Muhayyile denince düşünceden ziyade hayal dünyası akla geldiği için “Mehmet Akif Ersoy’un Muhayyilesi” başlığının onu tam temsil edemediği düşünülebilir. Nitekim Mehmet Akif Ersoy da şiir yazma sürecini “Ben bir şiir yazmadan evvel çok düşünürüm. Tam bir mühendis gibi, mimar gibi.” sözleriyle anlatır. Ancak “poetika” kavramı düşünce dünyasından daha farklıdır ve ortak paydası olması bile bu fark onu “muhayyileye” yaklaştırmaktadır. Akif her ne kadar düşüncelerinden hareketle şiir yazmış olsa da onu Said Halim Paşa’dan farklı kılan makale değil şiir yazmasıdır ve onun şiirinden bahsederken ister istemez muhayyilesini hesaba katmak durumundayız.
Bu yazıyı kaleme almaya başlarken Akif’in muhayyilesinde “ödev ahlakı” kavramını esas alarak işlemeyi düşünüyordum. Ancak daha sonra bu kavramın Immanuel Kant’ın refererans çerçevesi içindeki temellendirilmesini ve geliştirilmesini de Mehmet Akif’e giydirilmesiyle sonuçlanacağını düşünerek bundan vazgeçtim. Zira Mehmet Akif’in zihin dünyasını ve muhayyilesini mümkün kılan “referans sistemine” Kant’ın zihin dünyasını giydirmenin hem Kant’ı düşünce dünyasını hem de Akif’in şiirini incitebileceğini düşündüm. Beri yandan Mehmet Akif’in muhayyilesini okumaya çalışırken “ödev” ve “ahlak” kavramlarını göz ardı etme lüksümün de olmadığının farkındaydım. Bu sebeple bütünleşmiş bir “ödev ahlakı” kavramı yerine “ödev” ve “ahlak” kavramlarından yola çıkarak Mehmet Akif’in muhayyilesini okumayı denedim bu yazı boyunca.
Zor zamanların şairidir Mehmet Akif Ersoy. Onunla aynı dönemde yaşayan her şair onun yazdığı gibi “ödev” şiirleri yazmamıştır. Ancak Akif bu şiirleri yazmayı bir “ödev” bilmiştir. Dördüncü kitabı “Fatih Kürsüsünde”nin ilk şiiri “İki Arkadaş Fatih Yolunda”da Akif, Fatih Camiine giden iki arkadaşa “ödev” ve “ahlak” kavramlarını kendi poetikası bağlamında merkezi yerini söz konusu iki kelimeyi kullanmadan söyletir: “Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:/Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!”
Akif, şiirinde kâh “Süleymaniye Kürsüsünde” kâh “Mahalle Kahvesi”nde konuşur. Hep muhatabına derdini anlatmayı ahlaki bir ödev olarak görür ve muhayyilesini bu merkezde inşa eder. Mehmet Akif’in muhayyilesi bu ödevi esas alarak şekillendiği için bir romancının muhayyilesine yakın çalışır. Tahkiyeler, mekân tasvirleri, diyaloglar ve monologlar hep bir romancının muhayyilesine benzer bir edaya sahiptir. Yer yer Ahmet Mithat Efendi’ye de yaklaşan Akif’in muhayyilesinde okuduğu klasik ve modern şiirler kadar romanların da payı vardır. Lamartine, Chateaubriand, Balzac Fenelon gibi yazarları okuyan Akif; Emile Zola ve Victor Hugo’yu beğenir. Tabii ki liste bundan ibaret değildir. Tahkiye etme Akif için pedagojik bir araçtır adeta. Ancak o vaiz kürsüsünde de olsa yukarıdan değil halkın içinden konuşur. Bu da yazdıklarını muhatabını merkeze alarak kaleme almasıyla sonuçlanır. Safahat’ı tamamlanmış bir cilt olarak okuyan Sezai Karakoç’un şu tespiti Akif’in muhayyilesi hakkında da bize ipuçları verir. Sezai Karakoç onun şiiri için “bir nevi günlüktür” der ve ekler: “...bir şairin (ben)i etrafında toplanan eşya ve olayların anlatılışı değil, bütün bir toplumun günlüğü…”
Mehmet Akif’in “Bülbül” şiiriyle Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” arasında tutarlı bir çizgi vardır. Nasıl Namık Kemal kasideye konu olarak övmek istediği bir kişiyi seçmek yerine hürriyet kavramını şiirinin odağına yerleştirmesi gibi Mehmet Akif de vatan kavramını merkeze koyduğu şiirinde divan şiirinin sık tercih edilen mazmunlarından biri olan bülbülü eleştiri nesnesi yapar. Tabii ki Akif’in kaleme aldığı şiirde bülbül bir mazmun değil gerçek kuştur. Bir divan edebiyatı mazmununun Mehmet Akif’in şiirinde gerçek bir kuşa dönüştürülerek işlenmesi bir zihniyet dönüşümün de işaretidir aynı zamanda. Bülbülün yuvası yerindedir ama vatan işgal altındadır. Bülbülün şikayet etmeye hiç hakkı yoktur. Mehmet Akif’in bu şiiri yayınladığı 1921 Mayıs’ından üç ay sonra Ağustos 1921’de Ahmet Haşim, Dergâh dergisinde daha sonra 1926’da yayınlanan Piyale kitabının önsözü olarak alacağı “Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar” başlıklı yazısını yayınlar. Bu yazıda Ahmet Haşim, “mânâ araştırmak için şiiri deşmek, terennümlü yaz gecelerinin yıldızlarını ra’şe içinde bırakan hakir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek.” demesi dikkat çekicidir. Ahmet Haşim’in şiirde fikre yer vermez ve nesre sürgün ederken Mehmet Akif’in şiirini nesre yaklaştıran bir üslupla inşa etmesi de bu zamanlamayı daha manidar kılmaktadır. Bu ortaklıkta el yazması eserlerin bir hamiye yazıldığı zamanlarda yazılan kasidenin matbuat sonrası gazete ve kitapla okura ulaşmayı hedefleyen modern metinler olmasının da payı vardır elbette. Marshall McLuhan’ın kitabının adıyla “Mesaj Araçtır”da belirttiği durum geçerlidir. Elbette, araç sadece sözü değil sözü mümkün kılan “muhayyileyi” de belirler.
Benzer bir devamlılığı dünya görüşleri çok farklı olsa da Tevfik Fikret’in “Balıkçılar”ı, Mehmet Akif Ersoy’un “Küfe”si ve Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” arasında da kurmak mümkündür. Sadece tema değildir bu devamlılık. Yoksulluğu merkezi bir tema olarak seçmenin ötesinde bu temayı anlatmayı bir “ödev” olarak benimser ve “ahlak” da üç şairin muhayyilesinde inşa edici bir iradedir. Bu anlamda İsmet Özel’in Türk şiirinde Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın başlayan “ethos” kanadının soyağacını sayarken Tevfik Fikret’i, Mehmet Akif Ersoy’u ve Nazım Hikmet’i anar.
Şairin 1933’de Mısır’da yayınlanan son kitabı “Gölgeler” hazin bir finaldir. Bir yenilginin ilan edilişidir adeta. Yine de o gölgeler de bile “ödev” ve “ahlak” tamamen terk edilmiş değildir. Sadece kürsüden inilmiş veya muhatabına can havliyle hakkı anlatma kaygısı biraz arka planda kalmıştır. O kitapta bile Akif “Alınlar Terlemeli”, “Hâlâ mı Boğuşmak?” yahut “Yeis Yok!” demekten geri durmaz.
1911’de yayınlan ilk Safahat’ta Akif, “Gül, Bülbül” adlı şiirinde bülbülü klasik edebiyatımızdaki bülbül mazmununa yakın kullanmıştı. Bülbül 1935’te “Bülbül” şiirinde bir kez daha geçer. Bu sefer 1921’de azarladığı bülbülün şiirindeki anlamı çok farklıdır. Üç ayrı şiir üzerinden Mehmet Akif Ersoy’un zihin dünyasının ve muhayyilesinin yaşadığı dönüşümleri okumak mümkündür. Bu aynı zamanda Mehmet Akif şiiri deyince yekpare bir şiir dünyasından bahsedemeyeceğimiz anlamına da gelir.
“Virânelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;
Ya Râb, beni evvel getirseydin ne olurdu?”
Evet, “ödev” ve “ahlak” kelimeleri onun muhayyilesinin çerçevesini oluşturur. Yine de çerçevenin içeriği daima aynı kalmamıştır. Bu değişim insan olmanın bir gereği. Oysa Mehmet Akif Ersoy hakkında kaleme alınan yazıların büyük bölümü, onun hayatından ve eserlerinden bir bölümü cımbızlayarak kurulan genellemelerle inşa ediliyor. Demek ki Akif okumalarının kapsamlı bir eleştiriden geçmesi de bir ihtiyaçtır.
“Bir yığın söz ki, samîmiyeti ancak hüneri” diyen Mehmet Akif Ersoy’un muhayyilesinin nasıl okunduğu da ayrı bir samimiyet imtihanı bizim için.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.