Bir âmânın duygularını paylaşamayacak kadar ırağım gözsüzlüğe… Öyle ya görüyorum, çaba sarf etmeden, aksini düşünemeden, bedel ödemeden… Ancak bir o kadar yakınım karanlığa herkes gibi ama farkında değilim… Bilemiyorum, bir âmânın renklerle arasının nasıl olduğunu. Önceden kâinatı yudum yudum içen bir sinenin karanlığa ünsiyetten sonra gözyaşlarının nasıl süzüldüğünü yanaklarından aşağıya, ya da eski sıcaklığıyla süzülüp süzülemediğini… Hayatı anlamlandırmak için renkten yola çıkarken, bir anda haritasız kalmayı; duyguları dışa vururken umarsızca bir anca mahrum olmayı gözyaşından… Acaba rengi unuturlar mı yılların gelip geçmesiyle; kâinatın rengini, insanın rengini,ötekinin rengini… Yoksa yeni renkler mi biçerler kafalarında ötekilerine, yani görenlere. Ya da sahiden onları ötelerler mi, yoksa zorla umursamaz bir tavır mı takınırlar?
“Veren ve alan” ile ilgili duyguları onları teselli eder mi? Acaba sorarlar mı her derde müptela olan gibi “neden ben” diye? Acaba gecenin karanlığından farklı olmayan hayatlarının tadını sadece göze/görmeye değil, başka duygulara da dayandırmaya mı çabalarlar? Sevgileri, ilgileri, algıları nasıl etkilenir bu olumsuzluktan? Yani yeniden başlayacak kudreti kendilerinde bulabilirler mi? Yoksa kolları kanatları kırılır da, susan gözleriyle birlikte, konuşan dillerini de mi sustururlar? “Allah’ım renksiz bir dünyayı ben neyleyim!” diye, karanlıkları yırtmak isteyen çığlıklarını geceler boyu semaya yollarlar mı? Görmeden uzaklaşınca görülmeden de uzaklaştıklarını düşünürler mi? Yalnızlaş(tırıl)mayı ya da yalnızlığı nimet bilip ona uzanmayı isterler mi?
Empatiye adımlamak… Bir kez daha gözden geçiriyorum hayatımı, görmeye ne kadar anlam yüklediğimi ve ondan mahrum kaldığımda kime nasıl davranacağımı, çevremi nasıl tanımlayacağımı, duygularımı nasıl ifade edeceğimi. Zaten oldukça kaba olan üslubumun ne hale geleceğini, sevdiğimin/sevdiklerimin ve beni sevenlerin, benle ilgili kafasında yeni bir “ben” inşa edişlerini. Ve benim yeni “ben”imi inşa edişimi. Tabiat tarafından ötelenişimi, tabiatı ve “ben”im dışındaki her şeyi muhtemelen öteleyeceğimi. Susmak zorunda kalacağımı.
Çünkü görmek konuşmak demektir. Çünkü konuşurken muhatabının gözlerinin içine bakarak gözbebeğinden gönlüne giden yolu ara(ştır)mak kelam etmek demektir. İdrakin konuşması, hissin konuşması, zihnin konuşması. Acaba gözlerim benden kaçıp karanlık beni kucaklayınca, renkler eskisi gibi kalırlar mı? Onlar da üzülürler mi âşıklarının kaçışına, görünmekle değer kazanırken, bir taliplerinin karanlığa karışmasına. Sahi düşünüyorum, hissizliğe mi koşacağımı, daha mı yufka yürekli olacağımı? Herhalde kadere teslimiyet herhalde o zaman sarardı benliğimi, kadersiz yaşayan sinemi belki o zaman sığınacak bir limana fırlatırdım… Kendimi yeterli görme kibrini o zaman kırardım. Bunun adı olsa olsa, “kibrin tatlı kucaklamalarından, okşamalarından, şefkat ve ilgiye muhtaç oluşun ruh ezikliğine adımlamak” olurdu. İlgiyi bir tek “en yüce” olandan görme talebini dillendirmişken, bir anda etrafından âmâlığını giderecek gören ellere boyun eğmek. Ama geç olmaz mıydı teslimiyet için? Ve kırılmaz mıydı, saygı duyulası benlik, dik durmaya aşina kişilik?
Elimdeki değneğin gözlerim olduğunu, toplumun bana göstereceği şefkatle toplum içinde yaşayabileceğimi, okuyamayacağımı, bilgilenmek için dahi başkalarına el (kulak) açmak zorunda kalacağımı, şunu, bunu… Neleri düşünmezdim ki? Bunların her birini zihnimin bir köşesine yerleştirir, kinlerimle, tepkilerimle, öfkelerimle beslerdim, büyütürdüm…
Ya da… Susardım ve bir daha beyaz kağıdın üzerine siyah kalemimin bıraktığı izi göremeyecek olmanın küskünlüğüyle her şeyi bırakırdım… Kalemin sesiyle yetinmeyi ise herhalde sindiremezdim; yazıyı, gözü ile birlikte gönlünü de kaybetmeyenlerin üzerine yıkardım. Allah’ın, kişiliğiyle görür kıldıklarına bırakırdım. Okuyamamanın verdiği ruh inkisarıyla, kapağında kabartmalı bir şekilde ismi yazan kitapların koynunda geçirirdim gecelerimi. Tarih boyunca, göremediği halde devleşen birileri olup olmadığı araştırırdım. Ama en sonunda şunu demekten de kendimi alamazdım: “Gör(e)mediğim bir dünyayı neyleyim?” Ölmekle farkı ne ki bunun? Müstağni olmayı tabiat edinmek için bir ömür çabalayan birinin, yanındaki olmadan hiçbir iş göremediğini düşünmek çok acı. Koca koca idealleri, kucak kucak sevgisi, okumak için sıraya dizdiği yüzlerce kitabı olan birinin gözlerinin susması. Allah’ım beni böyle bir şeyle imtihan etme? Eğer böyle bir şey gelecekse başıma…
Âmâ bir empati benimki biliyorum. Gönlüm kadar kör, ufkum kadar dar, dertten uzak oluşun verdiği iç huzuru kadar çirkin. Ama bir nebze de olsa düşünceli, halden anlamaya çabalayan ve olası bir şeyi içselleştirme adına birkaç adım… Sahi, yaşamadan cevabını veremeyeceğimiz soru(n)larımız yok mu? Ya da birilerine el uzatmak için, ille de aynı payda altında buluşmak gibi bir zorunluluğumuz mu var? Bazıları için, her gün ve her ânın gece olduğunu, başka bir deyişle artık onlar için gündüzün olmadığını düşünmek gerekmez mi? Işığın onlardan kaçtığını, ışıkla beraber anlam(landırma)ların da hayatlarından ıradığını? Ya da gerçekten ırayıp ıramadığını? Çıkış yollarını, umutlarını…
Bilmeye hasret…