Sanatın kimi meşhur tanımları vardır ama üzerinde ittifak edilmiş bir tanımı yoktur. Çünkü sanat makama ve mertebeye değil, hal’e bağlıdır; hal ise kalbin (ki, kalp, sürekli olarak bir yönden diğerine dönen, döndürülen demektir) değişmesiyle birlikte değişir.
Dolayısıyla sanat, onu yapanın (bireyin) niyet ve eylemine göre şekillenir. Akıl, duyu ve duygulardan tesirlenen tekil niyet ve eylem ise o aklı, duyguları belirleyen zihniyete ve kültüre bağlı işlemekle, sanat da tekil bir temsilden çoğul bir temsile yükselerek o zihniyet ve kültürün adıyla nitelenir. Örneğin Çin sanatı, Batı sanatı, İslam sanatı gibi.
Diğer bir söyleyişle, sanatçı hal’e bağlı olarak sanat icra ederken ait olduğu söz konusu zihniyet ve kültürün perdesine tabi olur. Bu aynı zamanda ‘gönüllü perdelenme’yle gerçekleşen bir ‘perde-le(n)me’ seçimidir.
Misalli Sözlük’te verilen iki anlamından ‘utanma, sıkılma, mahcubiyet’ şeklindeki ilkini, ikinci anlamı olan ‘perde, örtü, engel, hâil’ anlamından tümüyle ayırarak kullanmaya başladığımız ‘hicab’ kelimesi, tasavvufta ‘arzu edilip hedeflenen şeyle, arzu edip hedefleyen arasına giren mânî’ olarak tanımlanmaktadır (Metinlerle Tasavvuf Sözlüğü). Buna göre dilimizde artık ‘hicap’ utanmanın, perde ise kapatmanın, sınırlamanın karşılığı olarak kullanılmaktadır.
Perdenin bu anlamına duyulan tepkiden olsa gerek, sanatın ‘perdeyi aralamak, görünenin ötesine geçmek’ şeklindeki bir tanımıyla da sıkça karşılaşır olduk.
İbn Arabi’nin ‘Nefsin doğası bilmediği şeyleri öğrenmeyi sevmektir’ belirlemesini esas alarak söz konusu tanıma bakarsak sanat(çı) çabasının yine doğası gereği bir iddia içerdiğine, sanatlar (dolayısıyla sanatları belirleyen zihniyetler ve kültürler) arasındaki farkın da o iddiadan kaynaklandığına hükmetmemiz yanlış bir yaklaşım olmayacak; şu halde ‘perdeyi aralamak, görünenin ötesine geçmek’ olarak sanat bu iddianın gerektirdiği yönelişe göre şekillenecektir.
Çin ve İslam sanatlarının ‘insani öz’ bakımından birbirlerine benzediklerini (ama aynı olmadıklarını) bildiğimize göre zikrettiğimiz tanımın daha çok Batı sanatına yakışan bir tanım olarak öne çıkmaktadır.
Şundan ki ‘perde/hicab’, aynı zamanda sanatçı akıl, duyu ve duygularının bir had ile mukayyet oluşundan, Tanrı’nın gücünün hadsizliğini idrak etmeye geçiş sağlar. Bu yanıyla perde Tanrı’nın gücü karşısında insanın güç vehmine düşmesinden dolayı hicabı (utanmayı) içkin hale gelir.
Tersinden bakacak olursak: Kendisinin gücünden başka bir güç olmadığını sanan sanatçı için perde onun ‘öğrenmeyi sevme’ arzusundan hadsizleşmeye geçiş sağlar. Bu yanıyla perde, kendi gücünden başka bir güç tanımayan sanatçıda doğurduğu onu aşma arzusuna bağlı hadsizlikle hicapsızlığı (utanmamayı) içkin hale gelir.
Bu halde hicabının varlığıyla bir sanatçının perde merkezli olarak erişebileceği ilk şey, öncelikle perdeleyi aralama, görünenin ötesine geçme iddiasını, Tanrı’yı daha çok zikrederek, düşünüşünde, hayalinde ve eyleyişinde O’na daha çok yer açarak, nefsinin malum arzusunu baskılamaya gerek kalmaksızın onu potansiyel bir olumsuzluktan fiili bir olumluluğa kanalize edebilmesi olacaktır.
Çünkü ‘iman duyuyla algılanan bir şey değil bir mana’ (İbn Arabi) olduğu ve perdeyle ilgili fiillerin yönleri de inanmada değil manada toplanacağı için, sanatçının zikri, düşünüşü, hayali ve eyleyişi de arzulanan mananın uğrunda olabilecek, dolayısıyla perde de sanatçı için, ‘hedeflenen şeyle, arzu edip hedefleyen arasına giren mânî’ olmaktan çıkıp yerini hicapla pekişmiş bir mana arayışının müşâhede ve mükâşefe zevkine bırakabilecektir.
İbn Arabi’nin perdeye verdiği mana bu bağlamda daha aydınlatıcı olsa gerektir: ‘Sen (mümkün) kendinden Hakkı’ı tanırsın, başkasından O’nu tanıyamazsın. Çünkü sen en yakın hicapsın (perde). Bir örtü ve perde olmanla da Hakk’ı sınırlarsın. Şu halde senin Hakk’ı bir mertebede bilmen O’nu bilmekten aciz kalışının aynısıdır.’
Şimdi perdenin ‘hedefleyenle hedeflenen arasındaki mânî’ oluşuyla, sanatçının Allah’ın gücü karşısında acziyetinden ve cehaletinden hicab duymasını birleştirerek bir sonuca varacak olursak:
Nefsin öğrenmeye olan sevgisi, sanatçının imkan ve imkansızlığını doğru idrak etmesine bağlı olarak perdenin varlığını kanıksama ve yukarıda belirtilen şekliyle (kulluk haddini ihlal etmeksizin) onu aşma arzusuna evrildiğinde, perde onun için bir bukağı, bir çatışma, bir iddia olmaktan çıkabilecektir.
Değilse, hal olarak sanatı doğuran her hal başlı başına birer perde olarak Tanrı karşısında kendi konumunu müdrik olmayan sanatçı için onu aşma /yoketme iddasıyla karanlıkta savaşma yanılgısına dönüşebilecektir.
Bu bakışla Hızırla Kırk Saat’i (Sezai Karakoç), Bir Yusuf Masalı’nı (İsmet Özel), Yokuşa Akan Sular’ı (Mustafa Kutlu), Esrârnâme’yi (Hasan Aycın), Gülşefdeli Yemeni’yi (Hüseyin Su) yeniden okumamız vardığımız sonucu teyit etmeye yeterli gelebilecektir.
twitter.com/OmerLekesiz
(YENİ ŞAFAK, 13.04.2014)
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/OmerLekesiz/sanat-perde-ve-hicab/51294
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.