Cam Koridor, Ağır Boşluk, İnatçı Leke, Kaybolmuş Kaderler Müzesi…
Tüm bu kitapları okuduğunuzda Handan Acar Yıldız’ın kendine has başarılı çizgisini görürsünüz. Bu kitaplarda alışık olmadığınız kurgularla, aforizmalarla, felsefi hallerle, metaforlarla, anlatıcının iç monologlu eleştirel dil yetkinliğiyle karşılaşırsınız.
Bu yazımda yazarın on dokuz öyküden oluşan Ağır Boşluk kitabını değerlendireceğim.
Kendi içinde, evde, dışarıda kendisini mutsuz hisseden, dışlanmışlık duygusu içinde olan, anlaşılmamaktan mustarip, ilişkilerinde sorun yaşayan, yalnızlaşan insanlık hallerini karakter zenginliği içinde duygusal, incinmiş, eleştirel bir dille sunar.
Konuları “ud, ip-ilmek, jilet, balon, sünger” gibi nesneler ya da hayvanlar üzerinden anlatarak çağrışımlı, mecazlı anlatımdaki başarısını ortaya koyar.
Bu nesneleri aracı gibi kullanan yazarın asıl amacı tabi ki insanların davranışlarını, ruh hallerini, bilinçaltlarını duyurmaktır. Okuru biraz zorlayacak olan nesnelerin de ruhu varmış gibi karşımıza çıkmasıdır.
Bilinçaltlarındaki karmaşalar, çelişkili ruh halleri, felsefi sorunlar, bocalamalar tüm öykülerin merkezindedir diyebiliriz.
“Ud Sancısı” adlı öyküsünde bir çınarın ud olma serüveninde yaşanan sancılı süreci udu kişileştirerek anlatır. Ud meteforu eşliğinde değişen, değiştirilen, değişim esnasında bocalayan, aşağılanan, sonra değer gören ud eşliğinde aslında anlattığı insandır. Öyküyü bitirdikten sonra değişmek ya da değiştirilmek iyi midir, kötü mü sorusunu sorup eğer değişim iyi olana tekâmül ediyorsa iyidir, diyorsunuz. Udu çalan kişinin alkışlar eşliğinde udu öpüp alnına götürmesi gibi.
“Kalk anneme yardım et” dedi. Cevap vermedin.
“Seni seviyorum” deseydi, cevap verirdin.
….
“Polis arabasına binerken ayakların çıplaktı. Bir gerçeği yeni fark etmiş gibi sıçradın. Kayınvaliden eteğin ne kadar uzun olursa olsun, evde çorapsız gezmene çok kızardı nedense?”
“ÇİÇEK-SİZ” öyküsünde bir cinayeti anlatırken aslında cinayeti değil de öncesini, kadını bu noktaya getiren insanlık hallerini, dramları anlatır. Yukarıdaki alıntılar süreci hissettiren ayrıntılardır. İncinmiş, kayınvalidesi tarafından dışlanmış, çocuğunu doğar doğmaz kapı dışarı edileceği tehdidini sindiremeyen, eşi tarafından yalnız bırakılmış bir kadının çocuğundan ayrı kalacak olma fikrine tahammül edemeyip işlediği cinayeti anlatırken büyüklerin hoşgörüsüzlüğünü, gelin-kaynana çatışmasını, annesi ve eşi arasında kalan erkeğin eşini ezip ezdirmesini, durup dururken mi bunları yapıyorlar, sorusundaki yargılayıcılığın yol açtığı yalnızlaşma sonucu içine kusturulan kadının çıkmazını anlatıyor.
Öyküde geçen oyalanmak, zihnin en güçlü direnme şeklidir sözü bize şunu düşündürebilir: Acaba biz, sorunlarımızı hangi oyalanmaların ardına gizliyoruz.
Yazarın bu öyküde dilimize yeni deyimler katma çabasını da görürüz. Başından aşağı kaynalar sular döküldü, demez de başından aşağı cehennem irinleri aktı, der. Pire için yorgan yakılmaz, diyenlere karşılık pireli yorganda yatılmaz, der.
“Düşerken hemcinsine tutunmayı kim başarabilmiş ki o başarsın. Kayıp düşeni hemcinsinin kolladığı nerede görülmüş? ”
Yazar yine ip-ilmek metaforu eşliğinde nesneler üzerinden hemcinsine tutunamayanları, düşenin hemcinsleri tarafından kollanmadığını anlatır “İLMEK” öyküsünde. Bir ipin ilmek, hırka olma macerasını anlatırken fark edilmeyen, 50 kuruşluklar sepetinde gerilere atılan ip yumağı gibi biri tarafından fark edilmeyi bekleyen, silik, renksiz kalan insanları anlatır aslında.
Bir ip bir hırka olmak ister, işe yarar olmak ister nihayetinde. Sürekli aynı ilmeğin kaçması ipin mi hırkanın mı kaderiydi, diye sorgularsınız. Özünde her insan işe yarar olmayı, yararlı olduğunun görülmesini, ilgi görmeyi, sevilmeyi, desteklenmeyi ister mesajını verir.
“İki kadın birbiriyle çekişedursun. İçindeki üçüncü kadın yanlışa tutuldu. Büyük bir bağlılıkla hem de. Sadakatle sevdi yanlışı. Yanlışa sadakat olur mu? Doğruya sadakatten çok daha fazla hem de! Kanserin gribin arkasına saklanması gibi…”
Yazarın deneme diline yakın öykülerinden biridir “ÇELİŞKİNİN HEYKELİ” .
Aforizmalar, felsefi görüş metinde göze çarpar. Heykel mecazıyla amansız bir hastalığa yakalanıp tedaviyi reddeden bir kadının çelişkilerini konu alır. Hem tekil hem çoğul, hem birey hem cemaat, hem kalabalık hem yalnız, hem gürültülü hem sessiz… Bütün bunları içinde barındıran tek bir şeyin çelişki olduğunu ifade edip çelişkinin heykelini yapmaya karar verir. Yani kendinin heykelini…
“Topuk dediğin basamak ister. Yerçekimi ister. Yani yer onu çeksin ister. Yer çekerken su kaldırsın ister. Adı üzerinde topuk bu; YASA’ ya âşık YASAL’a tepkili.”
“Çünkü elitler önce zaman problemini çözerler. Nerede, ne zaman bulunacaklarını çok iyi hesaplamak onlara başarı getirir. Zaten böyle bir hırsım da yoktu. Normaller arasına girebilseydim kendimi cennete girmiş sayacaktım.”
Hayatının bir noktasında yara almış, örselenmiş insanların tüm kaybedişlerini önce yaşadığı bir olaya dayandırması, bu yüzden hep kaybeden, bir türlü hayata tutunamayan insan çıkmazlarını çocukluğunda kendisine ders vermek isteyen dondurmacıdan sonra dengesini yitiren birinin yetişkinliğinde de bir türlü kendisini toparlayamamasını konu alır“DONDURMA- cı” öyküsünde.
“Gelinlerin konuşması için çok eskimeleri gerekir. Hatta küflenecek kadar eskimeleri… Sonra sözlerine küf siner. Gençliğinin intikamını gençlerden alan bir yaşlıya dönüşürler.”
Bayram günü kaynayan demlikten kimse çay içmez, kimse kahvaltı etmez. Demlik evdeki tüm sessiz erkekler ve kadınlar kadar demlenir, acır. Huysuz bir dedenin aile içinde yol açtığı mutsuzluğu “Hİ(YER)arşi” öyküsünde başarıyla resmeder. Mutsuzluk, çatık kaşlılık, suskunluk hiyerarşik bir biçimde aile bireylerine geçer. Huysuzluğun, mutsuzluğun, suskunluğun ne kadar bulaşıcı olduğunu öyküde bir çocuğun kalbiyle görürüz. Çocuğun duası durumun özetidir bir nevi: “Allah’ım büyüdüğümde, yaşlanmadan önce konuşabilen bir adam olayım.”
“İnsanların evlerinde buz kalıplarına benzer yüz kalıpları sakladığına inanıyorum.”
Yazarın yine deneme diline yaklaşan öykülerinden biridir “KADAVRA TERAPİ”.
Bir terapist ve onun birbirine benzediklerini sanarak bir araya getirdiği rüyalarında kendilerini kadavra olarak gören insanların terapi sürecinde aslında birbirinden ne kadar farklı olduğunu görüyoruz. Yazar, hayata karşı eleştirel bakışları başarılı bir dille yansıtmıştır. Bu insanların kimi kaybettiği tatları bir gerçeği arar gibi arar, kimi küçümsediği insanlara benzemekten mustarip, kimi düşlerinin üzerini değil altını çizmek ister, kimi sosyalleşirken sahteleşip tuhaflaşan insanlardan yakınır, kimi kötülüğünü gördüğü kişinin ismine benzer isimlerden korkar, kiminin gösterişçi anneler başlatır kabuslarını, kimi ne olursa olsun ama bir şeyin tiryakisi olmayı ister.
“Kimseyle dertleşmeyenler, herkesle dertleşir sonunda.”
Büyük deftere tükenmez kalemle attığımız imza mı uçmuştu, der “BALON” öyküsünün karakteri. Aynı odada oturup saatlerce tek kelime etmeyerek aynı mekânda ayrı meşguliyetler içinde paylaşımsız hale gelen evliliğini sorgular. Özlemek denilen o duyguyu nasıl kaybettiklerini sorgular.
Ruhu, aklı kabına sığmayan farklı kadınların çıkmazlarını, oğlunu trafik kazasında yitiren bir annenin ölenle ölünür feryadını, önce çocuğunu zehirleyip ardından kendini altıncı kattan atan kadının gel gitlerini, avladığı süngerlere duyduğu aşkla sevdiği kız arasında kalan avcı eşliğinde av- avcı- kıskançlık- aşk çıkmazını, annelerini çaresiz gördüklerinde yanıp babalarını çaresiz gördüklerinde üşüyen minnet içindeki çocuğu, dıştaki farklılığını taşımaktan deliren genci, ahlaki bozukluğu nezle gibi algılayan kadınları eleştirerek konsomatris annesini ve onun içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışan bir evladı bulursunuz diğer öykülerinde.
Bu öykülerde özgün bir kalemin izini bulacağınıza eminim. Aforizma, felsefe, metafor, farklı kurgu ve eleştirel dil seven tüm öykü severlere tavsiye eder ve yazarın Kaybolmuş Kaderler Müzesi kitabından çok sevdiğim bir cümleyle yazımı sonlandırayım:
“Sevgi buharlaşarak değil katılaşarak yok olur. Bu hal onun fizik yasalarından ne kadar uzak olduğunun ispatıdır.”
Katılaşmayan, sevgi dolu yüreklerin artması temennisiyle.