Menu
İslamizasyon mu, asimilasyon mu?
Deneme/İnceleme/Eleştiri • İslamizasyon mu, asimilasyon mu?

İslamizasyon mu, asimilasyon mu?



İsviçre’de baş gösteren “minare krizi”, tıpkı bundanbirkaç yıl önce Danimarka’da patlak veren “karikatür krizi” gibi, içinde görünenden daha fazla sırlar saklıyor. İslam dolayısıyla bu tür krizleri yaşamayan bir Avrupa ülkesi kalmadı galiba. Sorun, ilk önce Fransa’da “başörtüsü krizi” (1989) olarak başladı, sonra bu kriz sırasıyla birçok Avrupa ülkesine bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldı; tartışmalar yaşandı, taraflar içlerini boşalttılar ve neticede, bu tartışmanın ilk ortaya çıktığı ülkede bir yasakla olay sona erdi. Ardından İngiltere’de “şeytan ayetleri krizi” geldi ve bu kriz tüm dünyayı sardı. Çeşitli şiddet olayları meydana geldi, hatta ölen ve yaralanan insanlar oldu. Olayın kahramanı Salman Rüşdi dünya çapında ün kazandı, ama başına konan ödül nedeniyle derin bir sessizliğe gömülmek zorunda kaldı. 11 Eylül saldırıları tüm Batılı ülkelerde toplumsal ve siyasal reaksiyonlara yol açtı. Müslüman kişi ve kuruluşlara saldırılar oldu. İspanya ve İngiltere’de patlayan bombalar, Avrupa’ya yeni ve küçük bir 11 Eylül krizi yaşattı. 11 Eylül sonrasında Avrupa ülkeleri içinde Hollanda en fazla İslam karşıtı olaylarla gündeme gelen ülke oldu. Bu olaylar, söz konusu ülkede yaşanacak diğer olaylarında müjdecisi oldu. 2001 yılı Faslı bir imamın açıklamalarıyla gündeme gelen “eşcinsellik krizi”ne ve Müslümanlar üzerinden tüm yılı dolduran hareketli tartışmalara sahne oldu. Daha sonra Belçika ve ardından da Fransa’da patlayan gençlik isyanları Avrupa kentlerini ve güvenlik güçlerine zor anlar yaşattı. Zaman zaman Almanya’da minareli cami inşası kamuoyunda cami aleyhtarı gösterilere eşlik etti.

Şimdi ise İsviçre’de ilk kez referandum yoluyla minareli cami yapımına yasak geliyor. Referandumda yüzde 57 oranında bir kitle yasağa evet dedi. 26 kantondan oluşan İsviçre’de sadece 4 kanton yasağı onaylamadı. Hollanda’da da benzer çabalar sürüyor. Günlük bir gazetenin yaptığı ankette, Hollanda’da benzer bir referandum olursa, minare yasağına destek vereceğini söyleyen insanların oranı yüzde 64’e ulaştı. Üç bini aşkın kişinin katıldığı bu küçük anket, gündeme gelmesi muhtemel bir referandumun sonuçları hakkında bir önfikir veriyor.

Pekiyi ne oluyor bu Avrupa’ya ya da Avrupalılara? Ya da başka bir şekilde sormak gerekirse, Müslümanlar, Avrupalı hemşerililerini bu kadar kızdıracak neler yapıyorlar? İlk etapta verilecek cevaplar basit, ama fotoğrafın tamamını açıklamıyor. Popülist ve aşırı sağ kesimlere göre Avrupa İslamlaşıyor! Başörtü ve minareli camiler, ilerleyen radikal İslam’ı temsil ediyor. Avrupa bu İslam tehdidine karşı haklı olarak tepki gösteriyor ve gösterecektir.

Müslüman sözcüler ve aydınlar, sözgelimi İsviçre doğumlu Tarık Ramazan ve Belçikalı akademisyen-gazeteci Meryem Kanmaz, bu tepkileri tersinden yorumluyorlar: Avrupa’da ilerleyen İslam değil, İslamofobidir. İslam, Avrupa’da önce başörtüsü, sonrada minareli camiler yoluyla giderek görünür hale geliyor, bu görünürlüğe verilen tepkiler Avrupalıların tolerans sınırlarını ele veriyor. Hoşgörüsüzlük, temel hak ve özgürlüklerin yasaklamasına kadar gidebiliyor.

Pekiyi kim doğruyu söylüyor? Popülist, aşırı sağcılar mı? Yoksa Müslüman sözcüler mi?

Her şeyden önce karmaşık ve çok denklemli bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu bilmeliyiz. Avrupa’da İslam çok yeni bir olgudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra eski sömürgelerden ve sözleşmeli olarak gelen göçmenlerle İslam, Avrupa ülkelerine ayak basıyor, ama o yıllarda hiç kimse “Müslüman”lardan ve “İslam”dan bahsetmiyor. Müslümanlar, etnik kimlikleri ya da sosyal kimlikleriyle tanımlanıyorlar. Üstelik Avrupa, halkı Müslüman olan ülkelerden gelen insanları “konuk işçi” olarak görüyor. Bir gün kendi ülkelerine dönecek bu insanlara yatırım yapmayı da boşuna bir gayret olarak görüyor. Fakat yetmişli yıllarda konuk işçilere duyulan ihtiyacın yapısal olduğu anlaşılıyor ve ilk kez Hollanda, yetmişli yılların sonunda (1979) göçmenlerin kalıcı olduğunu kabul ediyor. Bundan önceki ve sonraki yıllar, pek çok göçmen işçinin “bekârlık” yaşamına veda ettiği ve aile birleşimini yoğun olarak gerçekleştirdiği yıllar oldu. Ben de bir göçmen ailenin çocuğu olarak 1979 yılının yaz aylarında aile birleşimi yoluyla Hollanda’ya gitmiştim. Orada geçirdiğim 27 yıllık zaman dilimi, aynı zamanda göçmenlerin “konuk işçilik”ten “istenmeyen yabancı” konumuna nasıl geldiklerinin bir tarihi olmuştur.

Aile birleşimi, Avrupa açısından ikinci bir göç dalgasıdır ve seksenli yılların ortalarına kadar yoğun bir şekilde sürüyor. Bu yeni göç sosyal nitelikli bir göçtür ve ikinci kuşak göçmenlerin de Avrupa’da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Seksenli yıllar, çoğu Avrupa ülkelerinde ekonomik kriz var ve toplu işten çıkarmalar oluyor. Doğal olarak “en son giren ilk önce çıkar” ilkesi gereğince, işten çıkartılanların çoğu göçmen kökenli işçilerdir. Bundan sonra göçmenlerin entegrasyon meselesi önem kazanacaktır. Bir yandan süren göç ve ikinci kuşak sorunu, diğer yandan da artan işsizlik, göçmenlerin bir sorun alanı olarak algılanmasına yol açmıştır.

Bu dönemde, Avrupa görünmez mekânlara çekilmiş olan mescitlerin mekân değiştirmesine ve yeni camilerin yapılmasına sahne oluyor. Birinci kuşak, kendi çocuklarının geleceğini kurtarmak ve kendi kültürünü yaşatmak adına camiler ve Kur’an kurslarının açılmasına ağırlık veriyor. Bu dönemde birden Avrupa, Türklerin, Arapların, Pakistanlı ve Bangladeşli göçmenlerin “Müslüman” olduğunu keşfediyor. “Muhammedanizm” kelimesinin yerine “Müslümanlık” ya da “İslam” kelimelerini koyuyor. Entegrasyon politikaları, göçmenlerin sosyo-ekonomik konumlarının iyileştirilmesini öncelediği için “kültür ve kimlik meseleleri bireysel bir seçenektir” şeklinde liberal bir politikaya sığınıyorlar. Hatta İsveç, Hollanda ve İsviçre gibi ülkeler çokkültürlülük söylemine sahip çıkıyor ve ülkelerinin çokkültürlü, çoketnisiteli ve çokdinli olduklarını özellikle vurguluyorlar. Avrupalıların ne kadar toleranslı olduğunu göstermek istercesine, göçmenlere yönelik ırkçı ve ayrımcı hareketlerle mücadele ediyorlar.

Avrupa’da ırkçılık, aşırı sağcılık ve İslamofobi yeni bir olgu sayılmaz. Yetmişli yıllardan bu yana göç dalgalarına tepki veren marjinal bir grup hep olagelmiştir. Fakat bu tür hareketler, Berlin Duvarı’nın yıkıldığı yıllarda ivme kazanmış ve hatta yeni bir söyleme kavuşmuştur: Yok olan kızıl komünizm tehdidinin yerini yeşil tehdit almaktadır! Ama bu söylem çoğu insana pek inandırıcı gelmiyor. İki Almanya’nın birleşmesi, göçmenler açısından beklenmedik ve olumsuz sonuçları olan bir gelişme olmuştur. Çünkü birden kabaran Alman milliyetçiliği ırkçılığa, ırkçılık da göçmenlere karşı şiddet içeren saldırılara dönüşüyor. Önce mülteci kampları ateşe veriliyor, ardından da Türk ailelerin evleri. Giderek yaygınlaşan bir İslamofobi var, ama bu kelimeyi kimse ifade etmek istemiyor.

Doksanlı  yılların başında patlak veren Körfez Krizi ve nihayet bunu bir senaryoya dönüştüren Medeniyetler Çatışması tezi ortaya atılıyor. Bu da çoğu insana ikna edici gelmiyor. Ama bir yandan “İslam tehdidi”, diğer yandan da “Medeniyetler Kavgası” günümüze kadar gelen tartışmaların konusu olagelecektir. Söz konusu yıllarda entegrasyon sorunu, daha bir ciddiyet kazanırken, keskin tartışmalara da neden oluyor. O günden bu yana azınlıkların entegrasyonu gündemin en popüler konusu olarak sürüp geliyor. Bu tartışmalarla birlikte sosyo-ekonomik nitelikli entegrasyon politikaları dönüşüm geçiriyor ve sosyo-kültürel bir içerik de kazanmaya başlıyor. Artık kültür, kimlik ve İslam gibi konular entegrasyonun önünde birer engel olarak tanımlanıyor. Göçmenleri toplumdan soyutlayan tüm kavramlar ve eylemler, entegrasyon karşıtı bir sorun olarak tanımlanıyor.

Nihayet 11 Eylül (2001) tarihinde Amerika’ya yönelik saldırılar vuku buluyor ve bu olayların Avrupa üzerinde de büyük etkileri oluyor. Bu olayla birlikte, öteden beri İslam’la ilgili olarak çizilen senaryoların gerçekleştiğine değin iddialar siyaset, medya ve kamuoyunda artık ciddiye alınıyor. Komplo teorileri, artık sık sık kitaplara, gazete köşelerine ve televizyon programlarına malzeme oluyor. İddiaya göre artık beklenen Medeniyet Çatışması’nın ilk tezahürleri görünmeye başlamıştır. Bu günlerde aklı başında gördüğümüz aydınlar bile “İslam’da cihat diye bir kavram oldukça, barışçıl bir yaşam olamaz” şeklinde demeçler veriyorlar.

Avrupa’da olan tüm bu gelişmeleri sıcağı sıcağına yaşamayan ve olaylara “dışardan” bakan Türk aydınlarının ve siyasetçilerinin bunlara bir anlam verememesi son derece anlaşılır bir şeydir. Türk kamuoyu, AB sürecinde atılan ilk ciddi adımlarla Avrupalıları tanımaya başlar. Avrupa’dan uyum sürecine ilişkin raporlar geldikçe ve AB üyeliğine ilişkin karar alındıkça, neden AB’ye alınmadığımıza değin fikirler somutluk kazanır. Birçok Avrupalı politikacı ve AB sözcüsünün söylediği gibi “Türkiye, Avrupalı bir ülke değildir. Ülkenin Müslüman kimliği birleşmeye engeldir”. Bu söylemlerle Türk kamuoyu kendi kimliğinin Avrupa’da nasıl algılandığının farkına varır. Bu tartışmalarla birlikte, ilginçtir geleneksel olarak Avrupa/Batı yanlısı aydınlarla İslamcılar kamp değiştirmeye yönelirler. Artık İslamcılar AB yanlısı, laik-ulusalcı aydınlar da AB karşıtıdırlar.

Tekrar “minareli cami yasağı”na dönecek olursak, bu yasağa taraf olanların gerekçelerini üç noktada toparlamak mümkündür:

Müslümanların kendi kimliklerini vurgulamaları, minareli cami ve başörtüsü gibi sembollerle görünür hale gelmeleri entegrasyona karşı bir direnişi ve toplumdan yalıtlanmayı ifade etmektedir. Yalıtlanmışlık ve uyumsuzluk göstergesi olan bu semboller, Avrupalıların hoşgörü sınırlarını zorlamaktadır. Müslümanlar, Avrupa ülkelerinde kalarak bir tercih yapmışlardır ve bu tercihin gereği olan sosyo-kültürel uyumu da kabul etmelidirler.

Dinî semboller, ilerleyen İslam tehdidinin birer göstergesidir. Fundamentalist Müslümanların meydan okumalarına bir “dur” denilmelidir. “Stop Islamisering” pankartlarıyla meydanları dolduran kalabalıklar, sözde İslamizasyon sürecine karşı entegrasyon sürecinin teşvik edilmesini savunuyorlar. Bu konuda, bugüne değin iktidarların kararsız ve şaşkın olduklarının iddia ediyorlar.

Sokaktaki başörtüsü ve yüksek minareler, sembolik olarak Avrupa kentlerinin uzamını işgal etmektedirler. Bu sembolik bir işgaldir. Kentlerin asli kimliği dönüşmektedir. Hiçbir cami minaresi, kilise ve yüksek binalarımızın boyunu geçmemelidir. Üstelik büyük camiler mahallelerde park sorunu, sıkışıklık ve gürültü gibi sorunlar yaratmaktadır.

Minare ve başörtüsü üzerinden yapılan tartışmalar ve bu konuyla ilgili olarak alınan kararlar, aslına bakılırsa daha derinlerde olan bir kavganın göstergeleri olarak okunmalıdır. Avrupalı toplumlar ve hükümetler, “Avrupai” bir toplum tahayyül ediyorlar ve bu tahayyül edilen toplum projesine “entegre olmuş” Müslümanlar istiyorlar. Bu Müslümanlar üzerinden “Avrupai” bir İslam da yaratma peşindeler. Bu entegrasyonist politika ve entegre olmuş İslam arayışı, aynı zamanda uyumlu Müslümanlarla radikal Müslümanları da ayırt etmeyi hedefliyor.

Bu süreçte aşırı sağ ve popülist kesimler, başörtüsü ve minare gibi sembolleri öne çıkaran Müslümanları “radikal” olarak etiketleme eğilimindeler. Geçmişte elitler arasında süren tartışmalarda artık halk da pozisyon belirleme konumuna gelmiştir. Aydın ve siyasetçilerin ifadelendirmeye çalıştığı İslam tehdidi efsanesini giderek daha geniş kesimler kabul edecek konuma gelmiştir. Önemli oranda fabrikasyon bir olgu olan anti-İslamizm, halk arasında korku, güvensizlik ve hatta nefret duygularını harekete geçirdikçe İslamofobi zemin kazanıyor. Geçmişte marjinal kesimlerin bir komplosu olan İslam tehdidi, bu şekilde halk arasında gerçek bir tehdit olarak algılanmaya başlanmıştır.

Bu açıdan bakıldığında, İsviçre’deki minare yasağıyla popülist İsviçre Halk Partisi’nin ciddi bir toplumsal destek kazanmış olduğu anlaşılmaktadır. İsviçrelilerin popülist/milliyetçi ve İslamofobik bir eksene kayması, onların “ılımlı Müslümanlar” ile “radikal İslamcılar” arasında bir ayrım yapamayacak kadar belirgin bir kafa karışıklığı yaşadıklarını göstermektedir. İslam ve Müslümanlar hakkındaki bilgisizlik ve önyargılar, popülist ve milliyetçi Halk Partisi’nin kesif propagandasıyla birleşince, referanduma katılan kişilerin yüzde 57’sinin İslam karşıtı bir kulvara çekilmesine neden olmuştur.

İsviçre halkının içine düştüğü ikinci bir kafa karışıklığı, demokrasi ile insan hakları arasındaki ayrımın yapılamamasında görülmektedir. Bu referandum, sadece İslam hakkındaki bir cehaleti değil, aynı zamanda demokrasi ve insan hakları gibi modern değerler konusundaki bir cehaleti de ortaya çıkarmıştır. Her nedense referandumda minare aleyhtarı bir tercih yapan İsviçreliler, temel insan hak ve özgürlüklerin demokratik bir karar ve referandum konusu olamayacağını, olursa bunun bir “çoğunluk diktatörlüğü” anlamına geleceğini fark edememişlerdir. Bu gerçekler, Avrupalı insanların sanıldığının aksine bilinçli bir seçmen topluluğu olmadığını göstermektedir. Bir yandan İslamofobik bir dünya konjonktürü, diğer yandan da aşırı sağcı propaganda halkın sağlıklı düşünmesini engellemiştir.

Buna benzer bir süreci Hollanda’da yaşadığım için hiç de şaşırtıcı  bulmuyorum. 11 Eylül sürecinde sağduyulu ve hoşgörülü olarak bilinen Hollanda halkının nasıl bir kafa karışıklığı yaşadığını ve kısa bir süre içinde radikal bir zihniyet değişimine maruz kaldığını yakından izlemiş ve bu nedenle artan kaygılar üzerine, birçok göçmen gibi ben de kendi ülkeme geri dönmeye karar vermiştim. Oysa geçmiş otuz yıla yakın süre içinde böyle bir fikre hiç sıcak bakmıyordum. Kendi geleceğim başta olmak üzere Hollanda’da yaşayan Türklerin de geleceğini Avrupa’da görüyor ve bunun için mücadele ediyordum. Ama 11 Eylül sonrası gelişmeler, nasıl Hollandalılarda bir kafa karışıklığına sebep olmuşsa beni de hiç düşünmediğim fikirlere itibar etmeye ve bu fikirleri eyleme koymaya sevk etmiştir. 2005 yılında gerçekleştirdiğim kesin geri dönüşle birlikte 30 yıla varan Avrupa macerası benim için son bulmuştur. Ama geride kalanları çok zorlu bir süreç bekliyordu. 11 Eylül konjonktürünün kolay kolay sona ermeyeceği de açıktı. Nitekim hala o konjonktürün devam ettiğini ve en hoşgörülü bir Avrupa ülkesinde bile, aradan geçen bu kadar süreye rağmen nasıl etkili olabildiğine tanık oluyoruz.

Entegrasyonist görüş ve politikalar, değişen toplumsal yapı ve çokkültürlülük olgusunu dikkate almak bir yana, son on yıllarda inkâr etmeye yönelmiş ve kimlikler üzerinden bir kavgayı ateşlemiştir. Avrupa, İslam’a, yani “başka”sına bakarak kendi kimliğini canlandırıyor ve keskinleştiriyor. Fakat başkasına bakarak kendi kimliğini yenilemek, başkalarını da “ötekileştiriyor.” Kendi kimliğine uydurmak istediği azınlıkları da bir kimlik kaygısına itiyor. Özellikle Müslüman azınlıklar, farklılıklarını başörtüsü ve minare gibi sembollerle vurgularken, farkına varmadan bu sembollere karşı düşmanca duyguların da belirmesine vesile oluyorlar. Semboller etrafında sürdürülen bu kavga, gerçekte bir kimlik kavgasıdır. Nasıl bir zamanlar Türkiye, üniversiteye giden kızların başörtüsünü, “siyasal İslamcılığın bir simgesi” olarak tanımlayıp bu tanımın uzantısında bir yasaklamaya gitmişse, bugün aynı hatayı İsviçre halkı da tekrarlamaktadır. Türkiye gibi halkı Müslüman olan bir ülkenin aydınları ve siyasetçileri bile sap ile samanı birbirine karıştırmışsa, İsviçrelilerin kafa karışıklığını anlamak zor bir şey olmasa gerek.

Tanımlama, masumane bir olgu değildir. Özellikle kavga ortamlarında yapılan tanımlamalar, iktidar ilişkilerinin bir yansıması olmak zorundadır. Sözgelimi eğer sokaktaki bir köpeği öldürmek istiyorsanız, onu “kuduz” olarak tarif etmeniz yeterlidir. Bu etiketleme işleminden sonra onu imha edebilirsiniz! Avrupalıların, minare ve başörtüsü gibi dinî sembollerin görünür hale gelmesini bir “İslam tehdidi” olarak tanımlamaları, masumane bir girişim değildir. Bu tanımlama, negatif cevapları da çağrıştıran politik bir tanımlamadır.

Bugün ortaya çıkan sonuç, entegrasyon politikalarının ve politik manipülasyonların yanı sıra, yine politik algı ve tanımlamalarla yanıltılmış ve kafa karışıklığına sevk edilmiş bir halkın yanlış tercihlerinin bir ürünüdür. Bu olayda aşırı sağ ve popülist kesimler kadar yerleşik siyaset, medya ve aydınlarda sorumludur. Deyim yerinde ise Müslümanlar “kuduz köpek” olarak tanımlanmış ve bu tanımın gereği olarak kıskaç altına alınmıştır. Daha derin bir kriz söz konusu olduğunda, daha kaygı verici gelişmelerin ortaya çıkması elden bile değildir.

(Kadir Canatan, Sosyolog/Yazar)