Muhafazakârlık, bir dünya görüşü ya da inançolmaktan ziyade siyasal bir felsefedir. Bu siyasal felsefe, insan-toplum ve devlet ile bunlar arasındaki ilişkiler konusunda özgül bir görüş sunmaktadır. Muhafazakârlık (conservatism), Latince “conservare” sözcüğünden gelmektedir. Bu sözcük, “korumak” (özellikle bozulmamış bir halde muhafaza etmek) anlamına gelmektedir. Siyasal bir ideoloji olarak muhafazakârlık, gelenek üzerinde yoğunlaşır ve bir şeyin değerini tayin eden şeyin gelenek olduğuna inanır. Sözgelimi etik anlamda, bir şeyin geleneğe ait olması iyi olması için yeterli bir kanıttır. Muhafazakârlığın gelenekle özdeşleşen yapısı, her türlü değişmeyi reddeder veya en azından değişme olgusuna şüpheyle bakmasına neden olur.
Gelenekçilik anlamında muhafazakârlık, birçok şekillerde kendini meşrulaştırır. Tarihselcilere göre tarihin yürüyüşü kaçınılmazdır. Bu çerçevede tarihin ürettiği gelenekler de kaçınılmazdır. Böyle bir gerekçelendirme biçimine Plato’dan beri rastlanmaktadır. Ama Hıristiyanlık ve Marksizmde de tarihselcilik temelinde bir muhafazakârlığa rastlamak mümkündür.
Etik şüphecilik, ahlaki normların saptanmasında aklı yeterli görmez. Ahlaki alanda yapılması gerekli olan en iyi şey, organik olarak gelişen şeylere (geleneklere) dayanmaktır. Bu argüman çağdaş muhafazakârlığın temsilcisi sayılan filozof Edmund Burke tarafından ileri sürülmüştür.
Düşünceyi değil, pratik eylemi çıkış noktası olarak alan pragmatizm, kendini kanıtlaması gereken değişmelerden ziyade, pratik faydası kanıtlanmış olan geleneklere yaslanmayı yeğler. Bu yaklaşımda bir şeyin iyi ve doğruluğunun ölçütü “pratik faydası”dır.
Yerleşik bir düzenin kurucusu ve meşrulaştırıcısı olarak ideolojiler de muhafazakâr bir kimliğe bürünebilirler. Bu çerçevede yerleşik bir sosyalist düzeni savunan kişiyle, böyle bir düzene geçit vermemek üzere mevcut kapitalist ya da liberalist düzeni savunan bir kişi de muhafazakârlıkta birleşirler. Bu noktada muhafazakârlık göreceli ve pozisyona bağlı bir kavramdır.
Liberalizm ve sosyalizm yanında muhafazakârlık, geçtiğimiz son iki yüzyılının üç büyük siyasal ideolojisinden biri olarak görülebilir. Bu siyasal ideolojilerin hepsinin de referans noktası Fransız Devrimi ve genel kabule göre bu devrime yol açmış olan Aydınlanma felsefesidir. Başka bir deyişle bu ideolojiler, “olan” bir durum olarak Fransız Devrimi ve Aydınlanma’nın olası üç normatif değerlendirme-yargılama biçiminden doğmuşlardır.
Sosyalistlere göre Aydınlanma ve Fransız Devrimi doğmakta olan yeni günün ilk ışıklarını, liberallere göre apaydınlık bir gündüzü, muhafazakârlara göre ise karanlığın basmasını ifade etmektedir. Başka bir deyişle ilk kesime göre Aydınlanma ve Devrim yeterli bir olgunluğu ve ilerlemeyi temsil etmemektedir. Hakiki mücadele, yakın gelecekte burjuva sınıfı ile işçi sınıfı arasında olacaktır. Liberaller, Aydınlanma ve Devrimi doğru siyasal ve toplumsal ilkelerin ilk uygulaması olarak görüyorlardı. Bundan sonra yapılması gereken, bu doğru ilkelerin tam olarak uygulanması ve pratiğin teoriye göre şekillendirilmesidir.
Muhafazakârlar, Aydınlanma ve Devrimi entelektüel ve siyasal bir sapma olarak görmüşlerdir. Bunlarla ve bunların ürünü olan sosyalizm ve liberalizmle mücadeleyi en yüksek erdem olarak görmüşlerdir. Çözüm, şeylerin doğasına uygun olan toplumsal düzene geri dönmek ve eski düzeni diriltmektir.
Muhafazakârların toplumsal ve siyasal görüşleri önemli oranda devletin rolü etrafındaki düşünceleri tarafından belirlenmektedir. Onlara göre önümüzde iki alternatif bulunmaktadır: Vergilerin yüksek ve devletin ise büyük olduğu bir toplum ile vergilerin az ve devletin küçük olduğu bir toplum. Muhafazakârlar bu iki seçenekten ikincisini tercih ederler. Onlara göre vergilerin yüksek, devletin ise büyük olduğu ilk seçenekte toplum, sorumsuz bireyler üretmektedir. Böyle bir toplumda aile ve sivil toplumun alanı daralmaktadır. Tersine az vergi ve küçük devlet ise, daha sorumlu bir toplum oluşturmaya olanak sağlamaktadır.
Muhafazakârlar, devleti hem zorunlu hem de tehlikeli bulurlar. Devlet zorunludur, çünkü toplumsal düzeni sağlama, dışardan gelen tehditlere karşı ülkeyi savunmak ve aynı zamanda barış ve güvenliği sağlayan kişi ve kurumlar üzerinde siyasal denetim sağlamanın en etkin yoludur. Öte taraftan devlet tehlikelidir, çünkü gönüllü olmayan katkılarla finans edildiği halde büyük bir güç yığışmasını beraberinde getirmekte ve gücün kötüye kullanılmasına neden olmaktadır. Muhafazakârlara göre günümüzde devlet, gereğinden fazla yükü üzerine alarak devasa büyümüş ve buna rağmen toplumsal sorunların altından da kalkamamaktadır.
Devletin topluma yabancılaşmasını ve gücün kötüye kullanılmasını engellemenin bir yolu, devletin gücünü anayasal olarak sınırlandırmak (limited government) ve sorumlulukları aile ve sivil toplum kurumları arasında paylaştırmaktır. Ancak bu yeterli değildir. Muhafazakârlara göre devlet küçültülmeli ve “asli” işlevlerine geri döndürülmelidir. Devletin üç temel işlevi olmalıdır. Bunlar savunma (dış güvenlik), polis (iç güvenlik) ve yasaları ayakta tutarak toplumsal düzeni korumaktır. Aslına bakılırsa muhafazakârların “sınırlı devleti”, liberallerin “bekçi devleti”nden başka bir şey değildir.
Muhafazakârların toplum ve siyaset görüşünü, kısaca “sınırlı devlet” ve “sorumlu toplum” kavramlarıyla ifade edebiliriz. Fakat biraz sonra daha ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi ilk etapta muhafazakârların “sınırlı devlet” görüşüyle, “kötüye eğilimli insan” görüşü arasında bir gerilim bulunmaktadır. Genelde kötümser insan görüşü, tarihte ve ideolojilerde her şeyi denetleyen otoriter ve büyük devlet fikrine yol açmıştır. Oysa muhafazakârlar, bir yandan toplumda her türlü kötülüğe yatkın bir insan görüşüne sahip olurken, diğer taraftan da mümkün olduğunca devleti sınırlı ve küçük tutmak istemektedirler.
Teorik olarak oldukça gerilimli olan bu iki görüş arasındaki sorun nasıl çözülmektedir? Bu soruya geçmeden önce, muhafazakârların nasıl bir insan görüşüne sahip olduklarına yakından bakmak gerekir.
Muhafazakârlar ile Modernler (Aydınlanma felsefesine bağlı sosyalistler ve liberaller) arasındaki en önemli ayrım noktası, antropoloji alanındadır. Başka bir deyişle insanın imkânları ve imkânsızlıkları bu iki kesimin üzerinde anlaşamadıkları temel bir konudur. Aydınlanma düşüncesi bireyin aklı ve doğası konusunda, önceki dönemden farklı bir görüş getirmiştir. Buna göre tarihte bireyin akli imkânları hep engellenmiş ve bundan yeterince fayda sağlanamamıştır. İnsanlık tarihi, hep cehalet, önyargı ve hurafelerin tarihi olmuştur. İnsan aklının özgürlüğe kavuşturulmasının ön şartı, bilinçli bir şekilde geçmişle; yani gelenek ve geleneği yaşatan kurumlarla bağı koparmaktır. Özellikle Bacon ve Descartes bu noktada modern insanın önünü açmışlardır.
Modernlere göre insan doğası, geleneğin iddia ettiği gibi kötüye değil, iyiye yöneliktir. İnsanı kötüye yönelten şey, aklını kullanmasının önündeki engellerdir. Eğitim yoluyla bu engeller ortadan kaldırılır ve insan aklı özgürleştirilirse, insan kötülüklerden vazgeçecektir. Demek ki insan doğası gereği değil, içinde yaşadığı şartlar gereği kötüdür. Aydınlanma yoluyla insan bu engelleri tek tek aşabilir.
Sosyalistler ve hümanistler, insanın insanlaşması için eğitimi gerekli, ancak yeterli görmezler. Bunun yanında toplumsal ve ekonomikler şartlarında eşitlenmesini insanın insanlaşması ve kötülüklerden uzaklaşması için gerekli görürler. Çünkü insan aklı aydınlanmış olsa bile, midesiyle yaşamakta olan insanın yoksulluk ve sefaletin kol gezdiği kapitalist düzende iyi olması mümkün değildir. Bunun için Karl Marx, insanın ve emeğin yabancılaşmasının temelinde gördüğü üretim araçlarının mülkiyetine ve buna dayalı üretim ilişkilerine son vermek için özel mülkiyetin kaldırılmasını zorunlu görür. Bu sosyalist düzene geçmenin ilk koşuludur. Bir sonraki evrede ise aile ve devlet kurumu da ortadan kalkacak ve böylece sınıfsız ve devletsiz bir komünist toplum kurulacaktır.
Muhafazakârlar, insanın doğası gereği iyi, ama şartlar gereği kötü olduğu ve dolayısıyla kötülüğün arızi olduğu şeklindeki Aydınlanmacı antropolojik görüşlere kesinlikle karşı çıkarlar ve bu görüşlerin karşısına “kötülüğe yatkın” bir insan görüşünü çıkarırlar.
İnsanın kötülüğe yatkınlığı ne demektir?
Muhafazakârlara göre “kötülüğe yatkınlık”, insanın doğası gereği ahlaki olmaması ve bu kötü güdülerin birçoğunun doğuştan olduğu anlamına gelmektedir. Bunun doğal sonucu olarak insan kendiliğinden iyiliği yakalayamaz. Başkasının iyiliğine çalışmadığı gibi kendisi için de her zaman iyiliği istemez. Ancak kötülüğe yatkınlığı, kötülüğe taraftarlık ve kötülük istemekle eşit tutmamak gerekir. Kötülüğe yatkınlık, bilerek ve isteyerek kötülük işlemekten başka bir şeydir. İsteyerek ve bilerek (yani kasıtlı) kötülük yapmak, kötülüğe yatkınlığın görünüm biçimlerinden sadece biridir. Bu, şüphesiz ki en kötü biçimidir ama kesinlikle tek biçimi değildir.
Kasıtlı kötülük biçimi yanında iki farklı kötülüğe yakınlık daha ayırt edilebilir. Bunlardan biri irade zayıflığı, diğeri ise cehalettir. İlki kötülüğe karşı dirençsizlik, ikincisi ise kötülük hakkında idraksizliktir. İrade zayıflığı bir tür gevşekliktir. Bu olguyu Pavlos, Romalılara yazdığı mektupta şu şekilde dile getirmiştir: “Çünkü istediğim iyi şeyi yapmıyorum; fakat istemediğim kötü şeyi işliyorum” (7/19). Burada kötülüğe yakınlık, kasıtla ilgili değildir. Tam tersine burada insan iyiyi istemektedir. Fakat istemek ile yapmak arasında bir uçurum bulunmaktadır.
Kötülüğe yatkınlığın üçüncü biçimi, güncel yaşamda daha fazla karşımıza çıkmaktadır. Burada insan ahlaki bir bilinçsizlik yüzünden kötülükleri işlemektedir. Bu tür kötülüğü Sokrates, bilgi ile erdem arasındaki ilişkiyi ele aldığı diyaloglarda işlemektedir. İnsan, ya değerlerin farkında olmadığı ya da davranışlarını buna uydurmadığı için kötülük yapmaktadır. Her iki durumda da bir körlük ve cehalet söz konusudur.
Muhafazakârlar, kötülüğün bu farklı biçimleri ve bunlar arasındaki ilişkiler konusunda ilginç görüşler ileri sürerler. Onlara göre insan, çoğu zaman bilinçli ve maksatlı bir kötülük peşinde değildir, kötülük daha çok gevşeklik ve ahmaklıktan kaynaklanmaktadır. Eğer kötülük insanın bilinçli olmayan yanının etkisiyle gerçekleşiyorsa, insanın kendi eylem ve davranışları ve bunların sonuçları konusunda aydınlatılmasıyla bu sorun çözülemez mi? Bu soruya muhafazakârların verdiği cevap genellikle olumludur. Fakat bu şu gerçeği değiştirmez: İnsanın kötülüğe yatkınlığı “iyilik” ile “kötülük” arasındaki mücadelede kötülüğün baskın gelmesini ifade etmektedir. Başka bir deyişle iyilik ve kötülük arasındaki kavga eşitler arasındaki bir kavga değil, eşitsizler arasındaki bir kavgadır. Kötülük, insana iyilikten daha fazla doğal ve normal gelir. İyilik için çalışmak zorundayız, oysa kötülük için ekstra çabaya ihtiyaç yoktur.
Fakat her şeye rağmen muhafazakârlara göre insan ıslah edilemez bir vakıa değildir. İnsan doğuştan erdemli değildir, ama erdemli olabilir. Kötülük belirli bir dereceye kadar azaltılabilir. Kötülüğe yatkınlık, kötülükle özdeş bir durum değildir. İnsan kötülüğe mecbur değildir. İnsan, pek çok sayıda doğuştan gelen kötü güdülere sahiptir, ama bunları düzenlemek, frenlemek ve bazen de ortadan kaldırmaya gücü yeterlidir.
Bu nasıl başarılacaktır? Bu, muhafazakârların “sınırlı devlet” teorisini de dikkate aldığımızda önemli bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır. Muhafazakârlar, büyük ve güçlü bir devletin toplum üzerinde daha büyük zararlara yol açacağı düşüncesindedirler. İnsanın kötülüğe yatkınlığı, devasa bir iktidar ve devlet gücüyle birleştiğinde buradan daha büyük bir istismar ve baskı düzeninin çıkacağı kanaatindedirler.
Yukarıdaki soruya verdiği cevaplar bakımından muhafazakârlar ile Aydınlanmacıların görüşleri arasında tam bir karşıtlık bulunmaktadır. Bu karşıtlığı açıklığa kavuşturmak için muhafazakârların “düzenin kaynakları” ya da kontrol mekanizmaları konusundaki görüşlerine bakmamız gerekiyor. Muhafazakârlara göre toplumsal düzeni sağlamanın üç yolu bulunmaktadır. İlk kaynak ya da mekanizma içsel denetimdir (inner control). İnsani ve toplumsal düzeni sağlamanın en önemli kaynağı vicdandır. Vicdan, aynı zamanda ahlakın da kaynağıdır. İnsan kendini “doğru yol”da tutabilmek için sürekli olarak vicdanına danışır ve vicdanı ona doğru yolu gösterir. Çeşitli dini ve felsefi akımlarda rastladığımız “Vicdan, Tanrı’nın sesidir” ilkesi, muhafazakârların da başvurduğu önemli bir içsel denetim mekanizmasıdır. Fakat bu mekanizma, kötülüğe yatkın olan insanı frenlemek için yeterli değildir. Demin de söylediğimiz gibi insanın içinde sürüp giden iyilik ve kötülük mücadelesi eşitler arasındaki bir mücadele değildir.
İnsani ve toplumsal düzeni ayakta tutan ikinci denetim biçimi dışsal kontroldür (outer control). Dışsal kontrolün de iki temel biçimi vardır. İlki sosyal kontroldür (social control). Sosyal kontrolün merkezinde kamuoyu vardır. İnsan, sürekli olarak kamuoyunu dikkate alarak davranır. Kamuoyunu dikkate almayan kişiler dışlanırlar; dışlanmamak ve toplumda itibar sahibi olabilmek için insan sosyal kontrole uyarken, aynı zamanda kendi kendini de denetler.
İkinci dışsal denetim biçimi ise hukuksal denetimdir. Hukuksal denetim, ahlaki ve toplumsal kuralların yaptırımlı biçimleriyle sağlanır. Burada öncekilere kıyasla daha kesin kurallar ve yaptırımlar (genellikle cezalar biçiminde) vardır.
Aydınlanmacılar, kötülüğün kaynakları konusunda farklı düşündükleri için bunu engellemenin mekanizmaları konusunda da farklı önerilerde bulunurlar. Onlara göre insan kötü değildir. Sözgelimi Locke’a göre insan “boş levha” (tabula asa) dır. Rousseau, bir adım daha ileri atarak aslında insanın doğası gereği iyi olduğunu söyler. Pekiyi, “boş” bir levha olan ya da doğuştan “iyiye yatkın” olan insan, neden ve nasıl kötülük işler sorusuna aydınlanmacılar şu cevabı verirler: İnsan, içinde yaşadığı şartlar gereği kötüdür. İyi eğitim almamış ve midesi doymayan insan kötülük işler. Bunu engellemenin yolu insanın içinde yaşadığı dış şartları iyileştirmektir. Bu nedenle Aydınlanmacıların bütün dikkati insandan ziyade insanın yaşadığı toplumsal, siyasal, ekonomik ve hatta kültürel koşullara yöneliktir.
Toplumsal düzen ve barışın sağlanması hususunda muhafazakârların sıradüzeni aydınlanmacılarınkine göre tersinden işler. Yani onlara göre en iyi denetim, hukuksal denetimdir. Kötülükler, hukuksal denetim yoluyla ortadan kaldırılmalıdır. Ama ilk önce insani (hümaniter) bir hukuk düzeni oluşturmaktır. İnsanın içinde yaşadığı şartları dikkate almayan bir hukuk, katı, dogmatik ve insancıl değildir. İkinci önemli denetim sosyal denetimdir. Vicdan muhasebesine dayanan içsel denetim ise en son sırada gelmektedir.
Görüldüğü gibi insanın doğası, kötülük sorunu ve kötülüğü engellemenin yolları birbirine bağlı olarak gelişen ve farklı anlayışlara bağlı olarak farklı biçimlerde çözümlenen sorunlar temel sorunlardır. Bu temel sorunlara getirilen tanı ve tedavi, her siyasal felsefe ve ideolojide aynı değildir.
Kötülüğü aşmanın yollarına bağlı olarak muhafazakârlar, büyük devlet ve hukuksal denetim gibi mekanizmalardan daha çok geleneğe ve geleneksel kurumlara önem verirler. Onların dilinde gelenek, soyut bir kavram değildir; tam tersine somut kurumlardır. Bu kurumların başında aile, okul ve kilise gelmektedir. Bugün daha çok “sivil toplum” kavramıyla dile getirilen, devlet ile toplum arasındaki tüm aracı kurumlar bu geleneksel kurumlara dâhil edilebilir. Bu kurumlar, aynı zamanda toplumsal denetimi ve düzeni sağlayan kurumlardır. İşte, bu kurumlar muhafazakârların neden güçlü bir devlet olmaksızın kötülükle mücadele edilebileceği sorusuna da cevap vermektedir. Demek ki muhafazakârlar “zayıf devlet” karşısında “sorumlu toplumu” (sivil toplumu) insanın günahkâr doğasına karşı verilmiş bir cevap olarak görmektedirler.
Muhafazakârlara göre geleneksel kurumların bir başka özelliği de, yüzyılların içinden süzüle süzüle gelerek ortak aklı ve insanlık tecrübesini içinde barındırmasıdır. Bu ortak akıl ve tecrübe, Aydınlanmacıların rasyonel aklından daha fazla bir değeri ve otoriteyi temsil etmektedir. Bu bakımdan geleneğe dayanmak, akla dayanmaktan daha fazla bir şeydir. Geleneksel kurumlar, insanın içinde yaşanan iyilik ve kötülük arasındaki savaşta insana yardımcı olmakta ve ona “doğru yolu” göstermektedirler.
Özetleyecek olursak: Muhafazakârlık bir siyasal felsefe olarak, sıkı sıkıya geleneğe bağlı olarak ve Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin insan, toplum ve devlet görüşüne karşıtlık içinde kendini tanımlamaktadır. Bu tanımlamanın temelinde antropolojik görüşler mihver durumundadır. “Kötülüğe yatkın insan” ve bu görüşe bağlı olarak gündeme gelen “kötülük problemi” etrafında toplum ve devlet modeli yapılandırılmaktadır. Muhafazakârlığın negatif insan görüşünün temelinde, elbette Hıristiyanlığın “asli günah” dogması yatmaktadır. Aydınlanma ve Fransız Devrimi, bu tür bir antropolojiye karşı pozitif insan görüşünü ortaya atmıştır. Muhafazakârlık, hem Hıristiyanlığın etkisi altında, hem de Aydınlanmaya karşıtlık içinde antropolojik görüşlerini temellendirmeye yönelmiştir.
Türkiye’de ve dünyada muhafazakârlık tartışılırken, bu siyasal felsefenin temelini teşkil eden bu antropolojik görüşler hesaba katılmadan edilemez. Özellikle günahkâr bir insan doğasını çıkış noktası almayan kültürler ve dinler açısından muhafazakârlık ne anlama gelmektedir? İşte, bu soru ve bu soruya verilecek cevap, muhafazakârlığın hangi ölçüde Hıristiyan (Batı) dünyasının dışına taşınabilir ya da hangi ölçüde taşınamaz olduğunu ortaya çıkaracaktır.