İnsanın mesafeleri var. Kimi zorunlu, kimi de zorunsuz olan mesafeler. Zorunlu olanlar, bazı temel varsayımların sonucu. Zorunsuz olanlar ise önceleri böyle olsalar da alışkanlık kisvesine büründükleri zaman yarı-zorunlu ve hatta zorunlu bir hal alıyorlar. Özetle insanın bütün hayatı, zorunlu ve yarı-zorunlu mesafelerle örülü. Çoğu zaman insan bunların farkına dahi varmıyor, farkına varabildiği zaman ise onlara karşı çıkamıyor. Çıkabilen ve sayıca oldukça az olanlar, son kertede yeni zorunluluklar ve mesafelerle karşılaşıyorlar. Hayat böylece varıyor varacağı yere.
Zorunlu mesafeleri besleyen unsurlar irdelendiğinde, bunların neredeyse tamamının, insanın dışındaki umdelerle şekillendiği görülmektedir. Örneğin insan, vaktini bilemese de öleceğini bilmektedir. Öleceğini bilmesi ile öleceği ana kadarki zaman aralığı zorunlu bir mesafedir. Bu mesafe az ya da çok olabilir ancak insanın, sahip olduğu irâde, düşünce ve kudretle bu anı tespit edebilmesi kesinlikle mümkün değil. İntihar olgusu ise insanın melekelerinin bir şekilde işlevsiz hale geldiği ve akıl ve düşüncenin devreden çıkarak nisbî bir irâde ve kudretin son hamleyi yaptırdığı bir durum. Dolayısıyla sadet dışı. Zorunlu mesafelere bir diğer örnek insanın gerçekten sevdiğinde muhtemel bedellerle karşılaşması olabilir. İnsan, elinde olarak veya olmayarak sevmektedir ve her bir sevginin belli bedelleri gerektirdiğini de bilmektedir. Bilmediği şey ise zorunlu olan bu bedelle ne zaman karşılaşacağı veya bu bedelin ne olduğudur. Yani insandaki bu bilgi ile bilginin gereği ile karşılaşması durumunun arasında zorunlu bir mesafe var ve insan bu noktada kesinlikle söz sahibi değildir.
Öte yandan insanın zorunsuz veya yarı-zorunlu mesafelerle fazla çevrili olduğu da bir gerçek. Yani insan böyle bir durumda hiçbir mesafe yokken kendisini mesafelerle çevrilmiş gibi hissetmektedir. Mesela insanın bir kızgınlık sonucu incittiği ve küskün hale geldiği biriyle barışmak konusundaki tereddüdü böyle bir duruma işaret eder. Yapılacak eylemle kişi arasında haddi zatında mesafe yoktur ancak kişi bu durumda iken bir mesafenin var olduğunu tahayyül eder. Yapılacak şey, bir erdem olan hatayı kabuldür ve olmayan mesafenin, gerçekten olmadığını tespit etmektir. Yani zorunsuz mesafenin, zorunsuz olduğunu hakka’l-yakîn yaşamaktır. Konuya verilebilecek bir diğer örnek, kulun Allah ile olan ilişkisidir. Kul türlü hatalar işler ve bu hataların, Yaratıcı ile kendisi arasında belli bir mesafe oluşturduğunu düşünür. Aslında bir mesafe vardır ancak bu mesafe olsa olsa zorunsuz veya yazı-zorunlu bir mesafedir ve tövbe etmekle ortadan kalkar. İnsanın böyle bir durumda muhtemel bir mesafeyi tasavvur etmesi ise, yaratılmışlara ait bir niteliğin yaratıcıya izafesi ile gündeme gelmektedir.
Bunların yanı sıra insanın bilinçli mesafeleri de vardır. Ahlâkî, içtimâî ve insanî gerekler bu bağlamda değerlendirilebilir. İnsan çoğu zaman bu gibi nedenlerden dolayı talebi ile talebinin gerçekleşmesi arasına mesafe koymak zorundadır. Hiçbir mesafenin olmaması anlamında sınırsız bir özgürlük ise mümkün değildir. İnsanın kalbi, irâdesi ve aklı ile tespit ettiği mesafelerin en niteliklisi ise nefsinin talepleri ile bu taleplerin gerçekleşmesi arasına koyduğu mesafedir. Bunlar fıtratla uyum arz eden dinin, kişiye yönelik buyruklarından kaynaklanabildiği gibi; dinle mutlak anlamda uyum arz eden ve temizliği korunabilen fıtratın iç dinamiklerinden hareketle ve dinden bağımsız olarak da uygulanabilir. Sonuçta ise arada niyet farkı vardır ve bu fark, iki durum arasında kapanmaz bir mesafeye yol açmaktadır. Biraz daha özele inilecek olursa, insan sırf Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla nefsinin taleplerinden geri durur ve istekleri ile arasına mesafe koyar. Bu, bilinçli bir mesafedir ve içerisinde sorumluluk ile karşı karşıya bırakan bir irâde barındırmaktadır. Diğer taraftan insan, istediği bir şeye, elinde imkân olmadığı için ulaşamamaktadır ve isteğiyle arasında, ister istemez bir mesafe bulunur. Her iki durumda da talep edilen şeye ulaşamama söz konusu ise de, ilkinde niyet ve irâde vardır ve eylemi yani mesafe koyma eylemini besleyen araçlar onlardır, hedef ise rızâ-i Bârî’dir; ikinci durumda ise hâricî faktörler devreye girer ve kişinin mahrumiyeti söz konusu olur. Ancak bu mahrumiyet ve mesafe, irâde barındırmadığı için sonuç doğurmaz.
İnanan insanın birden fazla zorunlu mesafesi vardır ve o, bu mesafelerle kimliğini inşa etmektedir. Yani o, ne olmadığını ve olmaması gerektiğini tespitle kendi konumunu belirlemektedir. Bu durum, nispeten re-aksiyoner bir tavır gibi görünse de aslında tüm kimlik inşâlarının vazgeçilemeyecek iki yönünden biridir. Diğer veçhe ise takdir edileceği üzere ne olunması gerektiğini tespit etmektir. Haddi zatında insanın ol/gunlaş/ma aşamaları da tam anlamıyla mesafelilik etrafında cereyan eder. Mümin, iyi bir insan olmalı, iyi işler yapmalıdır; dolayısıyla kötü/lük ile arasına mesafe koymalıdır. Mümin, sadece Allah’a kulluk etmelidir; dolayısıyla Allah’tan gayrisine perestiş eden/etmek ile kendi arasına mesafe koymalıdır. Mümin, âhirete müteveccih yaşamalıdır; dolayısıyla dünya ile arasına mesafe koymalıdır… Anlaşıldığı üzere re-aksiyoner bir tavır gibi gözüken durum ile diğeri arasında zıtlık değil tamamlayıcılık söz konusudur. Tamamlayıcılık ise resmin tamamını görmenin her halükarda tek yoludur.
Mesafelilik durumu, siyaset, sanat, insani ilişkiler vs gibi hayatın pek çok noktasında okunabilir. Daha genel bir ifadeyle bu durumu, insan-insan, insan-toplum, insan-yaratıcı, toplum-toplum, toplum-yaratıcı ilişkilerinin tamamında gözlemlemek mümkündür. İnsan, bulduğu veya ebedî bir hayat için tespit ettiği zorunlu mesafelerinin farkında olarak; zorunsuzları veya yarı-zorunluları ortadan kaldırarak pek çok şey kazanabilir. Ancak kazandığı şeylerin en değerlisi, yaptığını bilerek yapma ve yapmadığını da bilerek yapmama bilgeliğine ulaşmak olacaktır.