Menu
dinlerin
Deneme/İnceleme/Eleştiri • dinlerin "dünya görüşleri": karşılaştırmalı bir yaklaşım

dinlerin "dünya görüşleri": karşılaştırmalı bir yaklaşım



Dinî metinlerin karşılaştırmalı olarak okunması, taraflara yeni ufuklar açabilecek bir perspektif olarak görülebilir, ancak bunun bazı avantajları olmakla birlikte bazı riskleri olduğu da bilinmelidir. Önemli bulduğumuz avantajlardan biri, karşılaştırmalı okuma ve araştırmaların taraflara, kendi kimlik ve pozisyonu daha net ve iyi bir görünüm sunacağıdır; bir başka deyişle “başka”larıyla kendini kıyaslayarak nerede durduğunu ve nasıl bir pozisyon içinde bulunduğunu daha kolay saptayabilir.

İkinci olarak karşılaştırmalı araştırmalar, tarihsel bakımdan dinlerin birbirleriyle ilişkileri ve gelişimi hakkında farklı ve yeni bir kavrayış sunabilir. Coğrafya ve kültür olarak birbirine yakın olan dinler, şüphesiz ki birbirlerini daha fazla etkilemişlerdir. Bu etkileşimin doğası ve boyutları, ancak karşılaştırmalı çalışmalarla ortaya konabilir. Bu bakımdan Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam için karşılaştırmalı çalışmaların ayrı bir önem taşıdığı söylenebilir. Çünkü söz konusu dinler, aynı coğrafyada ortaya çıkmış olup aynı gelenek içinden konuşmaktadırlar. Her üç din de kendisini Hz. İbrahim’e dayandırır ve “İbrahimî dinler” olarak adlandırılır. Bu bakımdan bu üç din arasında karşılaştırmalar yapmak, İbrahimî dinlerin gelişimi ve etkileşimi konusunda ilginç bulgular sunacaktır.

Bu avantajları yanında, karşılaştırmalı okumaların beraberinde getireceği en önemli tehlike, karşılaştırmaların etnosantrik bir eksene çekilme riskidir. Bu durumda dinlerden biri “merkez”e alınmış olacak ve diğerleri buna göre değerlendirilecektir. Böyle bir değerlendirmenin değer bağımsız olduğu söylenemez. Tam tersine etnosantrik yaklaşım, değer bağımlı bir yaklaşım olup diğerlerini çarpıtmaya yöneliktir. Bu riski aşmak için dinler karşısında daha farklı bir pozisyonu benimsemek gerekiyor. Karşılaştırmalı din tarihçileri ve araştırmacıları, alternatif olarak agnostik veya rölâtivist yaklaşımlar önermektedirler. Ancak şunun farkına varmalıyız ki her yaklaşım, perspektifseldir: Bazı imkânlar sunarken, bazı imkânsızları da beraberlerinde getirirler.

İbrahimî dinlerin “dünya” görüşleri açısından kıyaslanmaları, yani dünya karşısında nasıl bir tutum sergilediklerini anlamaya dönük çabalar ilginç bir karşılaştırma konusudur. Bu bağlamda şu sorular akla gelmektedir: Söz konusu dinler dünyayı nasıl tasvir ediyorlar? Dünya, iyi bir yer midir yoksa kötü müdür? İyiyse neden iyi, kötüyse neden kötüdür? Dünyada “iyi yaşam” mümkün müdür, mümkünse bunun yolu nedir? Kötüyse, dünyada kaçınmanın ve kurtulmanın yolu nedir? “Ebedi dünya” var mıdır? Varsa bu nasıl kazanılır?

Yahudiliğin kutsal kitabı olan Tevrat, dünyanın nasıl yaratıldığını hikâye ederek başlar. Bu hikâyeye göre Tanrı, dünyayı altı günde yaratmıştır. Yaratma tamamlandıktan sonra ise istirahata çekilmiştir. Yedinci gün, Tanrı tarafından kutsanmış ve dinlenme günü ilan edilmiştir. Bu nedenle Yahudiler, Cuma akşamından başlayarak Cumartesi günü akşamına kadar her türlü çalışma ve etkinlikten sakınırlar. Bugün “sjabbat” olarak ifade edilir. Sjabbat, “dinlenme” anlamına gelmektedir. Sjabbat’ın kutsanması, On Emir’de de öngörülmüştür.

Yaratılış hikâyesi dikkatle okunduğunda Tanrı’nın her bir günde yaptığı yaratımdan hoşnut kaldığı ve gidişatın “iyi” olduğuna karar verdikten sonra başka bir yaratıma geçtiği anlaşılmaktadır. Sözgelimi başlangıçta yeri ve göğü yaratıyor; “Işık olsun” diyor ve ışık oluyor. Işığın iyi olduğunu görüyor ve onu Karanlık’tan ayırıyor. Işığa “Gündüz”, karanlığa “Gece” adını veriyor. Akşam geçip sabah olduktan sonra ilk gün tamamlanıyor. Aynı şekilde diğer günlerde de yaratmaya devam ediyor ve her şey insanın yaratılmasına hazır hale geldikten sonra, altıncı günde insanı yaratıyor.

İnsanın yaratılmasının özel bir işlem olduğu Yaratılış hikâyesinde açığa çıkmaktadır. İnsanın yaratılması en sona bırakılmıştır. Ondan önce yaratılanların hepsi onun için yaratılmıştır. İkinci olarak Tanrı, insanı “kendi sureti”nde yaratmıştır. İnsanın yaratılış biçimi ve amacı şu sözlerle anlatılmaktadır: Tanrı, ‹‹İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım›› dedi, ‹‹Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.›› İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, ‹‹Verimli olun, çoğalın›› dedi, ‹‹Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun. İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere -soluk alıp veren bütün hayvanlara- yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.›› Ve öyle oldu. Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu (Yaratılış 1, 26-31).

Bu ifadelerde insanın çoğalmak ve yeryüzünü doldurmak üzere yaratıldığı ve yeryüzündeki tüm yaratık ve nesnelerin onun için yaratıldığı belirtilmektedir. İnsanın her şey üzerinde hükümran olması ve onları denetlemesi gerektiği de vurgulanmaktadır. Daha da önemlisi, daha önce de belirttiğimiz gibi, Tanrı tüm yaratıklarına bakıyor ve onların çok “iyi” olduğunu görüyor. Buradan ilk etapta “dünya”nın tanım gereği “iyi” bir dünya olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Yine buradan dünya derken, geniş anlamda yer-gök, hayvanlar, bitkiler, insan vs. yaratılan her şeyin kastedildiği anlaşılmaktadır.

Yaratılış hikâyesinin ilerleyen bölümlerinde, ilk erkek ve kadının dünyadaki serüvenini izlediğimizde “iyi dünya” tasarımının yavaş yavaş değiştiğini ve insanın eylemleriyle birlikte yerini daha farklı bir dünyaya bıraktığını görmekteyiz. Tevrat’a göre Tanrı ilk insan Âdemi, topraktan yaratıp burnuna yaşam soluğu üfledikten (yani canlı bir varlık haline geldikten) sonra, doğuda, Aden'de bir bahçe kurdu ve Âdem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Âdem’i oraya koydu. Ona, ‹‹Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin›› diye buyurdu, ‹‹Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme! Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün›› dedi. Sonra, ‹‹Âdem’in yalnız kalması iyi değil›› diyerek ‹‹Ona uygun bir yardımcı yaratacağım›› dedi. Yeryüzünde daha önceden yaratılanlar içinde kendisine uygun bir yardımcı bulunamadı.O zaman Tanrı, Âdem’e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem’e getirdi. Adem, ‹‹İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir›› dedi, ‹‹Ona ‹Kadın› denilecek, Çünkü o adamdan alındı›› türemiştir (Yaratılış 2, 7-23).

Tevrat’a göre, Kadın’ının kendi “kemiğinden ve etinden” yaratılmış olması nedeniyle Âdem annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacaktır. Nitekim öyle de oluyor. Fakat onları bekleyen büyük bir tehlike var: Tanrı'nın yarattığı yabanıl hayvanların en kurnazı olan yılan, yasak olan ağacın meyvesinden yeme konusunda Kadın’ı ikna etti. Ona dedi ki: “O ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız›› Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar. Derken, Tanrı kadına, ‹‹Nedir bu yaptığın?›› diye sordu. Kadın, ‹‹Yılan beni aldattı, o yüzden yedim›› diye karşılık verdi. Bunun üzerine RAB Tanrı yılana, ‹‹Bu yaptığından ötürü Bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisi sen olacaksın›› dedi, ‹‹Karnının üzerinde sürünecek, yaşamın boyunca toprak yiyeceksin. Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, Sen onun topuğuna saldıracaksın››. Tanrı kadına, ‹‹Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim›› dedi, ‹‹Ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, Seni o yönetecek.››  Tanrı Adem'e, ‹‹Karının sözünü dinlediğin ve sana, Meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için Toprak senin yüzünden lanetlendi›› dedi, ‹‹Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. Toprak sana diken ve çalı verecek, Yaban otu yiyeceksin. Toprağa dönünceye dek Ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın. Ve yine toprağa döneceksin.›› Âdem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların annesiydi. Tanrı Âdem’le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi. Sonra, ‹‹Adem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu›› dedi, ‹‹Artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.›› Böylece Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Adem'i Aden bahçesinden çıkardı (Yaratılış 3, 1-23).

Bundan sonra insanlık için yeryüzünde yeni bir sayfa açılmıştır. Fakat ilk günah olayında dikkat edilmesi gereken birkaç nokta var: İlk olarak insan, başka bir dünyadan yeryüzüne atılmamıştır. Zaten yeryüzünde bir bahçede, -ki bu Aden cenneti olarak bilinir- iken yine yeryüzünde kalmıştır. İlk günahtan dolayı, insan sadece Aden bahçesinden çıkarılmıştır. İkinci olarak bunun bir cezalandırma olup ya da olmadığı tartışmaya değer bir konudur. Aden cennetinden çıkarılmak ve yeryüzünde emek gerektiren zahmetli bir hayata başlamak bir ceza gibi gözükse de, insan “iyiyle kötüyü bilme” konusunda bilinç sahibi olduğu için statü kazanmıştır. Bunun için daha önceden “çıplak” olduğu halde, ancak bu olaydan sonra çıplaklığının farkına varabilmiştir. Burada “çıplaklık” mecazi bir anlam taşımaktadır. Yani insan, daha önce cahil ve bilgisiz olduğunun farkında değilken, (bilgi ve hayat ağacının)  yasak meyvesinden yemesinden sonra bunun farkına varmıştır. Bahçeden çıkmak demek, yeryüzünde bilinçli bir hayata başlaması demektir.

Son olmamakla birlikte hayati bir başka nokta da, bu ilk günah olayı, daha sonra Hıristiyan din adamları ve bilginlerinin iddia ettiği gibi, insanlığın günaha batması ve gelecek kuşaklara da aktarılması şeklinde yorumlanabilecek bilgiler içermemektedir. Hele hele buradan kadının “günahın kaynağı” olarak ilan edilmesini gerektirecek bir durum da söz konusu değildir. Nitekim Pavlus (Saint Paul) ve Augustinus’a kadar olan tarihsel süreçte bu tür anlayış ve yorumlara Museviler arasında rastlanmamaktadır.

Bu öyküden dünya hayatının kötü ve günahla dolu bir yaşam olduğunu da çıkarsamak doğru değildir. Tevrat’a göre insan “toprağı işlemek” üzere Aden bahçesinden çıkarılmıştır. Daha önce emek harcamadan, hazır meyvelerle bir yaşam sürerken, şimdi dünyada emek harcayacak ve zahmet gerektiren bir hayatı yaşayacaktır. Daha başka bir deyişle “ekmeğini alın teri dökerek”, kendi emeğiyle kazanacak ve öyle yaşayacaktır. Hikâyeden bundan daha fazla bir şey çıkarmak ve dünya hayatını bir “dram” olarak nitelemek zordur. Bu olsa olsa, emekle kazanılan bir hayat hakkında bunalım felsefesi üretmek olur. Eğer ortada lanetlenecek bir varlık varsa, bu da kadın değil yılandır, yine lanetlenecek bir hayat varsa bu da yılanın hayatıdır! Nitekim Tanrı açıkça onu lanetlemiştir.

Yaratılış bölümünün sonraki pasajlarında Âdem ve Havva’nın çocuklarının hikâyesi anlatılmaktadır. Burada, bizim bildiğimiz Habil ve Kabil arasındaki kavgaya da yer verilmektedir. Ancak bu iki kardeş arasındaki kavganın konusunun kadın olduğuna değin herhangi bir veri yoktur. Söz konusu kavga, iki kardeşin ürettiği ürünlerin Tanrı’ya sunulmasıyla ilişkili olup Kabil’in sunusunun kabul edilmemesi, kardeşler arasında düşmanlığa yol açmış ve neticede Kabil, kıskançlık yüzünden kardeşi Habil’i öldürmüştür. Bunun üzerine Tanrı Kabil’e, “İşlediğin toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek. Yeryüzünde aylak aylak dolaşacaksın›› der. Kabil, ‹‹Cezam kaldıramayacağım kadar ağır›› diye karşılık verdi, ‹‹Bugün beni bu topraklardan kovdun. Artık huzurundan uzak kalacak, yeryüzünde aylak aylak dolaşacağım›› diyerek kendi kendine söylenir (Yaratılış 4, 12-14). Ama bu durumda bile, Tanrı onun sahipsiz kalmasına ve başkaları tarafından öldürülmesine razı olmaz. Onu, Aden bahçesinin Doğu’suna yerleştirir ve Kabil, bundan sonraki yaşamını eşiyle birlikte orada sürdürür. Hikâyeye göre Tanrı, Habil’in yerine Havva ve Âdem’e yeniden bir erkek çocuk verir. İşte insanlık, bu şekilde iki koldan türeyerek bugüne kadar gelir: Birinci kol Kabil’in koludur, diğeri de Habil’in yerini alan diğer çocuğun koludur.

İlk günah ve ilk kavga, üzerinde epeyce spekülasyon yapılmış konulardır. Nasıl Hıristiyanlar ilk günah olayından bir insanlık dramı sahneye koymuşlarda, ilk kavgada bir “kardeş kavgası” olduğu için buradan insanın tümüyle doğası gereği kötücül bir varlık olduğuna değin bir insan felsefesi yaratılmıştır. Oysa Tevrat ve Musevilik, olumlu bir insan imgesine sahiptir ve daha sonra oluşan “günahkâr insan” imgesinden uzaktır. Bu başka bir çalışmanın konusu olmakla birlikte, şu kadarını söyleyelim: Museviliğe göre Tanrı, insanı “kendi sureti”nde yaratmıştır. İnsan, doğru ve yanlışı seçme imkânları olan bir varlıktır ve bu nedenle de Tanrı karşısında sorumludur. Bu demek değildir ki insan her zaman iyilik yapar ve kötülükten sakınır. Bilakis insan iyiliği yapmaya muktedir olduğu gibi kötülüğü de yapmaya muktedir. Başka bir deyişle o kendi iradesi ve tercihleriyle kendi tutumlarını belirleyen bir varlıktır.

Yahudilik, inanç öğretilerine göre dünyayı ve insanı, ontolojik bakımdan ilke olarak “iyi” ve hatta mükemmel görür. Tevrat sık sık meydan okuyucu bir şekilde: “Titreyin O'nun önünde, ey bütün yeryüzündekiler! Dünya sağlam kurulmuş, sarsılmaz.” der (1.Tarihler 16,30). Tanrı, bütün dünyanın Kralı’dır ve içindekiler O’na aittir. “Dünyayı ben yaptım, Üzerindeki insanı ben yarattım. Benim ellerim gerdi gökleri, Bütün gök cisimleri benim buyruğumda (Yeşaya 45, 12) . Çünkü gökleri yaratan RAB, Dünyayı yaratıp biçimlendiren, pekiştiren, Üzerinde yaşanmasın diye değil, yaşansın diye Biçimlendiren RAB -Tanrı O'dur- şöyle diyor: ‹‹RAB benim, başkası yok (Yeşaya 45, 18) .

Fakat bu olumlu ve sağlam ontolojik yaklaşım, tam olarak insanın eylemlerine uygulanamaz. İnsan, seçen ve iradesini kullanan bir varlık olarak dünyadaki yaşamı ve eylemleriyle tekdüze değildir. İnsanın dünyadaki hayatı geçicidir. İnsan konuk olarak bulunmaktadır: Senin kurallarındır ezgilerimin konusu, Konuk olduğum bu dünyada (Mezmurlar 119, 54).  İnsan yeryüzünde konuk olmakla birlikte dünya kalıcıdır: Kuşaklar gelir, kuşaklar geçer, Ama dünya sonsuza dek kalır (Vaiz 1,4).  Annesinin rahminden çıplak çıkar insan. Dünyaya nasıl geldiyse öyle gider, Emeğinden hiçbir şey götürmez elinde (Vaiz 5, 15).


Tanrı, iyilik ve kötülük karşısında taraflıdır. O iyiliği ve adaleti sever: Dünyada iyilik yapanın, Adaleti, doğruluğu sağlayanın Ben RAB olduğumu anlamakla ve beni tanımakla övünsün övünen. Çünkü ben bunlardan hoşlanırım›› diyor RAB. 
(Yeremya 9, 24 ). Kötülüğü ise cezalandırır: RAB diyor ki, ‹‹Kötülüğünden ötürü dünyayı, Suçlarından ötürü kötüleri cezalandıracağım. Kibirlilerin küstahlığını sona erdirecek, Zalimlerin gururunu kıracağım (Yeşaya 13,11). Bu dünyada doğru kişi bile cezalandırılırsa, Kötülerle günahlıların cezalandırılacağı kesindir (Özdeyişler 11, 31).

Fakat cezalandırma ve ödüllendirme nasıl olacak, bu husus Yahudilikte pek açık değildir. Tevrat, ölümden sonraki hayat üzerinde çok az bilgi vermektedir. Şu açıktır ki insan ölümlüdür. Topraktan gelmiştir ve oraya dönecektir. Fakat yaşamdan sonraki hayat, dünyadaki yaşamdan daha az önemli bir konudur. Bu, ölüm psikolojisi hakkındaki görüşlerinden de anlaşılmaktadır. Eğer Yasa’ya göre yaşamıyorsan, dünyada iken bile kişi ölüdür. Tanrı ile birlikte olan kişi, ölümden sonra da onunla yaşam halindedir. Bunun yanında arkada bırakılan çocuklar çok önemlidir ve bir Yahudi çocukları aracılığıyla yaşamını sürdürür.

Ölüm ve ölümden sonraki hayat konusunda Yahudiliğin resmi bir görüşü olmadığı için her Yahudi, bireysel olarak kendi seçimini kendisi yapmak zorunda kalmıştır. Çoğu Yahudi, Mesih’in cenneti dünyada kurduğu zaman, tüm ruhların bedenlerine kavuşacağına ve gerçek yaşamın o zaman başlayacağına inanmaktadır. Ölüm ile yeniden diriliş arasındaki zaman diliminde ne olacağı belirsizdir. Bazı Yahudiler ölümden sonra cennette Tanrı yanında ya da dünya altında varlığını sürdüren ölümsüz ruh görüşüne inanmaktadır. Hatta reenkarnasyona (ruh göçüne) inanan Yahudiler bile bulunmaktadır.

Doğrusunu söylemek gerekirse, ölüm ve ölümden sonraki hayat kadar önemli bir konuda, Tevrat’ın bilgi vermemesi ve Yahudilerin bu konularda resmi bir görüşlerinin olmaması, Hıristiyanlar ve Müslümanlar açısından şaşılacak bir durumdur. Fakat bu konuda onların etnosantrist bir tutum sergilemeleri ve bu noktada Yahudiliğin eksik bir din olduğunu sanmaları pek anlamlı sayılmaz. Bu noktada bilmemiz gereken, Yahudiliğin tümüyle dünyaya yönelik bir din olmasıdır. Bu, onun dünya görüşünün karakteristik bir özelliği olarak görülmelidir.

Yahudilerin zıddına Hıristiyanlar, insanın yaratılış öyküsünü farklı bir şekilde yorumlamışlardır. Çok yaygın anlayışa göre insan, ilk günahı işlemekle büyük ve yaşamsal bir hata yapmıştır. Bu hata, telafisi bir mümkün olmayan bir şeydir. Hıristiyanlık anlayışında orijinal günah, sadece ilk insanın işlediği bir günah olmakla kalmamış, gelecek kuşaklara da aktarılmıştır. Başka bir deyişle günah kalıtımsaldır: Her çocuk günahkâr olarak dünyaya gelir. Kilise de yapılan vaftiz töreni, dünyaya günahkâr olarak gelen çocuğun yıkanması ve arınmasını simgelemektedir. Ancak bu sembolik işlem, doğal olarak kurtuluş için yeterli değildir.

Hıristiyanlıktaki bu inanç, ilk kez ermiş Pavlos (Saint Paul) tarafından ileri sürülmüş, kilise babası Augustinus tarafından geliştirilmiştir. İlk günah insanın dünyadaki mutsuzluğunun ana nedenidir. İlk insan, bu günahı işlemekle bir “düşüş” sürecine girmiş ve dünyaya atılmıştır. Dünya bir nevi insanın hapishanesidir. İnsanın temel sorunu, Hıristiyanlığa göre, bu hapishaneden kurtulma meselesidir.

Günah, ölümlü hayatı da beraberinde getirmiştir: Günah bir insan aracılığıyla, ölüm de günah aracılığıyla dünyaya girdi. Böylece ölüm bütün insanlara yayıldı. Çünkü hepsi günah işledi (Romalılar 5, 12). Kutsal Yasa'dan önce de dünyada günah vardı; ama yasa olmayınca günahın hesabı tutulmaz (Romalılar 5, 13). Buna göre herkes ölümlüdür, çünkü herkes günahkârdır.

Günahın girdiği “dünya” hayatı, Hıristiyanlık tarafından olumsuz karşılanmıştır. İncil’de geçen dünya kavramı Latincede saeculum olarak ifade edilmektedir. Bu kavram dinle ilişkili olan ve ruhsal şeylerin karşıtı olarak kullanılmaktadır. Saecularis ('seculier'), “dünyevi” ya da “dünyasal” demektir. Günümüzde modernleşmenin bir özelliği olarak görülen sekülerlik kavramı da buradan türetilmiştir. Sekülerlik, din karşıtı gelişmeleri ve dinin azalan önemini ifade etmektedir. Kimi Avrupa ülkeleri laiklik kavramını kullanırken, kimileri de sekülerlik kavramını kullanmaktadır. Ama en iyisi, bu iki kavram arasında şöyle bir ayrım yapmaktır: Laiklik, din ve devlet ayrılığı demek olup siyasal bir anlam taşırken, sekülerlik toplumda dinin etkisinin azalması demek olup toplumsal bir olgudur. Bir başka deyişle sekülerlik daha geniş bir kavram iken, laiklik onun sadece bir parçasını ifade etmektedir.

Hıristiyanlık, dünya ile dinî/ruhsal olanı iki karşıt kavram haline getirince, dünya kendisine karşı negatif bir tavır alınması gereken bir yer haline gelmiştir. “Dünyayı da, dünyaya ait şeyleri de sevmeyin. Dünyayı sevenin Baba'ya sevgisi yoktur. Çünkü dünyaya ait olan her şey -benliğin tutkuları, gözün tutkuları, maddi yaşamın verdiği gurur- Baba'dan değil, dünyadandır. Dünya da dünyasal tutkular da geçer, ama Tanrı'nın isteğini yerine getiren sonsuza dek yaşar.” (1.Yuhanna 2, 15-17).  İncil, çoğu zaman yer ile gök, dünya ile Tanrı arasında bir karşıtlık kurar. Üstelik bu iki dünya arasında bir üstünlük ve aşağılık ilişkisi de öngörür: Yukarıdan gelen, herkesten üstündür. Dünyadan olan dünyaya aittir ve dünyadan söz eder. Gökten gelen ise, herkesten üstündür (Yuhanna 3, 31). Bu karşıtlık hemen hemen her konuda kendini gösterir. Sözgelimi bilgelik de iki çeşittir: Birisi gökten inen bilgelik, diğeri ise dünyadan, insan doğasından, cinlerden gelen bilgeliktir (Yakup 3,15). Şüphesiz ki bu iki bilgi arasında da bir karşıtlık ve hiyerarşik ilişki bulunmaktadır.

Demin belirttiğimiz gibi Hıristiyanlık düşüncesinde en önemli sorun, günahkâr insanın bu kadar kötü dünyada nasıl kurtulacağıdır? Bu şartlar altında insanın kendisini kurtarması düşünülemez. Çünkü insan, ilk günah nedeniyle “düşmüş”tür: Yani kendi imkânlarıyla kurtulması mümkün olmayan bir yerdedir. Üstelik günahkâr tabiatı buna elvermemektedir. İşte, bu nedenle İncil, sık sık Mesih İsa’nın kurtarıcılığını vurgulamaktadır: Yahya ertesi gün İsa'nın kendisine doğru geldiğini görünce şöyle dedi: ‹‹İşte, dünyanın günahını ortadan kaldıran Tanrı Kuzusu! (Yuhanna 1, 29). ‹‹Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlu'nu verdi. Öyle ki, O'na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun. Tanrı, Oğlu'nu dünyayı yargılamak için göndermedi, dünya O'nun aracılığıyla kurtulsun diye gönderdi. (Yuhanna 3,16-17). Bu ve buna benzer ifadelerle, Hristiyanlıkta insanların günahlarını üstlenmek üzere Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olarak dünyaya gönderildiği fikri temellendirilmiştir.

Hıristiyanlık düşüncesinde “günahkâr insan” tabiatı ile “kötü  dünya” fikri, “İsa’nın kurtarıcılığı” fikriyle öylesine bir birlik oluşturmaktadır ki, bunlar birbirlerini tamamlayan bir zincirin ayrılmaz halkaları gibidirler. İsa, karanlık dünyaya gönderilmiş bir Işık’tır: İsa yine halka seslenip şöyle dedi: ‹‹Ben dünyanın ışığıyım. Benim ardımdan gelen, asla karanlıkta yürümez, yaşam ışığına sahip olur.›› (Yuhanna 8, 12). Işığın nereden geldiğini anlamak zor değildir: İsa onlara, ‹‹Siz aşağıdansınız, ben yukarıdanım›› dedi. ‹‹Siz bu dünyadansınız, ben bu dünyadan değilim›› (Yuhanna 8,23). Ama dünyanın tepkisi hiç de olumlu olmamıştır: Dünyaya ışık geldi, ama insanlar ışık yerine karanlığı sevdiler. Çünkü yaptıkları işler kötüydü (Yuhanna 3, 19).

Tevrat ve Yahudilikten farklı olarak İncil ve Hıristiyanlıkta ölümden sonraki hayat konusunda daha fazla bilgilere rastlamaktayız. Ölümden sonra insanlar yeniden dirilecek ve bir yargılamadan sonra, cennet ya da cehenneme gideceklerdir. Tevrat’ta cennet ve cehennem kelimelerine hiç rastlanmazken, İncil’de bu kavramlar az da olsa karşımıza çıkmaktadır. İncil, “cennet”ten daha fazla “cehennem”den bahsetmektedir. “Cennet” kelimesine sadece üç yerde rastlanırken “cehennem” kelimesi on kusur kadar yerde geçmektedir. Cennet ve cehennem, insanın dünyada iken yapıp ettiklerinin bir karşılığı olarak verilecektir. Ancak Hıristiyanlıkta cennet ya da cehennemi kişinin kazanması ve hak etmesi gibi bir şey söz konusu değildir. Bu konudaki görüşler farklı olsa da, insan kendi kazandıklarıyla kurtuluşa eremez. O, ancak Hz. İsa’ya imanı sayesinde kurtulacaktır. Hatta bir kişinin akıbeti, doğmadan önce belirlenmiştir. Hıristiyanlık, bu anlamda bir “kurtuluş öğretisi”dir. Bu durumda elbette Yargılama’nın anlamı nedir sorusu akla gelmektedir. Eğer dünyada iken yapıp ettiklerimizin, bizim akıbetimiz üzerinde bir etkisi olmayacaksa ya da bu nokta belirsiz bırakılmışsa, dünyada iken doğru yaşamanın anlamı nedir? Neden doğru yaşamalıyız? İşte, bu sorular cevapsız kalmaktadır. Hıristiyanlıkta Yargılama’nın anlamı açık olmadığı gibi cennet ve cehennemin nerede ve nasıl kurulacağı konusunda da fazla bir bilgi yoktur. Ayrıca ölümle yeniden diriliş arasındaki vakit içinde de neler olacağı pek açık değildir.

Kur’an, dünyanın ve insanın yaratılışı konusunda, Tevrat’tan farklı  bir üslupla konuşur. Dünyanın yaratılışı hakkında konuşurken, genellikle “yer”(arz) ve “gök” (sema) tabirlerini kullanır: “O, yeri sizin için döşek, göğü de bina yapan, gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarandır” (Bakara 22). Açıktır ki burada insanın konumu ve bakış açısı merkeze alınmıştır. Başka bir deyişle Allah, insanın penceresinden bakarak, yer ve gökyüzünden bahsetmektedir. Ya değilse dünyanın ve göklerin durumu O’na göre, insana göründüğünden farklıdır. Gökler yedi kat halinde yaratılmış ve yıldızlarla süslenmiştir. Göklerin ve yerin yaratılmasında insanlar için ibretler vardır. Sözgelimi yaratılan her şeyde bir düzen vardır. Kur’an, sık sık kâinattaki düzene dikkat çekerek, bunun gelişigüzel meydana gelmediğini söyler ve bu düzenin gerisinde bir Kudret Eli’nin bulunduğunu ima eder.

Yer, gök ve ikisi arasındakiler Allah’ındır. Fakat Allah, bunları  insanın emrine vermiştir. Yaratılan her şey çift yaratılmıştır: “Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.” (Zariyat, 49). İnsan da dişi ve erkek olmak üzere çift yaratılmıştır. İnsanın yaratılması, Kur’an da, Allah ile melekler arasında geçen ilginç bir diyalog üslubu içinde verilir. Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını söylediğinde melekler buna itiraz ederler: Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler, Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti (Bakara, 30). Tanrı, insanı yaratıp melekleri ona saygıya davet ettiğinde İblis, bu emre muhalefet etmiştir. Gerekçesi ise şudur: “İblis dedi ki: “Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan yarattığın insan için saygı ile eğilemem.” (Hicr, 33). İblis, ontolojik temelden hareketle bir üstünlük davasına kalkıştığı için Allah’ın huzurundan “kovulmuş” ve ona insanlarla çekişmesi için bir “mühlet” tanınmıştır. Bu mühlet içinde İblis’in ne yapacağı şu şekilde açıklanmıştır: İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, and olsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım” dedi (Hicr, 39-40). Açıktır ki İblis insanın düşmanıdır, fakat Kur’an’a göre, Allah’ın gerçek kulları üzerinde onun hiçbir hâkimiyeti yoktur. İblis, münafıkların dostudur.

Kur’an’a göre insan, topraktan yaratılmış olup Allah ona ruhundan üflediği zaman canlanmıştır. Bu konuda Kur’an ile Tevrat arasında bir mutabakat olduğunu söyleyebiliriz: Tanrı’nın insana üflediği şey, Tevrat’ta “nefes”, Kur’an’da ise “ruh” olarak geçmektedir. Ruhun mahiyeti tartışmalı bir konu olmakla birlikte, ruhun insana canlılık veren bir şey olduğu kesindir. Tevrat, Âdem’in eşi olarak kadının erkeğin “kaburga kemiği”nden yaratıldığını söyler. Kur’an bu noktada konuyu özellikle belirsiz bırakır. Kur’an’nın bu noktada söylediği şudur: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah üzerinizde bir gözetleyicidir.” (Nisa, 1). İnsan, tek bir nefisten (nefsin vahide) yaratılmış, ondan da eşi yaratılmıştır. Bu ifade, geçmişte yorumcuların Tevrat temelli bilgileriyle kadının erkeğin eğe kemiğinden yaratılması şeklinde anlaşılmış, ancak bu görüşe itiraz edenler de her zaman buluna gelmiştir. İtiraz edenler, gerek erkek gerekse kadının aynı maddeden yaratıldığını söylemektedirler. “Ondan da” ifadesi, onun “nesne”sinden şeklinde yorumlanmıştır.

Ufak tefek ayrıntılar olsa bile, ilk insanın İblis tarafından aldatılması, Kur’an ile Tevrat arasında ortak bir başka noktadır. Fakat Kur’an açık bir şekilde ilk günahın sonuçları hakkında bilgi vermektedir:  Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb’ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz o, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır (Bakara, 37). Demek ki ilk günah kişiseldir ve üstelik de affedilmiştir. Bu nedenle Müslümanlar, Hıristiyanlardan farklı olarak insanın günahkâr bir tabiata sahip olduğunu kabul etmedikleri gibi, insanın kurtuluşunun da pekala kendi elinde olabileceğine inanırlar. İslam’da tövbe etmek, bir daha günah işlememek üzere pişmanlık duymak ve Allah’tan af dilemektir. Allah, halis bir niyetle tövbe edenlerin tövbesini kabul eder. Fakat bu, Hıristiyanlarda olduğu şekliyle asla günahların din adamları tarafından ya da onlar aracılığıyla af edilmesi şeklinde istismara açık bir eylem değildir. İslam, tıpkı Musevilik gibi aracı kişi ve kurumları devreden çıkarmış ve insanı doğrudan doğruya Allah’la yüz yüze bırakmıştır.

İslam’a göre, Musevilikte olduğu üzere insan, hem iyiliğe hem de kötülüğe eğilimlidir: “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene and olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir (Şems, 7-9). İslam, kötücül bir insan tabiatından hareket etmediği gibi kötü bir dünya tasarımına da sahip değildir. Dünya, bizatihi iyi ya da kötü değildir. Dünya, insanın tercihleri ve eylemleriyle anlam kazanan ve dolayısıyla iyi ya da kötü olan bir yerdir. Demek ki bu konuda belirleyici olan bizzat insanın kendisidir.

Kur’an, ilk etapta dünyayı bir “oyun ve eğlence” yeri olarak kabul eder. “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi! (Ankebût, 64). “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider) (Hadîd, 20). Kur’an’da yer alan bu ve benzeri ifadelerin amacı, dünyayı kötülemek değildir. Bu ayetleri bağlamlarını da dikkate alarak okuduğumuzda çıkarabileceğimiz iki önemli sonuç vardır: İlk olarak ayetler dünyanın geçiciliğine vurgu yapmaktadır. Nasıl bir çocuğun yaşamında oyun geçici olarak bir döneme özgü bir etkinlik ya da nasıl insanlar için eğlence günlük yaşamlarında bir anlık faaliyet ise, bunun gibi dünya yaşamı da geçicidir. İnsanın dünyada edindiği mal, mülk, evlat vs. her şey bir gün gelip yok olacaktır. Bunların hiç biri kalıcı değildir. Dolayısıyla bunlar bizatihi ebedi bir yaşamın dayanağı ve temeli olamazlar. İnsanın bunlara fazla güvenmemesi gerekiyor. Kur’an, bu geçici dünya hayatını şöyle bir metaforla anlatmaktadır: Dünya hayatı tıpkı şöyledir: “Bir yağmur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir (Hadîd, 20). Yine başka bir ayette bu ifade daha açık bir şekilde tekrarlanır: “Dünya hayatının hâli, ancak gökten indirdiğimiz bir yağmurun hali gibidir ki, insanların ve hayvanların yedikleri yeryüzü bitkileri onunla yetişip birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü (o bitkilerle) bütün zinet ve güzelliklerini alıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerine (her türlü tasarrufa) kadir olduklarını sandıkları bir sırada, geceleyin veya güpegündüz ansızın ona emrimiz (afetimiz) geliverir de, bunları, sanki dün yerinde hiç yokmuş gibi, kökünden yolunmuş bir hâle getiririz. İşte düşünen bir toplum için, âyetleri böyle ayrı ayrı açıklıyoruz” (Yûnus, 24) .

İkinci olarak Kur’an, geçici dünyayı ebedi bir hayatın kazanılacağı ahiret yaşamıyla karşılaştırmakta ve dünyanın değerini buna göre tayin etmektedir. Kur’an’da pek çok yerde dünya, hep ahiretle ilişkisi açısından ele alınır. Kur’an’nın terminolojik dünyası düalitelerden oluşur: Dünya-ahiret, cennet-cehennem, iyilik-kötülük, yer-gök vs. Tüm bu düaliteler, yaşam karşısında insanı ikilemlerle ve tercihlerle baş başa bırakır. Değerlendirmeler, bu düaliteler temelinde şekillendir. “Allah rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Onlar ise dünya hayatı ile sevinmektedirler. Hâlbuki dünya hayatı, ahiret hayatının yanında çok az bir yararlanmadan ibarettir (Ra’d, 26).

Mademki dünya ve ahiret hayatı arasında bir kıyaslama ve tercih söz konusu, o zaman insanlar yaşamlarını kurarken, çok temel bir inanç ya da varsayımdan hareket etmek zorundadırlar. Kur’an iki temel tercih ve buna bağlı olarak iki insan tipinden bahsetmektedir. Bir tip, hayat felsefesi olarak dünyayı tercih eden, dünya nimetlerinden zevk alan ve dünyadan başka bir hayat olmadığını benimseyen materyalist tiptir. Bu insan tipini Kur’an karşısına almıştır ve onu kıyasıya eleştirir. Şimdi Kur’an’da bu tip insanların nasıl bir söyleme ve yaşam tarzına sahip olduklarına bakalım:

Materyalist insanın temel söylemi şudur: “Hayat ancak dünya hayatımızdır. Artık biz bir daha diriltilecek de değiliz.” (En’âm, 29 ). Bu temel bir tercihtir. Kur’an, bu tercihin bir bilgi temeline oturmadığını, sadece bir “zan”dan (kanı ya da önyargı) ibaret olduğunu söyler. Derler ki: “Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman (dehr) yok eder.” Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanda bulunuyorlar (Câsiye, 24). Yani durum şu değildir: Allah’a ve ahirete inananlar, herhangi bir bilgi temeli olmaksızın salt inanıyorlar, inkârcılar ise ellerinde güçlü kanıtlarla dünya hayatını tercih ediyorlar! Bilakis Kur’an’a göre “zaman”a (dehr) inanan, yani zamanın her şeyi yok ettiğini ve bir daha diriliş diye bir şeyin mümkün olmadığına söyleyen dehriler (zaman-zedeler!) kişisel bir yargı ve inanç (zan) temelinde dünya hayatını tercih ediyorlar (dünyeviler!).

Dehrilik inancının dünyevi yaşam açısından açık bir sonucu vardır: Sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz (A’lâ, 16). Onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir (Bakara, 86) . Allah, insanların tercihlerine karışmaz ve hatta bu tercihlerine göre elde etmek istedikleri şeyleri onlara verir: “Kim yalnız dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, biz onlara yaptıklarının karşılığını orada tastamam öderiz. Orada onlar bir eksikliğe uğratılmazlar” (Hûd, 15). Deyim yerinde ise Allah özgürlükçüdür; insanların yaşam tercihlerinde özgür olmalarını ister.

Dehrîlerin ve dünya hayatını ahirete tercih edenlerin yanılgıları, dünya hayatının süsüne saplanıp kalmalarıdır: “İnkâr edenlere dünya hayatı süslü gösterildi. Onlar iman edenlerle alay etmektedirler. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar ise, kıyamet günü bunların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir” (Bakara, 212). “Bunun sebebi, Allah’ın âyetlerini alaya almanız ve dünya hayatının sizi aldatmasıdır.” Artık bugün ateşten çıkarılmazlar ve Allah’ın rızasını kazandıracak amelleri işleme istekleri kabul edilmez” (Câsiye, 35).

Fakat böyle bir hayatın sonuçları vardır ve insan bunun farkında olmalıdır. Kur’an böyle bir yaşamın ebedi hayat açısından sonuçları üzerinde insanı düşünmeye davet eder: “Şüphesiz bize kavuşacağını ummayan ve dünya hayatına razı olup onunla yetinerek tatmin olan kimseler ile âyetlerimizden gafil olanlar var ya işte onların kazanmakta oldukları günahlar yüzünden, varacakları yer ateştir” (Yûnus, 7-8 ). “Ey Rabbimiz! Bize (vereceğini) bu dünyada ver” diyenler vardır. Bunların ahirette bir nasibi yoktur” (Bakara, 200) .

Dünya hayatını tercih edenlerin durumu hakkında Kur’an ilginç saptamalar yapmaktadır. Acaba dünya hayatını tercih edenler, bunu inançsızlıklarına mı borçludurlar, yoksa inançsızlıkları mı onları böyle bir tercihe zorlamaktadır? Şu ayet, dünya hayatına saplanıp kalmanın inançsızlığa sebep olduğunu ima etmektedir: “Fakat o dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler” (A’râf, 176 ). Dünya hayatını ahirete tercih edenler, (insanları) Allah yolundan çevirip onu eğri ve çelişkili göstermek isteyenler var ya, işte onlar derin bir sapıklık içindedirler” (İbrahim, 3). Bu ayetler, dünyevileşmenin (yani dünyayı kapalı bir sistem olarak görmenin) inançsızlığın bir temeli olduğunu vurgulanmaktadır. Dünya hayatının süsü (yani maddi imkânlar, haz ve statüye bağlı çıkarlar) dünyevileşmeye, dünyevileşme de inançsızlığa sebep olmaktadır. Fakat bunun tersi durumların da olabileceğini Kur’an ima etmektedir. Buna, daha önce geçen şu ayet örnek olarak gösterilebilir: Dediler ki: “Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman (dehr) yok eder.” Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanda bulunuyorlar (Câsiye, 24). Burada dünya hayatının tercih edilmesi, belirli bir inanca ve kanıya dayandırılmaktadır. Dünya hayatını tercih edenler, dünyevi haz ve çıkarlardan dolayı değil, âlemin ve insan hayatının sonu konusunda belirli bir inançları olduğu için böyle bir yaşam tarzını seçmektedirler. İster belirli bir hayat felsefesinin sonucu olsun, ister dünyevileşmenin sonucu olsun Kur’an, bu insanların temel bir tercih ortaya koyduklarını ve bu tercihin sonuçlarına katlanmaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu anlamda Kur’an’daki ayetler birer zikrdir, yani “hatırlatma”dır. Kişilerin inanç ve davranışlarının sonuçları konusunda bilinçli sahibi olmalarını vurgulamaktadır.

Bu noktada Kur’an onlara adeta şöyle seslenmektedir: Mademki “zaman”nın (dehrin) her şeyi yok edeceğini söylüyorsunuz ki, biz de aslında bundan başka bir şey söylemiyoruz. Dünya hayatı geçicidir! Pekiyi öyleyse böyle geçici bir hayat karşısında, ebedi bir hayatı tercih etmek daha kârlı ve akıllıca bir iş değil midir? “Onlara dünya hayatının örneğini ver: (Dünya hayatı), gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy verip birbirine karışırlar. Fakat bütün bu canlılık sonunda rüzgârın savurduğu kuru bir çer çöpe döner. Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir” (Kehf, 45). “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır” (Al-i İmran, 14). Kaldı ki Kur’an, insanlara dünyadan ve dünyanın nimetlerinden tümüyle vaz geçmeyi de önermiyor: De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı ziyneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için âyetleri, ayrı ayrı açıklıyoruz.” (A’râf, 32).

İnkârcılık ve salt dünya hayatını tercih etmeye karşılık Kur’an, insanlara ebedi hayatı kazanmaya yönelik bir dünya hayatını seçenek olarak sunmaktadır. Bu hayat, hem dünyevi yaşam, hem de sonuçları açısından daha karlı ve akıllıcadır. Bu tercih, Allah’tan sakınanların bir tercihidir ve de “doğru” bir tercihtir.

Bu tercihin başlangıç noktası, Allah’a ve ahirete imandır. Dünya hayatı, bu ilkeler çerçevesinde anlam kazanır. Bu ilkeler, dünyayı tercih edenlerin karşı çıktığı ve hayatlarında hesaba katmadığı ilkelerdir. İkinci olarak Allah’tan sakınanlar, dünyanın geçici bir yurt olduğunun bilincindedirler. “Dünya geçimliği azdır. Ahiret, Allah’a karşı gelmekten sakınan kimse için daha hayırlıdır. Size kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ, 77). Bunun zıddına ahiret yurdu daha hayırlıdır, çünkü orada ebedi bir hayat vardır: “Allah’a karşı gelmekten sakınan kimselere, “Rabbiniz ne indirdi?” denildiğinde, “Hayır indirdi” derler. Bu dünyada iyilik yapanlara bir iyilik vardır. Ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Allah’a karşı gelmekten sakınanların yurdu ne güzeldir (Nahl, 30).

Bu demek değildir ki insanlar dünyayı ihmal edecekler ve dünyadan kendilerini yalıtlayacaklardır. Tam tersine dünya hayatı, ahireti de kazanma fırsatını sağlayan bir yurttur: Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas, 77). “De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için âyetleri, ayrı ayrı açıklıyoruz.” (A’râf Sûresinin 32).

Dünya ve ahiret dengesinin sağlandığı bir yaşam tarzı, her iki dünyayı da kazanmak ve nimetlerinden faydalanmak anlamına gelmektedir. Bu öğretide biri diğerinin alternatifi değildir. “Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiretin güzel mükâfatını verdi. Allah güzel davrananları sever.” (Âl-i İmrân, 148).

İslam, Musevilik ve Hıristiyanlığa kıyasla “dünyanın sonu” hakkında çok açık bir görüşe sahiptir. İnsan, dünyada yaptığı seçime bağlı olarak ahirette, cennet ya da cehenneme gidecektir. Kur’an bu kavramları (yani ahiret, cennet ve cehennem) defalarca tekrarlamaktadır. Cennet ve cehennem hayatı, dünyada iken insanın kendi çabasıyla kazandığı bir hayattır. Bu hayat, Kıyamet ve Yargı Günü’nün akabinde başlayacaktır. Orada hiç kimse haksızlığa uğratılmayacaktır. Herkes dünyada iken kazandıklarının karşılığını orada alacaktır. Ölümden sonra diriliş, Müslümanlar için kesin bir inançtır. Bu noktada önceki dinlerle tam bir fikir birliği söz konusudur. Ancak Kıyamet ve Yargı gününe kadar sürecek olan yaşam ve ruhun hakikati konusunda farklı görüşler bulunmaktadır.

Geleneksel anlayışa göre ruh ölümsüz bir cevherdir, ölümle birlikte beden yok olacak fakat ruh kalıcıdır. Ruhsal hayat, kabir hayatı olarak ifade edilen bir ara hayat şeklinde olacaktır. Bu durumda insan hayatı, “dünya hayatı”, “kabir hayatı” ve “ahiret hayatı” olmak üzere üç dönemden oluşmaktadır. Kimi Müslüman ilahiyatçılar, kabir hayatı ve ruhun mahiyeti hakkındaki görüşlerin Yunan felsefesinin ve batıl bazı inançların etkisi altında şekillendiği görüşündedirler. Onlara göre ruh, insana canlılık veren bir hayat soluğudur, ölümle birlikte o da yok olur. Kabir hayatı, bir spekülasyondan ibarettir, bu konuda Kur’an bize bilgi vermemiştir. Diriliş, uyuyan insanın uyanması ya da yaşayan ruha beden giydirilmesi şeklinde değildir, diriliş yeni bir yaratılıştır.

Bu kıyaslamalı inceleme bizi bazı önemli sonuçlara götürmektedir. Yahudilik açısından dünya olumlu mekân olup, beşerî hayat burada başlayıp burada son bulacaktır. Ölümden sonra bile insan dünyada olacaktır. Fakat Yahudilik ölümden sonraki hayat konusunda belirsiz kalmaktadır. Yahudilik ne kadar dünyaya bağlı bir hayatı öngörüyorsa Hıristiyanlık da o kadar dünyayı olumsuzlar ve ona karşı tavır almayı öngörür. Olumsuz dünya görüşünün Hıristiyanlar açısından tarihte bazı önemli sonuçları olmuştur: Hıristiyanlar ya negatif dünyadan kaçarak ruhbanca bir yaşam sürmeye yönelmişler ve kendilerini dünyadan yalıtlamışlardır ya da kendilerini bu rezil dünyadan kurtaracak bir gücün kucağına atmışlardır. Bu kurtarıcı güç, zaman zaman Kilise zaman zaman da İsa Mesih olmuştur. Kilise, insanlara dünyada rehberlik yaparken İsa Mesih de onları öte dünyada kurtaracaktır. Hıristiyanlıkta olumsuz dünya görüşüyle bu kurtarıcılık düşüncesi arasında sıkı bir bağlantı olduğu açıktır.

Hıristiyanlığın olumsuz bir dünya görüşüne kapılması, sadece ilk günah ve insan tabiatı konusundaki görüşleri sebebiyle değildir. Aynı zamanda bu dinde, “yer” (dünya) “gök”ün karşısına, “beden” “ruh”un karşısına konulmuş; böylece göksel ve ruhsal olan yüceltilirken, dünyevi ve bedensel olan da aşağılanmıştır. Yahudilik de bu tür zıtlıklara pek yer yoktur. Bu nedenle dünyevi yaşam, ilke olarak olumludur. İnsan, daha çok eylemleriyle değerlendirilir. İslam, dünyayı düaliteler üzerine kurmuştur, ama bu düaliteler arasında her zaman zıtlık ve karşıtlık söz konusu değildir. İslam, dünyayı ahiretle birlikte değerlendirmekte ve birini diğerinin kazanıldığı bir yurt olarak nitelemektedir. Bu düşünce, dünyadan kaçmayı ya da kurtarıcı aracı bir otoriteye sığınmayı değil, insanın kendi emeğiyle dünyayı ve ahreti kazanmayı beraberinde getirmektedir. İslam da ruhbanca yaşamı andıran mutasavvıfların hayatı, İslamî olmaktan uzaktır. Tarih boyunca da belirli bir grupla sınırlı kalmıştır. Tasavvuf, refaha ve dünyevileşme eğilimlerine karşı zahidce bir yaşamı sürdürdüğü müddetçe anlamlı bir tavır olmuş, ama batınî ve Yunanî felsefelere kaydıkça ruhbanca bir yaşamı İslam’a taşımıştır. İslam, dünyayı kendi idealleri doğrultusunda bir değiştirme hareketi iken tasavvuf dünyadan kaçma ve dünyayı kendi haline bırakma hareketidir. Bireysel kurtuluş esas almakla kalmaz, kurtuluş sürecinde aracı kişi ve kurumları da devreye sokar.

Tarihsel olarak bakıldığında Yahudilik dünya hayatına yönelişi, Hıristiyanlık dünya hayatından kaçışı, İslam ise dünya-ahiret dengesini sağlamaya çalışan bir tasarımı ifade etmektedir. Başka bir deyişle Yahudilik bir tez, Hıristiyanlık bir anti-tez, İslam ise kendine özgü bir sentez’dir. Bu karşılaştırma, İbrahimî dinlerin birbirinden bağımsız bir gelişime değil birbirine bağlı birleşik bir evrime sahip olduğunu göstermektedir.