Hece Öykü, Dergâh, Türk Edebiyatı, Kitaplık, Mahalle Mektebi ve Söğüt dergilerinde yazılarıyla yer alan Sema Bayar’ın ilk kitabı olan Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam, Ekim 2020’de Hece Yayınlarından okur ile buluştu.
Daha ilk öykü olan “Cemile”de yazarın kıvrak üslubunu, kurmaca zarafetini görürüz. On yedi öykünün yer aldığı kitabında üslubundaki çizgiyi bozmadan farklı olayları, karakterleri, ruh hallerini imgesel bir dille sunar. Çöpler, patikalar, fotoğrafhane, durmuş saatler, ölüler, kuklalar imgesel bir kişiliğe bürünür.
Kimse kimsenin pişmanlığına el sürmemeli, diyen karakteriyle kendimizi çöpler arasında riyayı, korkuyu, şehveti ayırırken buluruz. Yaşanan olaydan ziyade olayı yaşayan insanların ruh hallerine, sancılarına, varoluşsal sorgulamalarına yer verir.
Hasta abisinin ölümü ile onur belgesi gölgelen küçük bir kız çocuğunun duyumsadıklarını, özgürlük uğruna yepyeni bir esaretin içine düşenleri, kendisini hayata bağlayan iplerin koptuğu düşüncesiyle hastane odasındaki yatağında kendisini kuklaya benzeten adamın mağaraya benzettiği gözlerinden hayatı sorgulayışını, “Çürümesi için ölmesi gerekliydi, peki ne zaman ölmüştü?” sorusuyla rahatsız edici bir koku eşliğinde bankacı bir kadının sorgulamalarını, boşanma travmasını, toprak yiyerek kokularından arınmaya çalışmasını; gece kurduğu hayalleri gündüzün sesleri gelip örtmeden kısacık bir ana –karşılıksız sevdiği Nazlı’nın işe geldiği ana- odaklanan Servet’in baba mesleği olan bekçiliği yaparken kaderinin beklemek üzere kurulu oluşunu anlatır kimi öykülerinde.
“Zamanla geçer diyorlar. Zaman geçiyor ama zamanla geçmiyor.” diyerek annesizliği boynunda bir değirmen taşı gibi taşıyanları, doğurduğunu öldürmeden solmayan çiçekleri, sessizliğiyle çevresindekilerle arasına görünmez bir duvar ören postane görevlisini, karısından ayrılan bir adamın boşluk hissi yerine duyduğu ferahlamayı ve evlilik sorgulamalarını şiir tadında aktarır.
“Fotoğrafhaneye insanlar gelirdi, üzerlerinde yapış yapış dünyalıklarıyla, kaygıları ve kederleriyle. Adam onları yan yana dizer, öne arkaya, bakışlarını değiştirir, gülüşlerini yontardı. Bir aile kurardı, bir hikâye. Anneyi koltuğa oturtur, kırmızı kurdelelerinden siyah bukleler sarkan kızı kucağına verirdi. Gözaltlarına akşam mesailerinin mührü vurulmuş adamı, kasketini çıkartıp eşinin soluna alır, rica minnet sağ elini kadının omzuna koyar, kömür tozundan, küf kokusundan, tahta kaşıktan sıyrılmış bir fotoğraf çekerdi. İnsanların yüzleri adeta uzak ülkelerin mayhoş ezgileri ile yumuşar, damarlarına kan yürür, bedenleri bir bahar tazeliği ile canlanırdı.”
Öykü karakterlerine bile işini yaparken hikâye yazdırır. Tıpkı çektiği her fotoğrafta insanların ruhuna dokunup onları onarmak isteyen fotoğrafçıyı anlatan “Fotoğrafhane” öyküsünde olduğu gibi.
Öykü kahramanları yazgılarını, pişmanlıklarını, özlemlerini, eksikliklerini, arzularını haykırırken su gibi akıp giden şiir tadında cümlelerle kurgu içinde “bu haykırma” rahatsız edici, dramatize edici bir boyuta çekilmez.
Şiirsel tadın belki de en baskın olduğu öyküsü “Bu Bir Yaradır” diyebilirim.
“O gün o masada elimden tuttun ya, bu dünyada gelmiş geçmiş bütün deliliklerin elinden tutuldu…. Değil, öyle değil. Bir çiçeği ezilmekten, bir ceylanı vurulmaktan kurtardın. Bir çocuğun rüyasına ninni söyledin. Bir vadinin çimenlerinde çıplak ayaklarınla yürüdün. Sen bana bakarken dünyanın yaraları sarıldı. Bilirsin tuhaf yerlerinde yaraları vardır dünyanın. Dünya çok gerçek gibi görünüyor ya, aslında bizden sakladığı bir şeyler var diye dudakları böyle sımsıkı. Susuyor ve bütün bu suskunluk onun kırk yerinden yamalı gerçekliğini kusursuz kılıyor.”
Aşka, ölüme, nefrete, pişmanlığa, vicdan sızısına, hastalığa, yoksulluğa, yoksunluğa, sakatlığa, iyiliğe ve kötülüğe dair kederli bir yürüyüşe çıkarırken öykü karakterlerini; onların dilinde en çok yer alan kelimeler düşündürücü hal alır: toprak, mezar, ölü Bir rüya hali eşlik eder yer yer. Gerçeküstü bir atmosfer sunar bazen de. Altı çizilecek benzetmelerle karşılaşırız.
“Babam her köşeye pıtraklı tebessümler bırakırdı. Eşyaya sinmez, evin kokusuna karışmaz, eline ayağına yapışırlar, bir ur gibi kalırlardı tutundukları yerde.”
Tebessümü bir ağlamak özlemi taşıyan, yatağa yenilmiş ama neye yenildiğini anlayamamış bir adam olarak giren, kimseye sığınamayınca kendine sığınmayı öğrenen, upuzun ağlayasım var beni ağlayabileceğim bir yere götürebilir misin diyen, bildiklerin bilmediklerini örtüyor belki de görmek için gözlerini kaybetmelisin diyen, seni korumayan inancını bana karşı savunma diye haykıran karakterleriyle iz olacak bir ilk kitap başarısı.