“Dostun cemâlini gören göze konuş.”
Trabzonlu Mehmed Şerif el-Abbâsî
Reşehât Tercümesi
Tanrı, topraktan yarattığı insanı, attığı dünyanın içinde, indirdiği yerin yüzeyinde ikamete memur ettikten sonra, Kendisinin varlığına mahsus ona yerleştirdiği bilgiyi, onun sulbünden
gelen insan-oğluna ve kızlarına da onun aracılığıyla vermiştir.
Bu bilgiyi, ilk insanın neslinden gelenlerden peygamber olarak seçtiği kişilerle tekrarlamış ve bu yolla Kendi bilinirliğini, peygamberlerin bildirmesine tabi kıldığı gibi, insanı da Tanrı’yı akıl ve hayal hazretleriyle bilme istidadına sahip olmakla birlikte, O’nu tüm sıfatlarıyla bilmesi bakımından peygamberlerin bilgisine zorunlu olarak tabi kılmıştır.
Bu yolla, âlemde hiçbir devirde ve hiçbir şartta yokluğu söz konusu olmayan Tanrı’nın bilgisi, O’nun peygamberlere verdiği şeriat / hayat bilgisiyle birlikte tekrarlanarak sürmüş ve her ümmet kendi peygamberinin şeriatıyla bildirilenin bilgisinden yükümlü tutulmuştur.
Böylece Tanrı’nın bilgisinde (bilginin ilahî özünde) bir değişme olmadığı halde bu bilgi, peygamberlerin yöntemine, ümmetlerin idrak edilişine ve dolayısıyla onunla kurulan ilişkilerin değişmesi nedeniyle değişerek çeşitlenmiştir.
Son peygamber olan Hz. Muhammed’ (sav) in şeriatı, İslâm adıyla kemale erdirilmiş bir din olarak, hem kendisinden önceki peygamberlerin bildirdikleri Tanrı bilgisini kendi içinde toplamış, hem de kendisinden önceki ilgili bilgilerin fevkindeki bir bilginin, eksiklik kabul etmeyen nihaî kaynağı olmuştur.
Tarafe’nin Muallâka’sında yer alan, “Ey beni savaşa girmekten ve içip eğlenmekten alıkoymak isteyen kimse... (eğer bunları yapmazsam) sen, bana ebedî yaşam sağlayabilir misin? / Ölümü, durmadan akan bir ruhlar ırmağı (şeklinde görüyorum ve yarını uzak bulmuyorum. Bugün, yarına ne kadar yakındır ya!” 1 dizelerdeki ebediyet fikrinde gizlenen ve kendisine cansız aracılar (putlar) yoluyla ulaşılacağı sanılan Tanrı, Muhammedî bilgide, Müteâl olan; varlığında ve yaratmasında ortak kabul etmeyen; yarattıklarının perçeminden tutan ve insana kendi şah damarından daha yakın olan; bir ve tek olan; her varlığın kendisine ihtiyacını arz ettiği, fakat Kendisi ise hiç kimseye muhtaç olmayan; doğurmamış ve doğrulmamış; dengi, benzeri bulunmayan; sadece kendisine ibadet edilmesini talep eden Allah adıyla sabitlenmiştir.
İslâm / Müslim olanlar, Tanrı’nın varlığına dair idraklerini bu bilgi esasında kurar, dünya görüşleri ile yaşama alışkanlıklarını bu bilgi ile çerçeveler ve Tanrı’ya karşı görevlerini bu bilgiyle ifa ederler.
Müslüman zihniyetinin karakterini ve mahiyetini belirleyen bu hususların doğru anlaşılması ve çözümlenmesi de ancak aynı istikamette, aynı inanış içinde durmakla mümkün olabilir. Bu bakımdan, Müslim olanlar hakkında söylenilebilecek her söz, ileri sürülebilecek her kanaat, zihniyet çözümlemesi esasında, Allah’ın kelâmının (Kur’ân’ın) ve Peygamberinin bu kelâmı yorumlayış ve uygulayışının (hadislerinin ve sünnetinin) kendi içinden yerli yerine oturtulabilir.
Hz. Muhammed hicreti sırasında, kendisinden önceki muhacirlerin Kubâ’da mescid haline getirdikleri bir hurma kurutma yerine ulaştığında, burayı genişletmek suretiyle müstakil bir mescit olarak tekrar bina etti. Medine’ye eriştikten hemen sonra da Mescid-i Nebevî’nin yapılacağı arsayı temin ederek, mescit-ev-mektep ve merkezi bünyesinde toplayan bir mekanın inşasını başlattı (1/622).
Medine site devletinin kuruluşunu takiben başka mescitler de peş peşe yapıldı ve Hz. Muhammed’in vefatından çok kısa bir süre sonra başlayan Müslüman fetihleriyle yeryüzünün İslam açılması sürecinde yeni mescitlerin yapılması hız kazandı.
Emeviyye (14/635), Basra (14/635), Hama (15/637), Ömer (Kudüs Haremi, 16/638), Halep (15/637), Kûfe (15/637), Amr b. As (Fustat, 22 / 641-42), Kayrevan (50/670), Kubbetü’s- sahre (66-72/685-691), Tunus (84/703) camileri ve daha pek çok mekan (saray, medrese, imaret…) yaklaşık yarım asır içinde inşa edilmekle kalınmadı, izleyen elli yılda Kûfe Camii’nin yıkılıp yeniden yapılmasındaki (50/670), Ömer b. Abdülazîz’in Medine valiliği sırasında Mescid-i Kubâ’nın duvarları yontma taş ve kireç kullanılarak yenilenmesindeki... (88- 94/706-712) gibi, adlarını zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz o devir mescitlerinin tamamı yeniden bina edilirken, yeni camiler de mimari bir yetkinlikle ve dolayısıyla sanatlı olarak inşa edildler.
Bundan hareketle, hep şu soru hep sorulagelmiştir: Hz. Muhammed’in hicretiyle başlayan İslam’ın ilk yüz yılında, şehirleşme ve imar açısından kısa sayılabilecek bir sürede, bütün bunlar nasıl başarıldı?
Titus Burckhardt’ın bu soruya verdiği şu cevap, bizim de benimsediğimiz bir cevaptır:
“...Böyle bir sanatın ortaya çıkması, çeşitli kullanımlara elverişli bir benzetme yapacak olursak, tam doymuş bir eriyiğin birden kristalleşmesini anımsatır ki bu, bu durumda, olayın sadece ani oluşunu değil, fakat aynı zamanda sonuç olarak meydana gelen formlarının düzenlilik ve tecanüsünü de akla getirir. Kristalin çökelmesine takaddüm eden tam doymuşluk hâli, erken dönem İslam toplumunun fethedilen insanların kültürüyle karşılaşmalarının sebep olduğu (...) psikolojik gerilimle bir şekilde karşılaştırma yapmaya sevk etmektedir bizi; ama bu bir görünüşten ve olayın yüzeysel yönüyle ilgili olmaktan ileriye gitmez; zira, gerçekte bu tam doymuşluk hâli, gelenekte mündemiç bulunan yaratıcı imkândan başka bir şey değildir.” 2
Burckhardt’ın “...gelenekte mündemiç bulunan yaratıcı imkân” söyleyişini, yorumladığımızda şu sonuçlara ulaşırız:
İslam, Hz. İbrahim’in (as) Hanîf dinin devamıdır. Hanîflik, meali aşağıda verilen Rûm Sûresi 30:30. ayetine göre, “Allah’ın emrine teslim olup, O’nun dininden hiçbir hususta asla caymayan” demektir 3 ki, bu manada Hz. Muhammed’e de Hz. İbrahim’in dinine uyması emredilmiştir:
“Kendini bilmeyenden başka İbrahim’in dininden kim yüz çevirir? Ant olsun, biz İbrahim’i bu dünyada seçkin kıldık. Şüphesiz o ahirette de iyilerdendir.” (Bakara, 2:130)
“De ki: “Allah, doğru söylemiştir. Öyle ise hakka yönelen İbrahim’in dinine uyun. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.” (Âl-i İmrân, 3:95)
“Kimin dini, iyi ve yararlı işleri en güzel şekilde yaparak kendini Allah’a teslim eden ve hakka yönelen İbrahim’in dinine tabi olan kimsenin dininden daha güzeldir? Allah, İbrahim’i dost edindi.” (Nîsâ, 4:125)
“De ki: “Şüphesiz Rabbim beni doğru bir yola, dosdoğru bir dine, Hakk’a yönelen İbrahim’in dinine iletti. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.” (En’âm, 6:161)
“Sonra da sana, “Hakka yönelen İbrahim’in dinine uy. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi, diye vahyettik.” (Nahl, 16:123)
“Allah uğrunda hakkıyla cihat edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da Müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de insanlara şahit (ve örnek) olasınız. Artık namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ne güzel yardımcıdır!” (Hac, 22:78)
“O halde hanîf olarak dine yüzünü ikame et. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında (fetara) hiçbir değişme (tebdil) yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm, 30:30)
Bu hakikatin bize düşündürdüğü ilk şey ise, “(Yahudiler) ‘Yahudi olun’ ve (Hıristiyanlar da) ‘Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki: ‘Hayır, hakka yönelen İbrahim’in dinine uyarız. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi’. Deyin ki: ‘Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.” 4 hükmüne bağlı olarak, Hz. Adem’den bu yana yapıla gelen yeryüzündeki tanzimine dair her şeyin İslam dinine tabi olanlara miras bırakıldığıdır.
Bu manada, Hz. İbrahim ve Hanîfler tarafından yapılan ya da yaptırılan işleri ilk kristalleşme, onun dininin takipçileri olarak Müslümanların ilgili işlerini ise, bu kristalleşmenin “kemale erdirilmiş” hâli olarak almamız gerekir ki, zaten İlahî hüküm de böyle gelmiştir: “Bugün kâfirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Mâide, 5:3)
Ancak, miras konusu esasında şu hususu özellikle vurgulamamız gerekir: Yukarıda meallerini naklettiğimiz ilâhi hükümlerden de görüleceği üzere asıl mirasın, ifa edilen işler ve bunlara dair fillerden önce bir manaya mahsus olduğudur. Manadan maksat, iman yani inanmadır ki, Müslümanların yeryüzünün tanziminde, Kur’anî bir idrakin içinde -ayrıca bir ayrıştırmaya, şubeleştirmeye gerek olmaksızın- durma zorunluluğu da bu manadan / imandan kaynaklanır.
Çünkü Kur’an -imanda bölünme kabul etmeyen ancak amellerde bölünebilen- Hanîfî bir hayat nizamını, Muhammedî şeriatla yenilenmiş / kemale erdirmiş olarak bir küll halinde sunar.
Amellerden bir amel olarak sanat da bu nizam içinde sadece küçük cüzlerden bir cüzdür. İslam dairesi içinde onun büyütülmesine, araştırma konusu yapılmasına ve dolayısıyla gündemde tutulmasına neden olan şey de son tahlilde mezkur inanıştan doğan zihniyet, bakış ve bu zihniyet ile bakışı kurumlaştıran Müslüman dilidir. Sanat, bu sayede İslam medeniyetinin temel dinamiklerinden biri olmuştur. İslam medeniyetinin doğuşundaki, teşekkülündeki hızı ve hatta onun tefessüh etme nedenlerini doğru anlamanın yolu da tam buradan geçmektedir.
Bu durumda şu sorulmalıdır: Müslüman neye ve nasıl iman eder?
Bu sorunun cevabı, Hz. İbrahim’in inanışını beyan eden “Rabbi ona ‘Teslim ol / Müslim ol’ (slm/eslim) dediğinde, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum / Âlemlerin Rabbi için müslim oldum’ demişti. İbrahim, bunu kendi oğullarına da vasiyet etti, Yakub da öyle: ‘Oğullarım! Allah, sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. Siz de ancak Müslümanlar olarak ölün’ dedi.” (Bakara, 2:131-32) mealindeki iki ayet ile Hz. Muhammed’e ilk vahyedilen şu mealdeki beş ayette aranmalıdır:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!
O, insanı ‘alak’dan yarattı.
Oku! Senin Rabbin ekrem olandır.
O, kalemle yazmayı öğretendir.
İnsana bilmediğini öğretendir.” (Alak, 96:1-5)
Buna göre Müslümanlar âlemlerin rabbi olan Allah’ın varlığına ve birliğine, ona teslim olmak suretiyle iman ederler. Burada mana / iman öz, teslim olmak ise bu öze hak olan biçimdir ki, bu öz ve biçim kâmil imanın resmi olmak bakımından birbirinden ayrılmaz. Öncesindeki peygamberlerden daha çok Hz. İbrahim’in kendi yaşantısında muvahhidî örnekler olarak sûrete getirdiği bu ayrılmaz öz ve biçim, aynı zamanda onun neslinden gelen Hz. Muhammed’e miras olarak devrolmuş ve Muhammedîler de ona koşulsuz olarak iman etmeleri nedeniyle bu mirasa sahip olmuşlar, ilk inzal edilen ilk beş ayetle de o sahipliğin ilk şartına eriştirilmişlerdir.
Şöyle ki, İlk İlâhi hitap “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”, “İnsanı Yaratan ve bir olan Rabbinin adıyla O’na yönel, O’na teslim ol, O’nun varlığına ve birliğine iman et, ilk dersinin bu olduğunu bil” şeklindeki yorumu kendi içinde taşır. Dolayısıyla bu ibare amentünün ilk şartıdır.
Bu hitaptaki oku (karae: ikra’) kelimesine, çoklarının Türkçedeki ilk karşılığıyla kitap vb. bir şeyi oku-ma, daha az kullanılan ikinci karşılığıyla nazar etme ve tefekkür etme; İngilizcedeki karşılığıyla read ya da recite anlamlarının yüklendiği malumdur ancak biz, bu konuda o günden bugüne süregelen tartışmanın, bizim konumuz esasında gereksiz olduğunu düşünerek, yukarıda yaptığımız okumada sabit kalmayı tercih ediyoruz. Çünkü, Hz. Muhammed’in, İslam’ı yeni yeni tebliğ ederken, muhataplarına hitap edişinden bu sonuç çıkmaktadır. Örneğin Hz. Muhammed, çok kazançlı bir yıl geçirmiş olan Ebû Cehl’in Hubel putuna teşekkür ettiğini görünce ona şöyle söylemiştir:
“Ne oluyor sana? İlâhın sana verdi, fakat sen başkasına teşekkür ediyorsun. Allah’a yemin olsun ki, Allah’ın senden alacağı bir intikam vardır. Bunun gerçekleşeceği zamanı bekle. Yazık oluyor sana ey amca! Ben seni bir ve tek olan Allah’a davet ediyorum; çünkü O senin de senden önceki atalarının da rabbidir. Seni yaratan ve seni rızıklandıran O’dur. Eğer bana uyarsan, dünyayı da ahireti de kazanırsın.” 5
Hz. Muhammed bu sözleriyle Ebû Cehl’i, Allah’a teslim olarak, başkalarına kulluktan kurtulmaya, diğer bir ifadeyle sadece Allah’a bağlanmak suretiyle tüm dünyevî bağlardan sıyrılmaya, fert olarak özgürleşmeye davet ediyor. Zira böyle bir özgürleşmede muhatabın aklına ve ufkuna sadece Allah giriyor ve O’nun girişiyle O’nun dışındaki her şey hükmünü yitiriyor. Bu sayede, daha önce edinilmiş olunan paradigmalar, perspektifler ve perdeler de parçalanıyor. Nitekim, Zemahşerî de ‘Alak Sûresi’ni tefsirinde “İnsanı... yarattı” ifadesinin insana tahsis edildiğini, çünkü vahyin ona indirildiğini ve bu muhataplığı sayesinde onun yeryüzündekilerin en şereflisi olduğunu belirtiyor, ki ferdî özgürleşme de bu manada insanın insanlığını benimsemesiyle başlıyor. 6
Hz. İbrahim, zikrettiğimiz tarzda teslim olmakla (Bkz.: Bakara, 2:131), varlığın ve yaratmanın mahiyetini bilmekle (Bkz.: En’âm, 6:74-79) özgürleşmenin tipik örneklerinden birini vermiş ve kendi örnekliğini muvahhit manasıyla Allah’ın şeriatına tabi olacak yeni kuşaklara miras bırakmıştır. İlettiğimiz bu hususları, “ed-Din”in şeriatların toplamı olduğu düşüncesinden hareketle şöyle özetleyebiliriz:
Kulluğu, Allah’a teslim ve dolayısıyla müslim olmanın sûreti olarak nitelersek, bir müslimin yeryüzünün tanziminde, müslimce suretler meydana getirmesi de ona hak olur. Bu meydana getirişte Hanîflik mirasının Hz. Muhammed’e intikaliyle hem müslim olma hem de müslimce yaşama ve eyleme tarzında, ‘Nebevî sünnet’ (Nebevî gelenek) teriminde somutlaşan bir sürekliliğin ilim, mimari, zanaat, sanat... olarak kristalleşmek suretiyle tahakkuku da hak olur.
Bu bakımdan, Müslüman Sanatları’nın doğuşu ve oluşumu esasında, başka bir şeriata, ideolojiye, paradigmaya tabi olmaktan kaynaklanan üstünlük kompleksinin etkisiyle eser taklidinden, intihalinden... dem vurmak, en basitinden abesle iştigal etmektir.
Bu bağlamda, hangi şeriata ait olursa olsun Allah’ın adının zikredilmesi maksadıyla inşa edilen her mabet, Allah tarafından kemale erdirilmiş bir din (Bkz.: Mâide,5:3) olması hasebiyle Muhammedî şeriatın hem emanetine hem de onun kullanımına tevdi edilmiştir. Bu iki düzeye göre, Kudüs’teki Kamame Kilisesi’nin muhafaza edilmesiyle, Şam Emeviyye ve Kurtuba Ulu Camisinin kiliseler üzerine inşa edilmesi müslimlere haktır ve bunlar üzerinden onlara, sanata –mimari taklide- dahil ya da hariç bir suçlamanın yöneltilmesi, gerekçesi ne olursa olsun, Hanifî geleneğe göre peşinen yanlıştır.
‘Alak Suresi’nin, “O, insanı ‘alak’dan yarattı. Oku! Senin Rabbin ekrem olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediğini öğretendir.” mealindeki ayetlerine gelince:
İman manadır ve bu yönüyle ölçüye, tartıya, tartışmaya girmediği gibi, duyuyla algılanan bir şey de değildir. 7 O, som bir tasdik, teslim oluş ve bağlanıştır. İman mümkün olduğunda, inananın kendi varlığını tanıması gerekir ki, inandığı şeye, Tanrı’ya göre kendi varlığını doğru konumlandırsın ve O’nunla ilişkisini doğru kursun.
“O, insanı ‘alak’dan yarattı.” ibaresiyle, insana yaratılışının kendi elinde ve kendisinin seçiminde olmadığı bildirilerek, varlığının ancak Tanrı’nın eliyle ve seçimiyle mümkün olduğu söylenmektedir. Böylece inanmak, yaratışından dolayı Tanrı’ya bir borçlanmaya bitişmekte ve borçlanın borçlandığına tabi olma zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
“Oku / yönel / dersini iyi öğren Senin Rabbin ekrem olandır.” hitabında ise, borçlananın, borçlanılanın yani Tanrı’nın eline tevdi edilişi vardır. Diğer bir ifadeyle borçlanan, borçlandığı tarafından elinden bir şey eksiltilecek olan değildir, bilakis mümkün her eksiği, ihtiyacı O’nun tarafından karşılanacaktır, çünkü onun yegâne mekânı, geldiği eldir.
O el, aynı zamanda “kalemle yazmayı” öğretecektir çünkü, insanın eksiği, ihtiyacı sebepler üzerinden giderileceği için, ilgili sebeplerin hem varlığının hem de onlarla ilişki kurma tarzının da ona öğretilmesi gerekir.
Peki, neden kalem?
Çünkü, insan sûretler aleminde / düzeyinde /menzilinde hayat bulduğu için, ancak bir şeyi surete getirerek idrak edebilir. Öyle ki, Tanrı başta gelmek üzere sûrete girmeyen şeylerin sûretsizliğini bile kendi hayaline, vehmine, sezgisine... sokarak sûretlendirir.
İnsanın elindeki tek sûretlendirme aracı olan kalem, Tanrı’nın onun hakkında takdir ettiği kaderden, kendi eliyle yapabildiği ve yazabildiği her şeyi kapsamasıyla, çok geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Bu manada, hayattan ölüme, bilmekten bildirmeye, inanma biçiminden yaşama tarzına, mimariden şiire, tasvirden süslemeye, hayal etmekten kurgulamaya / ihtiraya / ibdaya, icada… varıncaya kadar her şey ancak kalem yoluyla ifade edilebilir.
“Adımlarını sık atan, en uzak mesafelere ulaşabilen alaca yılanlar gibi / siyah ayaklı (sivri ve uzun yapılı) nice desenli yazı yazan kalem var! / Onların (satır aralarında) gezinmesi, ancak bembeyaz kalemtraşların / (yontmak için) kendileriyle oynamaları halinde güzel 7 İbnü’l-Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye 3, Trc.: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006 olabilmektedir.” dizeleri zerinden kalemin vasfının çokluğuna işaret eden Zemahşerî de mezkur ayetlerin tefsirinde yazmayı ve bilmeyi doğrudan ona tabi kılar:
“....Allah Teâlâ; kullarına bilmedikleri şeyleri öğretmiş olması ve onları cehlin karanlığından ilmin ışığına nakletmesi hususundaki mükemmel keremini göstermiş ve kendisinden başkasının ihata edemeyeceği büyük bir menfaatleri barındıran ‘yazı’ ilminin üstünlüğüne dikkat dikkat çekmiştir; zira ilimlerin tedvini, hikmetli sözlerin kayıt altına alınması, öncekilerin haberlerinin, ilmî yazılarının ve Allah’ın indirilmiş kitaplarının kayıt altına alınması tamamen ‘yazı’ sayesinde gerçekleşmiştir. ‘Yazı’ olmasaydı din ve dünya işleri yolunda gitmezdi. Allah’ın dakik hikmetine ve her türlü inceliğe nüfuz eden planlamasına ‘kalem ve yazı’dan başka bir delil bulunmasaydı, bu dahi kâfi gelirdi!” 8
Neticede sanat da kalemle yapılır, insan kalem sayesinde sanatkâr olur.
Yukarıdan beri Tanrı, yaratma, okuma / iman / inanma, dünya / hayat, insan, Peygamber, ed-din, din, yeryüzünün tanzimi, kalem / yaz(g)ı, sünnet ve Nebevî geleneğin kristalleşmesi... terim ve terkiplerini üretebildiğimize göre, insan yaratımı ya da yapımı olarak sanatı da bunların oluşturduğu zihniyet / anlayış üzerinden temellendirmemiz gerekir.
Nitekim, Müslüman sanatlarının Kur’an’ın okunma ve yazılma gayretinden doğması; hayatın mabede / ev fikriyatına ve uygulamasına; musikinin okumaya / tilavete; hatta, tezyin ve tezhiple sûretlendirmeye... bitişik olması, mezkur minvaldeki temellendirmeyi zorunlu kılmaktadır.
1 Yedi Askı – Mu’allakât’ı Seb’a, Trc.: Şerafettin Yaltkaya, Büyüyenay Yayınları, İstanbul 2019
2 Titus Burckhardt, İslam Sanatı Dil ve Anlam, Trc.: Turan Koç, Klasik Yayınları, İstanbul 2013
3 Şakir Kocabaş, Kur’an’da Yaratılış – Uzayların ve Maddenin Yaratılışı, Küre Yayınları, İstanbul 2015
4 Bakara, 2:135-35; Benzer ayet ve hadisler için bkz.: Bakara, 2:285; Nisâ, 4:152; Buhârî, Tefsîr 2/11, İ’tisam 25, Tevhid 51; Müslim, Müsâfirîn 99-100; Ebû Dâvud, Tatavvu’ 4; Nesaî, İftitah 38)
5 Mukâtil b. Süleymân, Tefsîr-i Kebîr, Trc.: M. Beşir Eryarsoy, İşaret Yayınları, İstanbul 2017
6 Zemahşerî, Keşşâf Tefsiri 6, Trc.: Heyet, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul 2020
8 Zemahşerî, Keşşâf Tefsiri 6, Trc.: Heyet, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul 2020
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.