Menu
CEM SANCAR'LA
Söyleşi • CEM SANCAR'LA "İNDİRAGANDİ" ROMANI ÜZERİNE SÖYLEŞİ

CEM SANCAR'LA "İNDİRAGANDİ" ROMANI ÜZERİNE SÖYLEŞİ

-Size “indiragandi”yi yazdıran düşünce ve ruh iklimi nasıl tanımlarsınız? Cem Sancar’ı “toplumsal bir indiragandi”yi düşünmeye, anlatmaya sevkeden siyasi, toplumsal ve felsefi arkaplanın satır başları neler olabilir?

-Tâbii birçok başka etken arasında, bana bu romanı yazdıran iklim, aslında, yaşadığım yılların tam bir yüzleşme çağı olduğunu sezişimdir. Beklenen büyük Marmara depremini, yaşaya durduğumuz manevî depremler silsilesi olarak anladım. Mecaz, mistik bir sürekli devrim hali! Allahın işleri bitmez deniyor ya!Mütemadiyen sallanmaktayız. Sistemin dipsiz riyakârlığı ve tarihin ezelinden beri ezilip duran baldırıçıplakları, gariban ahaliyi düşününce… Özellikle de son Gölcük Depremi sırasında toplanan yardım paralarının nasıl indiragandi yapıldığını filan. O seçkin kurbağaların, o beyaz efendilerin ihtiraslarının hangi kalpsiz ufuklara uzandığını... Sonra şu paraya, pula, gösterişe, mal mülk biriktirmeye duyulan tapınma… Parasız adam lüzumsuz adam teranesi! Allah zengini sever hırtlığı filân... Felsefî olarak da elbette; “hakikat yoksulun, marjinalin, itelenmişin, küçümsenmiş ve aşağılanmışın kapısındadır”, felsefesinin peşine düştüm diyebilirim. Başka da bir felsefe var mı bilmiyorum…

-İlk plânda okura optik-kayma gibi görünen potansiyel gerçekliğin düzeyini belirleyen şey sizin reel öngörüleriniz midir, yoksa açık bir zihinle gördüğünüz bir rüyanın tabiri midir?

-Buna gündüz rüyası desek daha yerinde olur. Rüya görmeyi de, dinlemeyi de severim. Zihnime gelince bir süredir fazlasıyla açık desem ayıp olmaz inşallah.

-“İndiragandi”deki belirleyici renk “kara”... Romanınızdaki iyilerin, onlar arasında işleyen mizahın ve onların yönelttikleri eleştirinin de tonu bu aynı zamanda... Kara'nın yüklendiği metaforik değeri biraz açar mısınız? Asıl doğruyu göstermek için araladığınız bir perde midir, yoksa doğruyu içinde sakladığınız bir örtü mü?

-Siyah benim sevdiğim bir renktir. Esmere yakışır. Ayrıca eşit bir dünya ütopyasına en çok yaklaşan bir 19. Yüzyıl isyanı olarak anarşistlerin rengidir. O rengin ve o toplumsal başkaldırının da önünde düğmelerimi iliklerim ben. Saygın bir renktir anlayacağınız. Metafor olarak bakarsak, gerçeği, olan biteni bilmenin; bilgeliğin zeki hüznünün, kıvandırıcı, diriltici rengidir. Şemsi Tebrizi’nin, Hz Şems taassup ehli tarafından kuyuya atıldıktan sonra da Hz Mevlâna’nın rengi duhanîdir, mor-siyahtır. Bakmasını bilene bir işaret vardır siyahta.

-“indiragandi” tamı tamına bir ütopya olamayacak kadar gerçek bir “romanütopya”... Ancak dil ve olay örgüsündeki kıvraklık onu polisiye türüne çok yaklaştırıyor. Anlatılan temanın bunu zorunlu kılmasının ötesinde sizin polisiyeye özel bir yatkınlığınız mı var; onu zihninizden kovmayışınız ya da kovmak istemeyişiniz söz konusu olabilir mi?

-Sinemaya aşığım ben. Sinema manyağı bir çocuk olarak büyüdüm desem yeridir. İlkokul ikinci sınıfta okuldan kaçıp sinemalara gittiğim için çok azar yedim. Hatta bir ara ruh hastası muamelesi bile yaptılar bana… Kurguya duyduğum yakınlık oradan. Tempo ve ritim duygusu hep üzerine düşündüğüm şeylerdi. Polisiye ise ayrı bir ilgi alanım. Merakı kışkırtma isteği, oyun, -ben buna cilveleşme diyorum- şaşırtıcı finaller, şok edici bağlantılar, tüy ürperten ruh çözümlemeleri filân çok zevk aldığım lâtif durumlar.

-“İndiragandi”deki esaslı konulardan biri: Mistisizm! Toplumsal dibe vuruşlarda kurtuluşun yegane can simidi neden mistisizmdir? Marks’a “din afyondur” dedirten mantığı ruhaniyetle buluşturmanız bir paradoksla değilse, neyle açıklanabilir?

-Hayal kurmayı, hayal âleminde yaşamayı, idealist ve romantik olmayı severim. Metafizik olmadan hayat kuru bir kütüğe benziyor. Realizmi, mekanizmi, kaba determinizmi, ekonomizmi filân hiçbir zaman kendime yakın bulmadım. Hayatın kendisi bir macera… Her türlü dibe vuruş, manevî bir dünyanın varlığını keşfedebileceğimiz kriz ya da düğümün çözüldüğü anlar. Şer-hayır meselesi. Med-cezir durumları. Hepsi hayırlı elbette ama krizler de çeşitli; büyük bir tecrübe, bir aşk, haşin bir hastalık da vesile olabiliyor kalbi olana. İnsanın maskelerinin, kalkanlarının berhava olduğu fırtınalı zamanlarda açılıyor gönül gözleri. O gözün baktığı yerdeyse ilâhî olandan, hadi daha insana yakın konuşalım; her şeyi kapsayan ebedi bir merhametten başka bir şey gözükmüyor.

Marksa gelince o; Ali Şeriati adındaki güzel insanın zamanında isabetle çözümlediği gibi zenginlerin yalandan dinlerine, mesajın özünü boşaltarak bir şekle indirgedikleri dolandırıcı mabet dinine afyon demiştir, ki öyledir. Bir indiragandici dinidir o. Biz neyse ki kitabın ve mesajın özünün konuşulduğu bir zamanda yaşıyoruz. Lailaheillallah diye sokaklara dökülen gençler tarafından din tüccarı despotların yıkıldığı bir çağın tanıklarıyız… Ne mutlu bize!

-İlahi esasların parçalandığı, maddeci yaşam biçiminin başatlaştığı bir dünyada, “heterodoksi”yi yitik İlahi hafızanın ayak izlerinin sürülebildiği bir yer olarak mı görüyorsunuz?

-Güzel bir cümle oldu, evet ilâhî hafızanın yitik ayak izleri oradadır, irfandadır, İslâm’ın ruhundadır,bâtındadır. Bundan da korkmaya gerek yok. Ortodokslar sakin olsunlar! Herkes zahir olmadan batın, batın olmadan zahir olmayacağını bilmekte. Zahire, şekle bakıp durmuşuz ama! Kabukta kalmışız, kabuk bağlamışız. Yeşil sarıklı muhteremler de buna artık kızmasınlar yani! Yunus Emre de, Suhreverdi de, Gazali kadar mühimdir kavlimizce. Hallac ile Nesimi canımız ciğerimizdir bizim. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri, altında huzur bulduğumuz bir çınar gölgesidir, Şeyh Bedreddin amcamızın oğludur. Baba İshak’ın ellerinden öperiz, Abdal Musa ile nice rüyada oturmuş kalkmışlığımız vardır. Böyledir bu işler artık bu çağda. Perdeler kalkmaktadır yani! Oralara bakacağız. Yeni bir kafayla, vaktin evlâtları olaraktan yeni bir şarkı söyleyeceğiz. Bu şarkı diriltici, özgürleştirici ve eşitlikçi olacak. Bundan kaçış yok…

-İki kadın Nuray ve Aslı,  geleceğin dünyasında gerçekleştirilecek devrimin feminist bir karakter yükleneceğini mi gösteriyor? Ve aşkın yeni yüzü neden “onanmamış” bir tutku olarak yansıyor İndiragandi’nin aynasına?

-Ben geçmişin en büyük ayıbının rahîm olana, bilgelerin deyimiyle, mahlûktan daha çok Halik olana, yaratıcı olana, hâsılı kelam kadına büyük bir haksızlık yapıldığına inanan insanların neslindenim. Dinimiz, üslûbumuz, usturubumuz hatta daha da ileriye gideyim, geleceğimiz kadınlıktaki hikmeti anlayacaktır. Batı’dan en büyük farkımız dualarımızdaki yanık, erkeksi olarak kabul edilemeyecek yumuşaklıktır. Kilise ilâhîlerine bakarsanız beni anlarsınız. Ama bakın Doğu Roma İmparatorluğu kutsal metinleriyle ilgili bir çalışma, bir müzik dinledim, Kalan Müzik yapmış, bizim mevlitlerimize benziyor. Yani, doğu, iddia edilenin aksine kadın sesidir bence. Kadın varoluşundan, o ontolojiden çok şey öğreneceğiz.

Nikâh meselesine gelince, iki insanın herkesin duyacağı şekilde “Biz birbirimi seviyoruz, birlikte yaşıyoruzkardeşim” diye bağırışıdır benim anladığım. Gizli kapaklı, kapı arkası ilişkileri lânetleyelim, evet. Tek gecelik et saldırılarından kendimizi, insanları koruyalım. Konuşalım, yazalım, evet. Çürümesin hiç kimse! Birliktelik, devlet memuruna olur, ermiş bir kişiye olur, sevilen bir mürşide olur, cümle âleme ya da sokağa bir biçimde söylenebilir diye düşünüyorum. Bunun da ortak, kabul edilmiş anayasasını yazabiliriz. Bu işlere, iki insanın fizikî ve ruhî olaraktan birbirine sarılmasına, birlikte yol almasına fazla karışmasak iyi olur diyorum. Ahlâkı söyleyelim, anlık hayvanî şehveti değil muhabbeti, dostluğu, aşkı kutsayalım yeter…

-Sizin İndiragandi’deki Cavlaklar’ınızla, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sındaki Cavlaklar’ın kan birliği yoksa da ilginç bir ruh, ahlak ve eylem birliği var. Bununla Cavlaklar’daki değişmeyen bir öz’e mi işaret ediyorsunuz yoksa Kemal Tahir’e bir sanatçı selamı göndermeyi mi hedefliyorsunuz?

-Ya Kemal Tahir hürmet ettiğim bir şahsiyet. Ama hem Cavlaklar hem de Hassan Sabah konusunda Batı menşeli olduğunu düşünüyorum. Bu konuda yazan herkes Marco Polo’nun yalanları üstünden kaymakta. Amin Maalouf’tur odur budur. Herkes. Bir tek Umberto Eco pop-tarihin ezberini kırmakta. Ben gayri resmi tarihe bakıyorum. Evraklara, kayıtlara bakıyorum. Ahmet Yaşar Ocak'ın Kalenderiler’ini öneririm meraklısına. Arabî’nin, Mevlâna’nın çok saygı duyduğu Kalenderi dervişlerine, o melâmet ehline karşı biraz saygılı olmalıyız. Melâmet bilindiği gibi kendini kınayan demektir. Cavlaklar da bir Kalenderi zümresidir. Biraz dikkat etmek lâzım yani. Bir destur çekmek lâzım. Oryantalist bakış tam da budur işte. Bir kere ne Hassan Sabah ne de Kalenderiler, ne Horasan Erenleri öyle afyon mafyon taşımıyorlardı. Hatta bazı tarihçiler o yıllarda o bölgelerde esrar yapımı için gerekli olan kenevirin bile olmadığını söylerler. Kızılbaşlara, Alevîlere yapılan haksızlığın aynen Hassan Sabah’a, yani İsmailiyye’ye ve Kalenderilere yapıldığını düşünüyorum. Anadolu insanı onlara “Işıklar” demiştir. İnsanlar nedense bunu es geçmiş. Cahillik böyle bir şey.

-İlk soruma dönerek son sorumu sormak istiyorum: İbn Arabî, değişmeyen dünyanın değişen yüzlerini sanatla keşfinizde ve romanla anlatmanızda size rehberlik etti mi?

-İbn Arabî dediniz de, yani işte onun talebesiyim. Fakat anaokulunda talim terbiyedeyim halen… Büyük bir ışık bence söz konusu zat. O, muazzam Muhammedî hikmeti anlamak için aralanmış bir yıldız kapısı… Ben romandan son anda çıkardığım bir şiirini söyleyeyim size. Ne derler bilirsiniz: Hu mânâdır, mânâ tanrıdır. Biz o mânâya müptelâyız işte. Şiir şöyle:

Benim kalbim ceylânlar için bir pınar,
Keşişler için manastır, putlar için bir mabet,
Hacılar için bir Kâbe, Tevrat levhaları ve Kuran kitabıdır.
Ben aşk dinini vazediyorum
Ve hangi yöne yönelirse yönelsin
Vallahi de billâhi de benim dinim de imanım da budur…
İbn Arabî



(CEM SANCAR, İNDİRAGANDİ / PROFİL YAYINCILIK, İSTANBUL 2011)











ÖMER

Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.