Eb’ul Velid Muhammed el-Ezraki’nin, Kabe ve Mekke Tarihi’nden (Çeviren: Yunus Vehbi Yavuz, Çağrı Yayınları, İstanbul 1980) naklen, Abdullah b. Yezid-i Hatmi şöyle anlatıyor:
‘Ben peygamber’in hanımlarının evlerinin Velid b. Abdülmelik (h.86-97)’in emriyle Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz tarafından yıktırılırken gördüm. Onlar toprak tuğlalardan yapılmış ve çamurla sıvanmıştı. Onların hepsini saydım; dokuz odaydı. Bunlar Aişe’nin evinden (şimdi Peygamber’in türbesi) Peygamber kapısı (Babü’n-Nebi) yakınındaki kapıya kadar, oradan da Esma binti Hasan b. Adullah b. Ubeydullah b. Abbas’ın evine kadar uzanıyordu. Ümmü Seleme’nin evini gördüm ve oğullarından birine sordum. Dedi ki: Peygamber, Dumetü’l-Cendel gazvesine hazırlandığı sıralarda, Ümmü Seleme odasını toprak tuğlalarla yaptı. Peygamber onu gördüğünde Ümmü Seleme’ye giderek: Ey Ümmü Seleme, Müslümanların servetini sarfettiği en kötü yer inşaattır, dedi. (Tabaqat, c:II). Ata Horasani oradaydı. Ata Horasani, Sa’id b. el-Müseyyeb’den şöyle duyduğunu nakletti: Allah için, dilerim bu kişiler odaları aynı vaziyette bırakırlar da Medine’den ve yabancı memleketten halk Peygamber ve ehlibeytinin ne ile kanaat ettiğini kendi gözleriyle görürler. Bu, insanları mal yığmaktan ve birbirlerine karşı övünmekten alıkoyabilecek bir şeydi.’
Biz bu zamanlara doğmadığımız gibi, bu anlayışın samimiyetle onandığı ve bir yaşama biçimi olarak öğretildiği zamanlara da doğmadık. Bilakis Peygamber’in (sav) ve onun hayatı güzelleştiren emirlerinin, öğütlerinin, mesajlarının planlı olarak unutturulmaya çalışıldığı zamanlara doğduk.
Büyük şehir görmüş büyüklerimizin ‘Binalarının tepesini görebilmek için, şapkayı düşürmek gerekir’ şeklindeki telkin ve tavsiyeleriyle büyüdük.
Ve biz çocuklar, büyüklerimizin o binaların camdan duvarlarını, onlarca giriş kapılarını, giren-çıkan insanların o kapılardan karınca misali akışlarını ballandıra ballandıra anlatışları içinde, gerçeği birkaç yüz kilometre ötemizde duran bu mekanları bir gün dünya gözüyle görme arzusuyla masal iklimimize dahil ederek birine bin ekleyip, oyun arası abartılı sohbetlerimizin baş konusu yapıp durduk.
Gün olup, devran dönüp eğitim için o büyük şehirlere geldiğimizde şapkalarımızı düşürmeyi göze alarak baktık bakmasına o camdan heyulalara ama ilkin masal iklimimizi yitirmenin verdiği ürküntüyle, uzaktayken duyduğumuz hayretin yerini sorulara, sorgulamalara bırakışına tanık olurduk.
Anlayış ve mal olarak bizim olmayan, olması da mümkün görülmeyen o gök-delenlerin varlığıyla aşırı şekilde çelişen kendi gerçeğimiz, adına dünya görüşü, siyasal duruş, insani tutum, toplumcu bakış vs. dediğimiz çeşitli perspektiflerde kırıldıkça kırılarak; büyüklüğü karşısında ezildiğimiz; varlığı karşısında küçüldüğümüz bir dünyanın olumsuz sembollerine dönüştü giderek.
Çünkü bizler (çoğunlukta olanlar yani halk) aşağıya eğilmiş başlarımızdan düşmesin diye tuttuğumuz şapkalarımızla, gök-delenlerin gölgeleriyle kararmış bodrum katlarında ikamet etmeye mecbur bırakılmıştık.
Bir yanda inancımızın önerdiği mekan anlayışı, diğer yanda hayretiyle büyüdüğümüz ve gerçekliğini sosyo-ekonomik çelişkileriyle birlikte kanıksamak zorunda kaldığımız modern yapılaşma olgusu...
Bir yanda mütevazı Mescid-i Nebevi’nin çizimleri diğer yanda M.C. Escher’in ‘Tower of Babel’ tablosundan fırlamış kibir abideleri…
Bir yanda İstanbul’daki eski olan her yapıyı kendisine nispet ederek nerdeyse dokunduğu her şeyi binaya dönüştürmüş biri olarak efsaneleştirdiğimiz ve dolayısıyla adıyla kendi adımıza övünçler ürettiğimiz Mimar Sinan, diğer yanda dehasına alkış tuttuğumuz Le Corbusier…
‘Yeni bir Türkiye’den bin bir umutla, hevesle söz ettiğimiz şu günlerde yukarıdan beri zikrettiğim, adına kültürsüzlük kültürünün ürünü diyebileceğimiz mekan telakkisine ilişkin çelişkilerle de hesaplaşmak zorunda değil miyiz artık?
Sanatın bir tanımı da ‘bakış terbiyesi’ olduğuna göre, son iki yüz elli yıldır bozula gelen bakışın, inancımızın içinde durarak zamanımızın gereklikleri doğrultusunda yeniden kurulması elzem değil mi?
Mesele gök-delenlerin yapımından vaz geçmek değil, yapımında devam edeceksek neden, nasıl, niçin devam edeceğimizin, yapımından vaz geçeceksek neden vaz geçtiğimizin ve yerine neyi nasıl, neden koyacağımızın bilincinde olmaktır.
Babil’in yıkımı geçmişte olmuş bitmiş bir olay değil, her an yeniden olabilme potansiyeline sahip bir olay olarak tam da alnımızın çatında duruyorken bakışın terbiyesi ve onun doğrudan bitişik olduğu mekanın doğal ve insani tanzimi konusunda ‘yeni Türkiye’ adına dikkatle düşüneceğimiz ve söyleyebileceğimiz ‘yeni’ şeyler mutlaka olmalı.
Değilse gök-delenlerin inşaatında heder edilen canlara karşı duyulan sahte acılarla kültürsüzlük kültürünün meyveleri hükmündeki mevcut mimariye reddiye dizmek yapanına, okuyanına ve hayata olumlu hiçbir şey katmayacaktır.
twitter.com/OmerLekesiz
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.