaldir ve ihmalden onu ancak Alah koruyabilir. (FM, 5:418)
“(...) İnsan ancak insan olması bakımından haddi aşar. Bu durumda onun hayvanilik yönü, insanilik yönüyle yer değiştirmiştir. Bu aşamadaki asıl ise asıldan kaynaklanır, çünkü asıl zenginlik ve istiğna sahibidir.” (FM, 5:422)
“Asıl, bir şeyin varlığı değil, hakikatinin sabit olmasıdır.” (FM, 6:35)
“Arzu, gerçekte nefsin kölesidir, çünkü o nefsin niteliklerinden biridir.” (FM, 6:27)
“İnsanın hakikati, konuşmadır (nutk). Sustuğunda ise, haliyle kendisini yalanlar.” (6:51)
“Zan –tercihte bulunacak şekilde–, herhangi bir konuda kesin bilgisi bulunmayan insandan çıkar.” (FM, 6:125)
“İnsan, hayale eşlik eden doğal düşüncenin düşüklüğünden yükselir. Hayal ise, duyudan ve duyulurdan (bilgisini) alır.” (FM, 6:178)
4.
Edmund Husserl’in “Dışarıya gitme kendine dön” sözüne tabi olarak, Algının Fenomenolojisi’ni Husserl fenomomenolojisinin çerçevesine oturtan Maurice Marleau-Ponty, fenomenolojik dünyanın saf varlığın dünyası olmadığını, deneyimlerimizin birbiriyle ve başkalarınınkiyle kesişmesinde, birbirlerine zincirlenmesinde ortaya çıkan anlam olduğunu belirterek, şu hükme ulaşır:
“Fenomenoloji, dünyanın ifşası olarak, kendi kendine dayanır ya da dahası, kendi kendini temellendirir.” (Algının Fenomenolojisi, çev.: Emine Sarıkartal, Eylem Hacımuratoğlu, İthaki Yayınları, İstanbul 2016)
Şeyh Muhyiddin’in seçilmiş sözlerinden oluşan yeni metne iki filozofun cümleleriyle başlamamın nedeni, “Hazretin sözlerinden görüleceği üzere, fenomenoloji bizde çok önceden vardı” deme sakilliğine düşmek için değildir. Bilakis, arif ile filozofu, tefekkür gayeleri itibariyle birbirlerine indirgemekten kaçınmanın gereğine inanarak, fenomenolojizim yapmanın sakıncasını, diğer bir söleyişle, konu irfan ise fenomenolojiyi fazla abartmamak gerektiğini söylemek içindir.
Fütûhât-ı Mekkiyye’den (FM) seçilmiş sözlerin yenilerini, bu minvalde iletelim:
Diyor ki Şeyh Muhyiddin:
“Asıl sevgi, bir şeyin kendisini sevmesidir.” (FM, 6:183)
“Sohbet, konuşan ile değil, sözün verdiği anlam karşısında bir bilinç taşımayla ilgilidir. Konuşan (konuşmada) dinleyicinin tahayyülüne göre bulunur ve dinleyici sohbet ile müşahedeyi birleştirir.” (FM, 6:220)
“Adalet, kendisiyle göklerin ve yerin yaratıldığı haktır.” (FM, 6:269)
“Bilmelisin ki adl meyil demektir. Hakka yönelmek adl diye isimlendirildiği gibi, Haktan ayrılmak (başka yöne yönelmek) de cevr (zulüm) diye isimlendirilir.” (FM, 6:270)
“Fıtratın türetildiği ‘fatr’ kelimesi, parçalanma demektir.” (FM, 6:296)
“Adem’in fıtratı, Allah’ı bilmektir. Böylelikle Adem, bütün fıtratları da bilmiş olur.” (FM, 6:297)
“İsimler bizimledir, bize aittir, bize dayanır, bizde zuhur eder, hükümleri bizdedir, bizde sona ererler, bizden ifade edilirler, başlangıçları da bizdendir.” (FM, 6:298)
“Fıtrat, mümkünlerin karanlıklarının parçalanıp, suretler arasında ayrımın gerçekleşmesini sağlayan ışık ve nurdur. (...) Fıtrat, insanların üzerinde yaratıldığı şeydir.” (FM, 6:299)
“Bir şeyin ‘beşer’i onun dış yönüdür. (Aynı kelimeden türetilmiş müjde anlamındaki) ‘büşra’, ciltte meydana getirdiği belirtinin orataya çıkmasıdır.” (FM, 6:300)
“Sezgi (hadis) duyanın duyduğundan -Rabbi vasıtasıyla değil- kendiliğiyle algıladığı şeydir. İşte bu -başka bir şey değil- ilhamdır. Onu Rabbi vasıtasıyla duyarsa, bu ‘hadis’ olmaz. Burada ‘Rabbi vasıtasıyla duydu’ sözü, Allah’ın ‘Ben onun duyduğu kulağı olurum’ ifadesine işaret eder. (...)
Öyleyse (farklı) tabakalara göre bütün alem, hadiste (ilham) bulunmayı sürdürür. Allah kime onu anlamayı nasip eder de ilhamı bilirse, bu kişi sezgi sahibidir (muhaddes) ve ilham ehlidir.” (FM, 6:321-322)
“İlham alanların ilhamında genel olarak teklif yoktur. “(FM, 6:324)
“Herkes bir şeye kendi hakikatinin hükmüne göre bakar. Bu durumda ise otoritenin ortaya çıkması için didişme kaçınılmazdır. “ (FM, 6:369)
“İman, sınırlılık kabul etmeyen, sınırsız bir nitelikte ortaya çıkan parıltılı bir nurdur.” (FM, 6:384)
“Azamet, görünenin değil, görenin halidir.” (FM, 6:399)
“Sevgi, herhangi bir varlığın niteliğidir.” (7:15)
“Heybet ile celalin neticesi olan ünsiyet, Yaratanın değil, yaratılmışın iki niteliğidir.” (FM, 7:15)
“Eser niteliğin kendisiyken, nitelik de kendisiyle nitelendiği esnada nitelenenden başka değildir. Aksine o nitelenenin kendisidir.” (FM, 7:16)
“Hüküm, vakte aittir.” (FM, 7:26)
“Tasavvur sahibinin tasavvur ettiği herşey onun aynıdır, kendisinden başkası değildir. Çünkü tasavvur onun dışında değildir.” (7:45)
“Kul için Bismillah, yaratmada, Hak için ol (kün) sözüne benzer. Bazen kulun dilediği şeyler, Bismillah sözünden ve onun vasıtasıyla oluşur.” (FM, 7:51)
“Tahalli, ilahi huylarla nitelenmektir. Tasavvuf yolunda bu ‘(ilahi) isimlerle ahlaklanmaktır’ diye ifade edilir. Bize göre tahalli, isimlerle ahlaklanırken, kulun nitelliklerinin kulda sürekli gözükmesidir.” (FM, 7:59)
“Algılamak, Hak’ta yükseliş esnasında sana gelen şeyi almandır.” (FM, 7:65)
“Dinginlik, gaybın harf ile tenezzülü esnasında kalplerin bulduğu itminandır.” (FM, 7:65)
“Hâl, herhangi bir çaba ya da onu çekmek için gayret olmaksızın kalbe gelen şeydir.” (7:74)
“Vaktin otoritesi haya duygusudur. Haya, otoritesini kullanarak günahın bulunduğu kişiyle Allah’ın sınırlarını aşmak arasına girer.” (FM, 7:93)
5.
Şeyh Muhyiddin, yanlış düşüncelerden bahsederken sahiplerini zikretmez. Doğru düşünceleri ise, sahiplerinin ismini zikrederek alıntılar.
İlk tutumu, kendisini, başkalarının yanlışlarını düzeltmeye memur görmemesinden, ikinci tutumu ise Müslüman mütefekkirlerin doğrularını teyit etmekle yükümlü addetmesinden kaynaklanır.
Böylece yanlışın suretini, sahipsizliği nedeniyle daha baştan silikleştirirken, doğrunun suretini sahibinin suretine bitiştirerek, onu çift bir suretle takdim eder ki, bu sayede naklettiği doğruyu, söylenenin gücüyle söyleyenin yetkinliği arasındaki taksimde tahkim etmiş olur.
İstitareden yaptığımız bu tespitten sonra, gelelim Fütûhât-ı Mekkiyye’den (FM) seçtiğimiz yeni sözlere:
Diyor ki Şeyh Muhyiddin:
“Tövbenin tanımı, bulunulan halde ezikliği terk etmek, kaçmış olana pişmanlık ve yüz çevirdiğine bir daha dönmemeye karar vermektir. (...) Yararı ise pişmanlığın geçmiş şeyi onarmasıdır. (...) Pişmanlık, günahı akılda tutmakla mümkün olabilir. Bu günah kişi ile kaçırdığı emre itaatin arasında bir engeldir. Duruluk esnasında sıkıntıyı hatırlamak bir sıkıntıdır. Öyleyse günahı unutmak gerekir. (...) Tövbe dönmeye azmetmek değil, bir itiraf ve duadır. (...) Kul bir günah işler ve günahı bağışlayan ya da cezalandıran bir rabbi olduğunu hatırlar.” (FM, 7:93, 95, 100)
“İlahi izin, ilahi emirdir.” (FM, 7:101)
“Mücahede bir haldir amel değildir. Haller verilmiş, ameller kazanılmıştır.” (FM, 7:109)
“Bilmediğini bilmeyen kimse iki cehaletin sahibiyken, bilmediğini bilen kişi, tek bir cehalet sahibidir.” (FM, 7:129)
“Nitelik, isim ve zamir arasında ara bir şeydir.” (FM, 7:143)
“Her amel kendi hakikat ve yoluna göre bir sonuç oluşturur.” (FM, 7:163)
“Sünnetler akli delillerdir, çünkü onlar bir takım yollardır. Farzlar ise kendisine ve yaratıklarına göre Hakk’ın durumunu bildiren şeri’i bilgilerdir.” (FM, 7:190)
“Sözlükte vera, sakınmak demektir. Şeriatta ise -helalden değil- haram ve kuşkudan sakınmaktır. ‘Sana kuşku vereni vermeyen bırak.’ – Hadis.” (FM, 7:191)
“Korku, mazi olmuş sebebin yitirilmesi nedeniyle, geleceğin yitirilmesine dönüktür.” ((FM, 7:223)
“Hüzün, aşırı zoruluk ve güçlük anlamındaki ‘hazn’ kelimesinden türetilmiştir. Adamda ‘huzune’ huylarındaki zorluktur. Hüzün yitirilen şey hakkında olabilir. Yitirilen mazi geri dönmez, benzeri döner. Döndüğünde ise, bilfiil bulunduğu kimse, yitirilmiş ve geçmiş olan benzerini hatırlar. Bu hatırlama ise, özellikle nefesleri gözetmek isteyen kimsede olmak üzere kulun kalbinde bir üzüntü meydana getirir. (...) Dolayısıyla yitirmek kaçınılmaz olduğu gibi hüzün zorunludur.” (FM, 7223-224)
“Hadis: İki kişi doymaz; dünyayı talep eden kimse ve bilgiyi talep eden kimse.” (FM, 7:252)
“Tevekkül, alemde kurulmuş olan ve nefislerin kendilerine eğilme özelliğine sahip sebeplerin yoksunluğundan sıkıntı duymadan kalbin Allah’a itaat etmesi demektir. Böyle bir durumda sıkıntı duyarsa tevekkül sahibi değildir.” (FM, 7:264)
“Doğruluk bir iddia taşır. (...) Doğruluk özü gereği etkindir.” (FM, 7:330-331)
“Hakikatler, kendi alanlarında akar. Her hakikatin kendinde bir mutlaklığı vardır.” (FM, 8:13)
“Edepli insan hikmet ehlidir. Edep, bütün iyiliklerin ve vesilelerin toplamı.” (FM, 8:69)
“Edep, başkayı dikkate almak demektir.” (FM, 8:74)
“Vekil, kendisini vekil yapan üzerinde hüküm vermez. O vekil edildiği kimseler üzerinde hüküm verebilir.” (FM, 8:87)
“Eşyayı zatıyla bilmediği sürece kimse adına bilgi gerçekleşmez.” (FM, 8:106)
“Hikmetin gereği en zayıfı dikkate almaktır. (FM, 8:127)
“Sevgi, varlığın aslıdır.” (FM, 8:172)
“Kulak bazen gözden önce aşka düşer.” (FM, 8:173)
“Sevgi, iradenin özel bir ilişme tarzıdır.” (FM, 8:183)
“Şehvet doymaz, çünkü o süresi bitmeyen bir surettir.” (FM, 8:295)
“Özlem, zevk bilgisidir ve özlem duyan herkes onu kendinden bilir.” (FM, 8:296)
“Hakk’ın kalpte bulunması, sadece edepliler içindir.” (FM, 8:300)
“Adamlar hakikat ile tanınır, yoksa hakikat onlarla tanınmaz.” (FM, 8:300)
“İstidat, hayat ile ortaya çıktığında, kendisini kabul edene göre tezahür eder.” (FM, 8:329)
“Bakış, bakılanın değişmesiyle değişir.” (FM, 8:354)
“Mekan, her yerde rahmettir.” (FM, 8:354)
“Değişme, bir intikaldir.” (FM, 8:354)
“Bilginin (kendisi) değil, bilginin ilgisi yenilenir.” (FM, 9:20)
“Doğa, her zaman itidal üzeredir.” (FM, 9:71)
“Yaratılma, itidal varken mümkün değildir.” (FM, 9:92)
“Kuşkuyu ortadan kaldıran her rivayet, nakil yönünden zayıf olsa bile sahihtir.” (FM, 9:223)
”Nefs, doğası gereği artışı sever.” (FM, 9:232)
6.
İslâmî literatürdeki karşılığı ilm-i ilâhî olan metafizik, modern zamanlarda bir gerçekliği izafi olarak değil mutlak olarak bilme, bu bilmeye mahsus bakış açılarından birine yerleşme ve onu analiz, sezgi, soyutlama, temsil ya da tercümenin etkilerinden arınarak anlama çabası olarak tanıtılmıştır.
Bu vb. tanımlarda başa yerleştirilen gerçeklik terimi, materyalist algının hakimiyetindeki düşünsel ortamlarda fizikî bir şey olarak değer görmüş, fizikî olmadan zuhura çıkarılabilme özelliğine sahip zihnî şeyin ise, şey olma hak ve değeri çoğu zaman ıskalanmıştır.
Felsefede çok özel bir gayretle –hatta ilgili yönelimin düzeyine göre kimi zaman iyi niyetle- dini ve tanrıyı paranteze alma teşebbüsünün de kısmen meşrulaştırdığı bu durum, maneviyattan, gaipten, ahiret bilgisinden, basiretle görmekten, kalp ile düşünmekten ve gönül ile kuşatmaktan yoksun olduğu için, bidayetinden beri düşünsel bir kuruluğu, bir tür formalizmi beslemiş ve büyütmüştür.
Fütûhât-ı Mekkiyye’den seçtiğimiz sözlerin yenisini sunmaya hazırlanırken, Şeyh Muhyiddin’in tefekküründe, adı kadimde ilm-i ilahi, devr-i felsefede metafizik olan bilginin, maddi ve manevi düzeylere ayrılmadığını, salt kendi şeyliklerine göre bilinmek istendiğini –ki buna kısaca Hakikat diyoruz- hatırlatmak isteriz.
Bu esasta, En-Nifferî’nin “Sana görünen kendinde karar kıldığı cinsten görünür / Karar bulan ilim karar bulan cehldir / Vesvese sadece cehlde vesvese verir ve havâtır da sadece cehlde tahattur eder.” sözleriyle tahkim edebileceğimiz Şeyh Muhyiddin tefekküründen süzülenlerin değerinin iyi bilinmesinin gerektiğini vurgulayarak, ondan seçtiğimiz yeni sözleri sunuyoruz.
Diyor ki Şeyh Muhyiddin:
“Dalgınlık, uykunun başlangıcı, rüzgar için esinti gibidir.” (FM, 8:13)
“Ölüm, alışık olunana ülfet nedeniyle, istenmeyen bir durumdur. Ölüm bir ayrıştırıcıdır.” (FM, 9:20)
“Hareketin kendisi değil, benzeri yenilenir.”
“Haddi gözetmek, senin ile yalan ve hıyanet arasında bir perdedir.” (FM, 9:240)
“Hür, şeylerin ve işlerin gemini elinde tutan kimsedir. Onlar ona sahip olmaz, o onlara sahiptir, onlar kendisini yönlendirmez, o onları yönlendirir.” (FM, 9:259)
“Nefs, kendisine haz veren şeylere yönelme özelliğinde yaratılmıştır.” (FM, 9:269)
“Bast bir haldir. Onun sahibinin özelliği, her şeyi sığdırırken kendisini bir şeye sığdıramamasıdır.” (FM, 9:280)
“Fikriyle hareket eden insan, hal veya zevk sahibi değildir.” (FM, 9:313)
“Akıl, bütün güçlerden (ör.: duyulardan) yardım alırken, onlara hiçbir şey vermez.” (FM, 9:315)
“Vakit, senin üzerinde hükmü olan şeydir.” (FM, 9:378)
“Vaktin hükmü, nispetlerde bilinir.” (FM, 9:378)
“Hakikat, farklılık, benzerlik ve karşıtlığıyla varlığın kendinde bulunduğu durumdur.” (FM, 9:423)
“Gerçek, herhangi bir ilave olmaksızın, zahirde nasılsa batında (da) öyle olur.” (FM, 9423)
“Nefsin kendisi gözükmez, hükmü gözükür.” (FM, 9:424)
“İstidat, Allah’ın kalpte meydana gelmiş ipidir.” (FM, 9:441)
“İyilik, Hakk’ın fiilidir.” (FM, 10:25)
“Cömert, bedelsiz verendir.” (FM, 10:28)
“Şaşırma, aklı tevile zorlamadır.” (FM, 10:63)
“Sen, en yakın perdesin.” (FM, 10:81)
“Edebin bir gereği de, bilmediğinin bilgisini sormaktır.” (FM, 10:132)
“Mümin, kardeşiyle çok olandır.” (FM, 10:135)
“Bütün nefisler zahirde malı severler. Gerçekte ise sevilen zenginliktir (başkasına muhtaç olmamaktır).” (FM, 19:159)
“Sevgi, seven ile sevilen arasındaki ilişkidir.” (FM, 10:196)
“Hazlar yatkınlığa tabi iken, acılar da yatkınlığın olmayışından kaynaklanır.” (FM, 10:216)
“Bilgi bilinene, bilenin üzerinde bulunduğu hale göre ilişir.” (FM, 10:231)
“Herhangi bir şeye muhtaç olan kimse, ondan kesinlikle müstağni olamaz.” (FM, 10:243)
“Açlık sende bulunduğunda, sana duruluk, incelik, latiflik, kulluğa bağlanmak ve yoksulluk verir. (...) Açlık, özü gereği talep edilen bir şey değildir.” (FM, 10:243)
“Sevginin iki nedeni vardır: Birincisi nispet, diğeri ise iyiliktir.” (FM, 10:286)
“Bilgi, zanla ortadan kalkmaz.” (FM, 10:380)
“Hikmet sahibi, her şeyi yerli yerine yerleştiren ve o şeye mertebesini taşırmayan kimsedir.” (FM, 11:37)
“Doğa olmaksızın tek başına emirden bir şey meydana gelmeyeceği gibi, emir olmaksızın doğadan da bir şey meydana gelmez.” (11:174)
“Anlayış, konuşanın o sözle neyi kastettiğini anlamak demektir.” (FM, 11:280)
“Niyet, ameli korur.” (FM, 11:329)
“Hakikat bir iken, halin değişmesi nedeniyle hüküm değişir.” (FM, 11:352)
“Allah Teala Kendisini ‘iki el sahibi’ olmakla nitelemiştir ve iki el arasında bulunan berzahtır.” (FM, 12:48)
7.
Şeyh Muhyiddin tefekkürüne dair bir parantezi daha açalım.
Şeyh Muhyiddin, Felsefe’nin ve Kelâm’ın içinden değil doğrudan Kur’an’ın ve hadislerin içinden tefekkür eder. Bu manada ilk ve zorunlu teması Peygamber Efendimizledir; onun vahyin muhatabı olarak her bilgiyi ve emri Allah’tan alması, dünyevi ve uhrevi her düşünce, iş ve tutumu Allah’a göre konumlandırması Hazretin paradigmasını / tefekkürünün çerçevesini belirler.
Abdullah Kartal, “İlahi İsimler Teorisi, Allah-İnsan İlişkisi” adlı çalışmasında (Hayy Kitap, İstanbul 2009) belirttiğimiz hususu şöyle ifade etmiştir:
“..İbnü’l-Arabî, kendi şahsında temerküz ettiğini düşündüğü tasavvufu, İslami ilimlerden meşruiyet talep eden bir disiplin değil, meşruiyetini bizzat Peygamber’den alan ve dolayısıyla onlara meşruiyetini veren üst bir ilim olarak görür.”
Bu ilmin, tasavvufun yani genelde İslam metafiziğinin özelde Şeyh Muhyiddin tefekkürünün, Peygamber Efendimizden kaynaklanmasıyla, önce Allah - İnsan - Peygamber ilişkisinde toplanması ve dolayısıyla ontik düzede ele alınarak açıklanması da zaruriyet arz eder.
Hazretin gerek seçilmiş sözlerini gerekse bizzat metinlerini okurken, mezkur ontik ilginin, diğer bir söyleyişle gizli ya da açık bir şekilde bu esasa tabi olarak sorulan “İnsan sen nesin ve neden varsın?” sorusunun önemle gözetilmesi gerekir.
Bunu ana hatlarıyla hatırlattıktan sonra artık sözü Hazretin kendisine bırakabiliriz.
Diyor ki Şeyh Muhyiddin:
“İşin formu, ücretin değerini saklar.” (FM, 12:20)
“Kötülük, nefsin zatında değildir.” (FM, 12:58)
“Nefsin kabul ettiği ilk şey, eşitlik ve adalettir. (FM, 12:59)
“Ruhani güçler duyulara muhtaçtır. (...) Duyular ise başkasına değil Allah’a muhtaçtır.” (FM, 12:76)
“Hatırlanan şey, ilk bilgiye benzeyen yeni bir bilgidir. Yenilenme unutulanın hatırlanmasının verdiği açıklıkta gerçekleşir.” (FM, 12:78)
“İmam, tek başına bir saftır, çünkü o, bir toplamdır ve onun birliği toplamın birliğidir. Hak (...) toplamın birliğinde değil, birliğin toplamında saflarda duranlara tecelli eder. Çünkü saftaki şahısların her biri, namazdaki huzuruna, niyetine ve Rabbi hakkındaki bilgisine göre Rabbiyle konuşur ve bunun için Allah’ın birliği toplamında tecelli eder.” (FM, 12:88)
“Allah Tela, sana senden başka perde yaratmadı.” (FM, 12:143)
“Hz. Ali: Perde kalksaydı, yakînim artmazdı.” (FM, 12:168)
“İman, İslam ile ihsan arasında berzahtır. Bu anlamıyla ihsan, ‘istislam’ demektir.” (FM, 12:189)
“Takva, sonucu nefse zarar verecek şeylerden sakınmaktır.” (FM, 12:215)
“Faydanın anlamı, bilinene göre amel etmektir.” (FM, 12:225)
“Senin dışındaki alemin tümü ufuklardır ve onlar senin çevrendir.” (FM, 12:311)
“Konuşan, içindeki anlamın anlaşılması için, söz konusu kelimeleri dışta var etmeyi irade edendir.” (FM, 12:333)
“Varlıkta tekrar yoktur ki âdet olsun! Dolayısıyla âdet haline gelecek şey de yoktur.” (FM, 12:345)
“Halle dua etmek, sözle dua etmekten daha hamil bir duadır.” (FM, 12:348)
“Bir şeyin nuru kendisini yakmaz.” (FM, 12:349)
“İnsan kendi nefsinde bir şey haline gelecek şekilde bütün güçlerini toplarsa, himmet dilediği her şeye nüfuz eder.” (12:361)
“İbare ibareyle açıklanır.” (FM, 12:376)
“Allah insanı yapamayacağı bir işle yükümlü tutmaz; yapabileceği ise kendisinde yaratılmış istidada bağlıdır.” (FM, 13:14)
“Kulları hakkında her şey Allah katında bilfiildir, O’nun katında bilkuvve halinde bir şey yoktur.” (FM, 13:27)
“Hâller olmasaydı a’yan ayrışmayacaktı.” (FM, 13:27)
“Bir hâlin Allah üzerinde hükmünün olması mümkün değildir; hâller üzerinde hüküm sahibi olan Allah’tır. Bu nedenle Allah hâllerde başkalaşır ve hâller O’nun üzerinde başkalaşmaz.” (FM, 13:28)
“Hâlden hâle girmek Allah’ın ed-Dehr isminden kaynaklanır.” (FM, 13:30)
“Yokluk bir sebeptir, söz gelişi nispetler yokluktur.” (FM, 13:43)
“Eser nazardan değil, kabiliyetin istidadından meydana gelir.” (FM, 13:51)
“Aşırı yakınlık – tıpkı aşırı uzaklık gibi- bir perdedir.” (FM, 13:59)
“Etki (...) işaret ve remizden meydana geldiği gibi, aynı zamanda konuşma da kelâmın nazmından meydana gelmiştir.” (FM, 13:61)
“Kalem bizi ibare meydanına çekip götürmüştür. İbare dedik, çünkü tarif bazen yazı ve kitabet tarzında olabilirken genelde ve seçkinlerde bakışla da olabilir.” (FM, 13:75)
“Her zan, sahibinin zannında bulunur.” (FM, 13:121)
“Hatanın olmadığını söyleyen hatayı doğrunun parçası sayar.” (FM, 13:122)
“Bir şeyin hakikati onu ayrıştıran özelliktir.” (FM, 13:227)
8.
Nur metafiziği üzerine zihin yoran mütefekkir ve mutasavvıf büyüklerimiz, onu akıl nuru, ilim nuru ve irfan nuru olarak üçe ayırmışlardır.
İlk nur olan akla burhanı, ikinci olan ilme beyanı, üçüncü olan marifet / irfan nuruna ise ‘ayanı nispet ederek, bu yorumlarını Peygamber Efendimizin “Müminlerin ferasetinden çekinin, çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar” hadisiyle tahkim etmişlerdir.
Mezkur büyüklerimizden biri olan Şeyh Muhyiddin, nur tanımlı müstakil kitap ve risaleleriyle ilgili metafiziği, tasavvuf tefekkürü içinde bir paradigmaya dönüştürerek, ona kavramsal planda bakmanın ötesinde, doğrudan doğruya ondan elde ettiği ferasetle bakan biridir.
Fütûhât-ı Mekkiyye’den seçtiğimiz yeni sözleri sunmadan önce, “Şeyhin bakış ve söz gücü nereden geliyor?” sorusuna bir karşılık oluşturması bakımından zikretmeye değer gördük. Diğer bir söyleyişle, söyleyene Söyleten’den, söylenene nur nasibinden bir bilme ve görme olarak bakmak gerektiğine işaret etmek istedik.
Bunları beyan ettikten sonra, sözü Hazretin kendisine bırakabiliriz.
Diyor ki Şeyh Muhyiddin:
“Allah misalleri nasıl vereceğini bilir ve o misalleri sadece insanlara vereceğini bildirmiş, bize O’nun (Kendisi) için misal vermemizi yasaklamıştır. Allah bilir, biz bilmeyiz. Misal verirsek bakmalıyız! Allah o konuda insanlara bir misal vermiş ise, o misalin sınırında durmalıyız, çünkü Allah karşısında saygı ve edep bu demektir.” (FM, 13:112)
“Yitirmek de bir korunma türüdür.” (FM, 13:145)
“Hayal, hüküm veren ve kendisi de yaratılmış olsa bile hüküm altına girmeden tahakküm edendir.” (FM, 13:155)
“Özlemin en güçlü hali, sevilenin yerinin görülme vaktidir.” (FM, 13:245)
“İnsaf denilen şey şudur: Kime hakkını verirsen, ona insaf etmişsin demektir.” (FM, 13:261)
“Yazmak, bir varlık eylemidir ve yazılan şeylerin sonu olması gerekir.” (FM, 13:263)
“Bir şeyi bilmeyen o şeye hakkını veremez.” (FM, 13:262)
“İmkan, mümkünlerin zâtî özelliğidir.” (FM, 13:370)
“Söz dinleyeni aciz bırakırsa, söz delilin ta kendisidir.” (FM, 13:382)
“Varlıktaki eksiklik de varlığın kemalindendir.” (FM, 14:23)
“Hadleri uygulamak, rahmetin bir hükmüdür. Halbuki rahmetin orada görünen bir varlığı yoktur.” (FM, 14:63)
“Değerler amelin kendisi değil, Allah’ın ondaki hükmüdür.” (FM, 14:76)
“Günahın günah olduğuna inanmak da itaattir.” (FM, 14:85)
“Söz, hâl demektir.” (FM, 14:120)
“İyilik, on ile yüz bin katına kadar – aşağısı veya yukarısı da olabilir- göre değerlendirilirken, çirkin ve kötü davranış bir bir değerlendirilir.” (FM, 15:76)
“Özlem ve şevk, bilgi ölçüsündedir.” (FM, 15:83)
“Güzel ahlak, dine ve örfe göre maruf ( iyi bilinen) ahlaktır.” (FM, 15:150)
“Edep, lafızları dikkate almada tezahür eder. (...) Allah’ın kullandığı bir lafzı bırakıp, anlamca benzeri bir lafzı kullanmak, faydasız bir tahriptir.” (FM, 15:178)
“Nefis, sahili olmayan bir ummandır.” (FM, 15:179)
“Sübut halinde elem, elemi duyanın kendinde değil, elemin kendisinde sabittir ve sabit olması nedeniyle de haz alır.” (FM, 15:224)
“İnsanı tevhide ancak yükümlülük sevk edebilir.” (FM, 16:18)
“Söz bir ameldir. (...) Hatıralardan sonra, konuşmaktan daha hızlı bir amel yoktur.” (FM, 16:29)
“Allah, icabetin illetini duymak kılmıştır.” (FM, 16:103)
“Yükümlülük organları: Kalp, kulak, göz, dil, el, mide, cinsel organ ve ayak(tır).” (FM, 16:125)
“Fiilin itaat veya günah olması o şeyin kendisi değil, Allah’ın fiil hakkındaki hükmüdür.” (FM, 16:139)
“Yükümlü insan, seçmede mecburdur.” (FM, 16:141)
“Mütefekkire gücü hayal mertebesinden tasarruf eder. Başka bir ifadeyle, mütefekkire gücü ya duyu güçlerinin verileriyle veya musavvire gücünün tasarrufuyla hayal aleminde etkindir.” (FM, 172)
“Kul ile Hakk arasında söz bağından daha güçlü ve daha yetkin bir bağ yoktur.” (FM, 16:177)
“Tasvir mertebesi halk (yaratma) mertebesinin sonucudur.” (FM, 16:255)
“Tabir, rüyanın rızkıdır.” (FM, 16:272)
“Zan, bilgi değildir.” (FM, 16:317)
“Sınanmanın sebebi, kimden meydana gelirse gelsin, iddianın varlığıdır.” (FM, 16:327)
“Kendisine kızan, kendisinde meydana gelen şeyi değil, kendi yapısını cezalandırır.” (16:327)
“Nimeti verene şükür, akla göre vaciptir.” (FM, 16:376)
“Kuşkusuz güzellik zatı gereği sevilir. Bununla birlikte süs güzelliği eklendiğinde ise, ‘nur üzerine nur’ gibi güzellik üstüne güzellik olurken, muhabbet üzere muhabbet hasıl olur.” (FM, 17:43)
“Güzellik özü gereği heybet verir. Hakk ise hiçbir şey karşısında heybete kapılmaz.” (FM, 17:46)
“Ölüm, hayatın zıddı değildir.” (FM, 17:102)
9.
Diyor ki Şeyh Muhyiddin:
“Vasat (...) zahir ve batında kendisinde meydana gelen iddianın bulunduğu yerdir. Allah’ın, ilk yaratılışı ile o yaratılışa dönüşü görmeyi nasip ettiği insan iddiada bulunmaz.” (FM, 17:82)
“Kuvvet ancak toplamın (mecmu’) hakikatiyle tezahür eden şeydir. (FM, 17:82)
“Dünya insana hamiledir ve herem yani yaşlılık hali onun doğum ayıdır. Bu doğumla birlikte yeryüzü insanı karnından çıkartarak ahiret menzillerinin ilki olan berzaha doğurur. (...) Kendisine duyuda gerçekleştirmek üzere güç ve kudret yetirilemeyen bir şeyi ise insan kendi hayalinde meydana getirebilir. Hayalde meydana getirilen söz konusu şey, ahiret yurdunda duyulur olarak histe meydana gelir.” (FM, 17:83)
“Görülen, bizi görüyor olması bakımından var olan bir şeydir.” (FM, 17:132)
“Batın olan Allah değil, biziz.” (FM, 17:135)
“Bir varlık ancak kendinde bulunan bir şeyden haz alabileceği gibi, ancak kendisinde bilfiil bulunandan acı duyabilir.” (FM, 17:135)
“Görebilmenin sebebi, görülenin istidadıdır.” (FM, 17:205)
“Söyleyenin sözü, dinleyende nikahtır.” (FM, 17:229)
“Duyuya bağlı herhangi bir bilgide karışıklık bulunmazken fikrin ortaya çıkarttığı bilgilere itimat edilmez. Böyle bir bilgi süratle inkar edilir” (FM, 17:246)
“Söz, söyleyenin hakikatine göre değerlendirilir. Bazı sözler sürekliyken, bazı sözler yok olucudur; bazı sözler harfler söylenir; sözün anlamı karşısında harf zarf gibidir. Bazı sözler ise harfsizdir ve yiter gider.” (FM, 17:274)
“Hayal, kemalin ta kendisidir. Hayal olmasaydı insan diğer canlılardan üstün olamazdır. İnsan hayal gücü sayesinde koşuşturur, başarıya erer, iftihar eder, nimetlenir.” (FM, 17/274)
“İman kardeşliği emniyet kazandırır. İman bereket demektir ve mahrumiyeti götürür. Akıllı iseniz, eman/emniyet bulduktan sonra nefisleri korkutmayınız! Emin kimseler iseniz, yeminlerinizi aranızda bir kazanç kapısına çevirmeyiniz. İman, İslam ile ihsan arasındaki berzahtır. Bu itibarla iman, cisimler aleminin talep ettiği hususları İslam’dan kazanırken, ihsan sahibinin müşahede ettiklerini ihsandan elde eder. Her kim iman ederse, hiç kuşkusuz, Müslüman olmuş ve aynı zamanda ihsan sahibi (Allah’ı görür gibi ibadet eden biri) olmuştur. İki ucu birleştiren, iki iyiliği elde etmiş demektir. İman vasıtasıyla seninle Rahman arasındaki nispet kurulur ve sabit olur. O seninle ve senin için el-Mümin’dir; arzuna aykırı bir işe seni yerleştirse bile böyledir. Sakınmayı gerektiren ilahi isimler olmasaydı, emniyetin anlamı olmazdı.” (FM, 17:275-276)
“Emeli var eden iradedir.” (FM, 17:277)
“İnsanı saptıran şey benzerliklerdir.” (FM, 17:279)
“İrade, hiç kuşkusuz itidalden sapmak demektir, çünkü irade ilgilenilen ve taalluk edilen şeyin belirlenmesi demektir.” (FM, 17:285)
“Cömertlikteki ihsan ve asıldaki cömertlik faziletten kaynaklanır.” (FM, 17:293)
“Mizah yaptığında onu az yap, sıkıntıya yol açma!” (FM, 17:293)
“Ferasetin şartı imandır.” (FM, 17:315)
“Yolcu (...) yönelendir. Yolculuk Hakkın bir niteliğidir ve ancak yaratılmışa verilir. Yolculuk Hak için iniş demekken, yaratılmışta yükselmek ve ayrılmak demektir.” (FM, 17:352)
“Değişmenin nedeni yaratılmışların talep ettiği ilavelerdir.” (FM, 17:353)
“Başkalarının varlığı olmasaydı, sırlar olmazdı.” (FM, 17:357)
“Akıl, yaratılmışın bir niteliğidir ve bunun için Hak onunla nitelenmiştir. Şeriat dünyada şehvetin tasarruflarını sınırlamamış olsaydı, aklın dolaşabileceği bir alan kalmazdı.” (FM, 18:17)
“Aklın geride kalması, nakli geride olmasından kaynaklanır.” (FM, 18:17)
“Mümin yalancıyı teşhir etmez, mümini tasdik eder” (FM, 18:45)
10.
İnanmak, bilmekten önce gelir.
İnandıktan sonra bilmek, bilmeyi inanmaya tabi kılarak, inandığı konuda mutmain olmaktır.
Bu nedenle irfan ehli bilmeye ikincil bir önem vererek, inanmayı tahkikin önüne alıp, aklın değil teslim olmuş kalbin bir fiili haline getirirler. Bir şey kalbin fiili olduğunda, bilme zaten cehli talep eder; bu nedenle irfan ehlince ilim, kalp kaynağından çıkıp duyulara, akla ve tasavvura doğru bir akışı izler.
En-Nifferi, bu hususu şöyle dile getirir:
“Benim tabirimi sadece iki lisan verebilir: işareti hüccet olmaksızın ispat olan ma’rifet ile işareti hüccetle ispat eden ilim lisanı.
Marifin ma’rifeti, akan iki pınarı haizdir: İlim pınarı ile hüküm pınarı. İlim pınarının menbaı, hakiki cehldir ve hüküm pınarının menbaı da bu ilmin pınarıdır. Her kim ilim pınarından ilim alırsa, ilim ve hüküm alır; her kim ilim pınarından değil de akan ilim pınarından ilim alırsa, onu ilimlerin lisanına nakleder ve ibarelerin tercümeleri ona meyleder; o da istikrar bulmuş bir ilmi elde edemez; istikrar bulmuş ilmi elde edemeyen kişi, bir hüküm de elde edemez.”
Eserlerinde en-Nifferi’den sevgiyle söz eden Şeyh Muhyiddin’in izlediği yol da budur: Kalp, hayal hazreti, duyular ve akıl...
Fütûhât-ı Mekkiyye’den seçtiğimiz yeni sözleri sunarken, Hazretin ilgili sözlerinden kendi anlayışımız için özel pencereler edinebilmemizin, inanma şartına tabi olduğunu yeniden hatırlatmak isteriz:
Şeyh Muhyiddin diyor ki:
“Akıl neyi aklettiğini bilir. Bu itibarla akıl bir örtüdür. Çünkü kaydından kurtulmaya gücü yetmez. Akıl, oluşla (kevn) bağlanmış ve sınırlanmıştır. Aklın kaydından kurtulmuş heva da hakikati görür. (..) Hevadan başkası yoktur, emir onun emridir. Akıl heva gücüne muhtaç ve onun önünde hizmetkardır. Tasarruf, doğruluk ve doğrudan uzaklaşmak heva gücüne mahsus işlerdir. Bilgisi yüce olduğu için hükmü geneldir. Akıl, fikir düşüncesiyle ve nakil sayesinde ona baskın gelirken, onu kalplerde perdeleyen şey sadece isimdir. Her şey onun hüküm ve yetkisine bağlıdır.” (FM, 18:16-17)
“Hak’tan gelen (ilhamlar), bulutlarını yağdırmaksızın gitmezler. Bulutlardaki yağmurun yağmasıyla ortalık aydınlık dolar, bulutlar gider, ortalık açılır, yeryüzü kendi haberlerini söyler, perdelerini kaldırır, sınırlarını izhar eder, toprak nur ışıklarının vurmasıyla çiçekleri ortaya çıkartır.” (FM, 18:17)
“Ameller, Sidre-i Münteha’yı aşamazlar. Binaenaleyn ameller, diriliş gününe kadar maksatlarının bulunduğu yerde değil, işlendikleri yerde bulunurlar.” (FM, 18:23)
“Aslan, himmeti yüksek olduğu için kendi ormanını bırakmaz.” (FM, 18:45)
“Fıtrat bilgisi, Allah’ın var olduğunu bilmektir, O’nun bir olduğunu bilmek değildir.” (FM, 18:62)
“Bir kimse düşmanına acı vermek üzere intikam almaz; sadece intikam aldığı kişi vesilesiyle nefsini rahatlatmak için intikam alır.” (FM, 18:77)
“Bir şeyin yüzü, onun hakikatidir.” (FM, 18:79)
“Seven, başkasında kendisini sever. Başkasını sevmek söz konusu olmadığı gibi, hiçbir şekilde başkası sevilmez, çünkü başkasını sevmede hayır yoktur. Onda bir hayır varsa, hayır sevene döner. Demek ki insan ancak kendini sevmiştir, çünkü sevgide hayrın ve iyiliğin kendisine dönmesini talep eder.” (FM, 131-132)
“Hitap, konuşanın değil, dinleyenin değerine göre ortaya çıkar.” (FM, 18:134)
“Kuruntular, aldanış demektir.” (FM, 18:135)
“Hüküm bakmaya tabiyken, bakış da bakılanın zatından verdiğine göre hüküm verir.” (FM, 18:137)
“Açık konuşmak ve fısıltı nefsin lafzıdır.” (FM, 18:143)
“Herkes kendi hakikatine göre amel eder.” (FM, 18:186)
“Sözü amelinden sayanın sözü az olur.” (FM, 18:192)
“Güzel ahlak, kendisine karşı uygulandığı kişinin hallerine göre tezahür eder.” (FM, 18:217)
“Bir insanla hasımlaşırken ona karşı aşırı gitme.” (FM, 18:236)
“Din, samimiyet ve öğüt demektir.” (FM, 18:239)
“Mazlumun bedduasından kork çünkü onun bedduasıyla Allah arasında hiçbir perde yoktur.” (FM, 18:268)
“Zan sözün en yalan olanıdır.” (FM, 18:319)
“Bir dil değil kulak olmanı tavsiye ederim.” (FM, 18:370)
“Ebu Yezid Bestami: Siz ilminizi ölümlülerden, biz ise ölümsüz Diri’den almaktayız.” (FM, 1:73)
“Davranışımız, yazılmış bir tanıklıktır ve ondan sorumlu tutulacağız.” (FM, 1:74)
“Tevatür, bilgiye ulaştıran yollardan birisidir. Bilgiden amaç, kuşku ve tereddüt olmaksızın, bilinen şeyin bildiğimiz tarzda olduğuna dair kesin kanaatten ibarettir. (Söz konusu kanıt Kur’an’dır).” (FM, 1:83)
“Varlığı bir şeyin yokluğuna bağlı olan şey, söz konusu şey yok oluncaya kadar var olmaz.” (FM, 1:97)
11.
Fütûhât-ı Mekkiyye’den seçtiğimiz yeni sözleri, “bilim, bilgi, düşünce, düşünme ve akıl” başlığı altındaki kaydımızdan nakledeceğiz.
Bu vesileyle şu hususu belirtmeden geçmeyelim: “Din nasihattır” ki, nasihatın Kur’an ve Hadis esaslı özünde hiçbir değişme söz konusu olamaz; değişme ancak -zamanın diline, anlayışına ve taleplerine tabi olarak- nasihatın formunda meydana gelebilir.
Mezkur özü ve kendi zamanlarına en uygun formla nasihatı taşıyanlardan öyleleri vardır ki, kendilerinden sonraki zamanların muhtemel formlarını da kendi uhdelerine almışlarcasına, ahir zamandaki tüm taliplerinin tamamına birden hitap ederler. İmam el-Gazali’yi, Şeyh Muhyiddin’i, Mevlana’yı buna örnek olarak verebiliriz.
Çünkü bu zatlar, çalışarak elde ettikleri ilmin yanı sıra, çalışılarak elde edilmesi mümkün olmayan, ancak taliplerinin İlahi bir bağıştan ya da en doğru kelimeyle Rabbani bir fütûhattan (feth’e; açılmaya) nasipli olduklarına inandıkları zatlardır ve onlar da düşüncelerine tam vakıf olunabilmesi için, daha sözlerinin (eserlerinin) başında, kendilerine inanılmasını şart koşarlar.
Zikrettiğimiz bağış/nasip ve koşullandırmanın etkisinden olsa gerektir ki, taliplerinin ilgili zatların avuçlarına girivermeleri işten bile değildir; idrak, dil ve tefsir zevkleriyle kendilerine –kaçınılmaz olarak- hayran olanları, başka müelliflerden soğuttukları gibi, kendilerininkinden başka eserlerin okunmasını da gereksizleştirirler.
Ola ki, Şeyh Muhyiddin’den (Rabbimizin rahmeti daima onun üzerinde olsun), sunduğumuz seçilmiş sözlerden etkilenerek, Hazretin eserlerini okuyacak olanlara bu hususu hatırlatalım ki, nasıl bir Müslüman dehanın muhatabı olduklarını baştan bilsinler.
Şeyh Muhyiddin diyor ki:
“Bir teorik ilim sahiplerinin cevher, araz, cisim, cisimsel, ruh, ruhsal vb. terimlerini bilmeden ölse, Allah bundan hiçbir şey ona sormaz. Allah, insanlara özellikle kendilerine farz kıldığı vecibelerden soracaktır.” (FM, 1:87)
“Sahibine ezeli mutluluk vermeyen ve taşıyıcısını zamanın etkisinden kurtarmayan bilgi yararsızdır.” (FM, 1:96)
“Bir durumdan müstağni kalmayan herhangi bir şey o durumun hükmüne sahiptir.” (FM, 1:96)
“Dış varlığı ortaya çıkıp, hüküm gerektirmeyen bir şeyin zahir olması imkansızdır. Çünkü o bir bilgi ifade etmez.” (FM, 1:97)
“Bilgi bilinenin başkalaşmasıyla başkalaşmaz, fakat ilgi başkalaşır. İlgi, belirli bir bilinene dönük bir bağıntıdır.” (FM, 1:111)
“Kazanılmış bilgiler, kavramsal bir bilinenin kavramsal bir bilinene nispet edilmesinden ibarettir.” (FM, 1:111)
“Bilgi, bilinen bir şeyin hakikatini içerir. (...) Basiret (iç-göz) görmesi bilgidir, göz görmesi ise bilginin meydana gelme yoludur.” (FM, 1:112)
“Belirlenim, belirleyenin varlığını gösterir. (FM, 1:112)
“Varlıklar değişmez ve hakikatler başkalaşmaz. (...) Beka, baki olanda varlığın sürekliliği demektir, o kadar. Beka başka bir bekaya muhtaç olarak teselsüle giren bir nitelik değildir.” (FM, 1:117)
“Kelam, kelam oluşu bakımından tektir. Bölünme kelamda değil, konuşulan şeydedir. Emir, yasaklama, haber verme ve istemek kelamda tektir.” (FM, 1:117)
“İsim, isimlendirilen ve isimlendirmedeki farklılık lafızdaki farklılıktır.” (FM, 1:117)
“Sen sadece bilgiyi bildin. Bilineni bilen sadece bilgidir. Bilgi ile bilinen arasındaki derinliğine ulaşılamayan deryalar vardır.” (FM, 1:173)
“Bilgi, algılanan şeyin kendiliğinde bulunduğu hale göre algılanmasıdır. (...) Algılanması imkansız olanı bilmek ise onu idrak edememeyi bilmek demektir. Nitekim Hz. Ebubekir, idraki idrakten acizlik idraktir, demiştir.” (FM, 252)
“Kalbin özü gereği sahip olduğu parlaklık, bilginin sebebidir (ilmin kendisi değildir). Nitekim bilinenin kalp için ortaya çıkması da bir sebeptir. Bilgi bilineni kalpte meydana getiren şeydir diye iddia edersen bu doğru değildir.” (FM, 1:252)
“Akıl, Haktan alır nefse verirken, nefis de akıldan alır ve ondan fiil meydana gelir. Bu durum aklın bilgisinin iliştiği kendisinden aşağıda bulunan bütün şeylere böyle sirayet etmiştir.” (FM, 1:255)
“...Allah’ı duyu yoluyla öğrenemeyiz.” (FM, 261)
“İdrak eden insan, bir şeyi ancak o şeyin benzeri kendinde bulunduğunda idrak edebilir. (İdrak ettiği) şeyin benzeri kendisinde yok ise onu asla idrak edemez ve bilemez.” (1:263)
“İlahi ilim, bütün ilimlerin aslıdır ve bütün ilimler ona döner.” (FM, 1:413)
“İnsan gözüyle değil, düşüncesiyle bakmakla sorumludur.” (FM, 2:109-110)
“Sahih bilgiye ulaştıran yol farklı olsa bile, bu durum bilgiye zarar vermez.” (FM, 2:192)
12.
Şeyh Muhyiddin, okurlarını, daha genel söyleyişle tâliplerini şu iki konuda uyarır:
Birincisi, kendisinin fikirleri sayesinde bilmenin rahatlığına erişenlerin, o bilgilerin yaygısında oturmaları, ancak yayılmamaları; ikincisi, kendi fikirlerinden alıntı yapmaları ama onları aşırmaya kalkışmamaları.
Hazretin Fütûhât-ı Mekkiyye’sinden yaptığımız -şimdi on ikincisini sunacağımız- alıntılarda, mezkur iki uyarıya okurlarımızın da tabi olmasını istirham ediyoruz. Çünkü, bilenin bilgiden tasarrufu herkes için aynı düzeyde gerçekleşmez. Birinde sahih bir çizgiyi gösterirken, diğerinde bir sapmaya neden olabilir. Bu bakımdan, bilenin yeni bilgisinin kendindeki durumunu murakabe etmesi gerekir. Öte yandan, has bilgiler miri malı sayılsalar bile, onu ilk telaffuz edenin belirtilmesi, genel olarak düşünme emeğine karşı saygının korunmasını sağlar.
Şeyh Muhyiddin diyor ki:
“Eksiklik ve yanılma duyulardan değil, hüküm verenden -ki o akıldır- meydana gelir. Çünkü duyuların algısı, hakikatleri bunu verdiğinde, zorunludur. Akıl da zorunlu olarak idrak ettiği şeyde yanılmaz. Duyular veya fikir vasıtasıyla idrak ettiği şeyde yanılabilir. O Halde duyu, asla yanılmaz ve idraki zorunludur. (...) Yanılma gerçekte tanığa değil, her zaman (tanığın söylediğini yorumlayan ve hüküm veren) hakime nispet edilir.” (FM, 2:163)
“Arapların sözleri, insanlar nezdinde, hakikat ve mecaza dayanır. Gerçi biz bu meselede Kur’an söz konusu olduğunda onlardan farklı düşünürüz. Çünkü biz Kur’an’da mecaz olduğunu reddediyoruz. Bilakis mecaz Arapların sözlerinde bulunur. (Ek açıklama: ‘Hakikatin dili mecazi olmaz.” (FM, 2:276)
“İnsanların bir kısmı, takva’dan meydana gelen ilimlerin verilen ilimler olduğunu zanneder. Halbuki iş böyle değildir. Onlar sadece takva sayesinde elde edilen ilimlerdir. Çünkü, takvayı Allah, bu bilginin gerçekleşmesinde bir yol yapmış ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah’tan takva ederseniz, sizin için furkan yaratır (el-Enfal 8:29). Başka bir rivayette ise şöyle buyurmuştur: ‘Allah’tan korkunuz, o size öğretir’ (el-Bakara 2:282). Nitekim Allah, doğru düşünceyi de bilginin gerçekleşme sebebi yapmıştır. Fakat doğru düşüncenin bilginin gerçekleşme sebebi olması, öncüllerin düzenlenmesine bağlıdır. Aynı zamanda, gözü de görülen şeylere dair bilginin gerçekleşmesinin sebebi yapmıştır.” (FM, 2:276-7)
“Akıl, doğru sözlüden açık bir nass veya açık bir keşif geldiğinde onu reddetme hakkına sahip değildir.” (FM, 2:304)
“(Bir) Düşünür, sadece yaratılmışlar hakkında düşünebilir.” (FM, 2:326)
“Düşünceler, beşincisi olmayan dört kısımdır: Rabbânî düşünce, melekî düşünce, nefsî düşünce ve şeytanî düşünce.” (FM, 2:354)
“Ledünnî bilginin belirli bir madde olması gerekmez. İlham ise her zaman maddelerde olmalıdır. Ledünnî bilgi mutlaka isabet eder. İlham ise bazen doğru, bazen yanlış olabilir. Doğru olan kısmı ilham bilgisi diye isimlendirilirken, yanlış olanı ise ilham bilgisi olarak değil sadece ilham diye isimlendirilir.” (FM, 2:372)
“Nispetler, meydana gelen mümkünlerin kendileriyle ortaya çıktığı şeylerdir.” (FM, 2:373)
“Bizi en fazla şaşırtan durumlardan biri, insanın kendi fikir ve teorik düşüncesini taklit etmesidir. (Halbuki) fikir, insanın kendisi gibi bir yaratılmış ve Allah’ın ondan yarattığı güçlerden biridir. Allah bu kuvveti akla hizmetçi yapmıştır, akıl ise bu gücün verisinde onu taklit eder. Halbuki onun kendi mertebesini aşamadığını ve gerçekte hafıza, musavvire, tahayyül gücü gibi bir gücünün bulunmadığını bildiği gibi, dokunma, tatma, koklama, duyma ve görmeden ibaret olan güçlere sahip olmadığını bilir.” (FM, 2: 374)
“Allah kulağa yaratılışını vermiş(tir), dolayısıyla kulak kendi idrakini aşamaz. (...) Aynı şey görme gücü için de geçerlidir. (...) Duyuyla bilinen bütün güçlerde durum böyledir. Hayal de duyulara muhtaçtır, dolayısıyla hayal ancak bu gücün kendisine verdiği şeyleri kabul edebilir. Hafıza gücü ise, bu güçlerden meydana gelen şeyi hayalde tutmaz ise, onlardan bir şey hayal gücünde kalmaz. O halde hayal duyulara ve hafıza gücüne muhtaçtır. (...) Mütefekkire gücü ise, hayale geldiğinde musavvire gücüne muhtaçtır. Bunun nedeni, kendisiyle hayalin zapt ettiği şeylerden herhangi bir konuda ya da kendisiyle duyulara ve zorunlulara dayandığı kesin kanıt hakkında bir delilin formunu oluşturmasındaki muhtaçlıktır. Söz konusu şeyler, yaratılışta toplanmış şeylerdir.” (FM, 2:374-5)
“Göz, hem hayal hem de duyu gözüyle görmeyi sağlar.” (FM, 2:421)
Hazırlayan: Ömer Lekesiz
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.